Ancak propagandist belgesellerin üretilmesi, sadece otoriter rejimlerin imajını parlatmakla kalmıyor, aynı zamanda yönettikleri halkların acılarını görmezden geliyor. İnsan Hakları Vakfı’nın Kleptokrasiyle Mücadele Programı başkanı Casey Michel, “Kazakistan gibi yerlerdeki vatandaşlar için, bu Amerikalı yönetmenin gelip otoriter liderlerin propaganda sözcüsüne dönüşmesini izlemek ne kadar moral bozucu olmalı,” diyor.
M. NEDİM HAZAR | YORUM
Organize Suç ve Yolsuzluk Raporlama Projesi’nin (OCCRP) son araştırmasının, ünlü yönetmen Oliver Stone ve yapımcı Igor Lopatonok’un, otoriter rejimlerin imajını parlatmak için bir dizi belgesel projesi planladığını ortaya çıkarması sanat camiasını derinden sarsmışa benziyor. Bu durum, bizi sanat, etik ve demokrasi arasındaki hassas dengeyi yeniden düşünmeye itiyor.
Theodor Adorno, “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır.” demişti. Peki ya diktatörlerin elini kana buladığı bir dünyada, onları yücelten filmler çekmek ne olur? Bu soru, sanatın toplumsal sorumluluğu üzerine derin bir tartışmayı başlatıyor.
Stone ve Lopatonok’un projeleri, Jean-Paul Sartre’ın “angaje edebiyat” kavramının tam zıttı bir noktada duruyor. Sartre, sanatçının toplumsal meselelere karşı kayıtsız kalamayacağını savunurken, bu projeler adeta totaliterlerin suç ortağı olmayı vadediyor.
Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” kavramı, burada yeni bir boyut kazanıyor. Lopatonok’un, zorba yöneticileri “kişisel kahramanları” olarak nitelendirmesi, totaliter rejimlerin normalleştirilmesine hizmet ediyor. Bu, George Orwell’in “1984” romanında betimlediği distopik gerçekliğin, sinema perdesine yansıması gibi.
Noam Chomsky’nin “rıza imalatı” teorisi, bu belgesel projeleriyle somut bir örneğe kavuşuyor. Otoriter rejimlerin, Hollywood yıldızlarının karizmasını kullanarak meşruiyet kazanma çabaları, küresel kamuoyunun manipülasyonuna yönelik sofistike bir girişim olarak okunabilir.
Pierre Bourdieu’nün “simgesel şiddet” kavramı, bu bağlamda yeni bir anlam kazanıyor diyebiliriz: mutlak güç sahiplerinin, sanat gibi naif ve güzel bir kavramı bir aracı olarak kullanarak kendi meşruiyetlerini inşa etme çabaları, toplumsal algıyı şekillendirmenin en incelikli yollarından biri haline geliyor.
Bu projeler, Edward Said’in “oryantalizm” eleştirisini de akla getiriyor. Batılı bir yönetmenin, Doğulu liderleri kendi perspektifinden anlatma çabası, kültürel tahakküm ve yanlış temsil riskini beraberinde getiriyor.
Jürgen Habermas’ın “kamusal alan” teorisi açısından bakıldığında, bu tür projeler, sağlıklı bir demokratik tartışma ortamının oluşmasını engelliyor. Çünkü tek taraflı bir anlatı, çoğulcu seslerin bastırılmasına yol açıyor.
Michel Foucault’nun iktidar ve bilgi ilişkisi üzerine düşünceleri, burada yeni bir boyut kazanıyor. Zalim yönetimlerin, kendi “hakikat rejimlerini” inşa etmek için sanatı kullanmaları, bilginin ve tarihin nasıl manipüle edilebileceğinin çarpıcı bir örneği.
Antonio Gramsci’nin “kültürel hegemonya” kavramı, bu belgesel projeleriyle adeta canlanıyor. Diktatörlerin, kültürel araçları kullanarak kendi iktidarlarını meşrulaştırma çabaları, Gramsci’nin teorisinin güncel bir tezahürü.
Walter Benjamin’in “Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden Üretilebildiği Çağda Sanat Yapıtı” adlı eseri, bu bağlamda yeniden okunmayı hak ediyor. Sanatın teknolojik yeniden üretimi, burada politik propaganda aracına dönüşüyor.
Bu projeler, Guy Debord’un “Gösteri Toplumu” eleştirisinin haklılığını bir kez daha kanıtlıyor. Diktatörlüklerin, Hollywood’un göz kamaştırıcı dünyasını kullanarak kendi gerçekliklerini inşa etme çabaları, Debord’un öngörülerini doğruluyor.
Sonuç olarak, sanatın özgürlüğü ve demokrasinin değerleri arasındaki gerilim, bu projelerle yeni bir boyut kazanıyor. Sanatçıların toplumsal sorumluluğu, hiçbir zaman bu kadar kritik olmamıştı.
Albert Camus’nün dediği gibi, “Sanatçı, zamanının tanığıdır.” Peki ya sanatçı, zamanının suç ortağı olmayı seçerse? Bu soru, sadece birazdan hikayelerini anlatacağım Stone ve Lopatonok için değil, tüm sanat dünyası için bir turnusol testi niteliğinde.
Unutmayalım ki, gerçek sanat özgürlükten doğar ve özgürlüğe hizmet etmeli. Diktatörlerin övgüsünü yapmak için kullanıldığında, sanat kendi özünü yitirir.
Oliver Stone, sinema dünyasının en tartışmalı ve cesur yönetmenlerinden biri. Kariyeri boyunca, başta Amerikan siyaseti olmak üzere, savaş, medya, tarih ve uluslararası ilişkiler gibi pek çok konuda eleştirel bakış açısıyla filmler yaptı. Stone’un filmleri, genellikle politik içerikleri ve kışkırtıcı üsluplarıyla dikkat çekiyor. “Platoon” ve “Born on the Fourth of July” gibi Vietnam Savaşı’na dair filmlerle büyük başarılar kazandıve Oscar ödüllerinin sahibi oldu. Ancak son dönemde, özellikle dünya liderleri ve siyasi figürler üzerine yaptığı belgeseller nedeniyle sert eleştirilere maruz kalıyor. Hani laf aramızda bu eleştiriler pek de haksız değil. Üstelik bizim diktatörlerle de epey ilgili.
Anlatayım.
Stone’un yönetmenlik kariyeri, gerçek olayları ve tarihi figürleri derinlemesine incelemeyi amaçlayan projeleriyle dolu. 1980’lerde “Salvador” ve “Platoon” gibi filmlerle Vietnam Savaşı ve Orta Amerika’daki ABD politikalarını eleştirirken, 1990’larda “JFK”, “Nixon” ve “Natural Born Killers” ile Amerikan toplumunu ve politik sistemini masaya yatırdı. Stone, genellikle muhalif bir bakış açısıyla olaylara yaklaşarak, ana akım medyanın ve siyasetin göz ardı ettiği veya çarpıttığı noktalara dikkat çekti. Ancak bu cesur yaklaşımı, zaman zaman Stone’u hem izleyicilerin hem de eleştirmenlerin hedefi haline getirmeye yetti.
Baktığımızda 2000’li yıllarda ve sonrasında Stone’un yepyeni bir damar bulmuşçasına filmografisinde belgesellerin ağırlığı artığını görüyoruz. Bu belgeseller arasında “South of the Border” (2009) ve “The Putin Interviews” (2017) öne çıkıyor. “South of the Border” belgeseli, Latin Amerika’daki sol eğilimli liderleri ve onların ABD karşıtı politikalarını konu alırken, “The Putin Interviews” ise Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile yapılmış uzun ve detaylı röportajlara yer veriyor. Stone, bu yapımlarda genellikle Batı’nın ve özellikle ABD’nin hegemonik bakış açısına karşı çıkarak, alternatif bir perspektif sunmayı hedefliyor gibi görünüyor. Açıkçası çekildiği dönem yazdığım eleştiride benim de bakış açım böyleydi. Ancak sonradan ortaya çıktı ki, Stone ve kankaları bu işi bir tür para kazanma aracı olarak görmeye başlamışlar. Ve ne yazık ki bir tür “Otoriter rejimleri övmek” gibi film türü ortaya çıkmış.
Doğal olarak Stone’un zorba olarak görülen liderlerle yaptığı belgeseller, birçok eleştirmen tarafından “propaganda” ya da “aşırı yanlı” olmakla suçlandı. Eleştiriler, Stone’un belgesellerinde, Putin, Hugo Chavez ve Fidel Castro gibi isimlere karşı çok yumuşak davrandığını ve onların otoriter yönetimlerini haklı çıkarmaya çalıştığını öne sürüyor. Özellikle “The Putin Interviews” sırasında Stone’un Putin’e karşı eleştirel olmaktan çok, onu anlayışla karşılama eğiliminde olması, Batılı izleyiciler ve medya tarafından olumsuz karşılandı. Eleştirmenler, Stone’un Putin’in Rusya’daki baskıcı politikalarını yeterince sorgulamadığını ve insan hakları ihlallerini görmezden geldiğini savundu.
Stone ise bu eleştirilere karşı kendi duruşunu korumakta. Zat-ı şahanelerine göre Batı medyası ve siyasi söylemler, dünyayı oldukça tek yönlü ve önyargılı bir bakış açısıyla ele almakta. Stone, röportajlarında ve belgesellerinde, bu liderleri anlamaya çalışmanın, onların bakış açılarını dinlemenin ve bu şekilde dünyadaki güç dengelerini daha iyi analiz etmenin önemine vurgu yapıyor ama açıkçası artık mızrak çuvala sığmamaya başladı. Hele ki bu son gelişmelerden sonra!
Bir sanatçı için mebzul miktarda utan ve epeyce de tehlikeli olan bu yaklaşım anlaşılan Stone ve iş ortaklarını durduracak gibi görünmüyor. Son gelişmelere baktığımızda Hollywood’un parlak ışıkları altında gizlenen karanlık bir gerçeği gözler önüne serdiğini görüyoruz: Sanatın, otokrat rejimlerin propaganda aracı olarak kullanılması.
Stone-Igor ikilisi Ukrayna belgeseliyle ilgili de Putin’den sağlam bir bütçe almışlardı!
Organize Suç ve Yolsuzluk Raporlama Projesi’nin (OCCRP) yaptığı son araştırma, film endüstrisinin en parlak yıldızlarının bile diktatörlerin propagandasını yapmak için nasıl kullanılabileceğini gözler önüne seriyor.
Hikâyemizin merkezinde Ukrayna asıllı, şimdi ABD vatandaşı olan Hollywood yapımcısı Igor Lopatonok var. Lopatonok, Oscar ödüllü yönetmen Oliver Stone ile birlikte, önce Ukrayna hakkında “Kremlin yanlısı propaganda” olarak nitelendirilen iki belgesel, ardından da Kazakistan Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev hakkında oldukça pohpohlayıcı sekiz bölümlük bir mini dizi üretmişti.
Ancak asıl şok edici olan, Lopatonok’un planlarının burada bitmemesi. Bu çakal yapımcı, Azerbaycan ve Türkiye’nin de aralarında bulunduğu birkaç otoriter lideri övecek propagandist belgeseller yapmayı planlıyordu. OCCRP’nin ifadesiyle, “Aliyev, Putin ve Lukaşenko, yönettikleri ülkelerin vatandaşlarına karşı korkunç suçlar işlemekle suçlandılar… Ancak dünya bu liderleri acımasız diktatörler olarak görürken, Igor Lopatonok onları para kazanma fırsatı olarak görüyor”du.
Ekipler hazır, projeler tamam!
Lopatonok’un ekibi, zalim yöneticilere sunmak üzere film fikirleri üreten küçük bir senarist ve yapımcı grubu oluşturmuştu. Teklif oldukça cazip: Dünyaca ünlü bir yönetmenle (Oliver Stone) bol bol ekran süresi. İşin püf noktası ise basitti: Güçlü insanlara direnilmez bir şey sunmak – dünya sahnesinde meşruiyet.
Örneğin, Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’e yapılan teklifte, planlanan filmin “başkanın ve Azerbaycan’ın tanıtımı üzerinde benzersiz olumlu bir etkiye sahip olacağı” vurgulanıyor. Aliyev’in bu tuzağı görüp görmediğini ya da kanıp kanmadığını henüz bilmiyoruz. New York’taki Barnard College’da siyaset bilimi profesörü ve Avrasya ulusötesi ağları uzmanı Alexander Cooley, bu tür girişimlerin Aliyev’in rejimini bölgede dinamik, modernleştirici bir etki olarak sunma çabalarıyla uyumlu olduğunu belirtiyor.
Ancak bu tür propagandist belgesellerin üretilmesi, sadece diktatörlerin imajını parlatmakla kalmıyor, aynı zamanda yönettikleri halkların acılarını görmezden geliyor. İnsan Hakları Vakfı’nın Kleptokrasiyle Mücadele Programı başkanı Casey Michel, “Kazakistan gibi yerlerdeki vatandaşlar için, bu Amerikalı yönetmenin gelip diktatörlerinin propaganda sözcüsüne dönüşmesini izlemek ne kadar moral bozucu olmalı,” diyor.
Nazarbayev bu propaganda filmi karşılığında Oliver Stone ve kankası İgor Lopatonak’a (en az) 5 milyon dolar bayılmış!
Peki bu belgesellerin finansmanı nereden geliyor? Tabii ki mutlakiyet rejimlerinin kendilerinden veya onlara yakın kişilerden. Örneğin, 2019’da Stone ve Lopatonok’un Kazakistan Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev hakkında yaptığı “Qazaq: Altın Adamın Tarihi” belgeseli için, Nazarbayev’in kontrol ettiği bir hayır kurumu ikiliye en az 5 milyon dolar ödemiş.
OCCRP’nin elde ettiği belgeler, Lopatonok’un ekibinin Çin, Birleşik Arap Emirlikleri ve Rusya’nın Tataristan Cumhuriyeti de dahil olmak üzere en az altı otoriter hükümet hakkında potansiyel film özetleri hazırladığını ortaya koyuyor. Bu özetlerde Stone’un bu ülkelerin liderlerini röportaj yapacağı ve onların “gerçek hikayesini” anlatmaya yardımcı olacağı vaat ediliyor.
Ekibin planladığı, hatta senaryosunu yazdırdığı Aliyev hakkında yapılması planlanan belgeselde, Aliyev ailesinin yönetimi altındaki ülkenin “başarısı” ve “istikrarını kaybeden ve uçurumun eşiğinde sallanan bir Ermenistan” ile süregelen çatışması ele alınacakmış. Belgesel özetinde Aliyev, babasının “bilge bir lider” olmayı öğrettiği “gerçek bir halef” olarak tanımlanıyor. Hatta daha da ileri gidilerek, “Azerbaycan’daki mevcut devlet sistemine gerçekten bir ‘Kişilik Kültü’ diyebilir miyiz? Yoksa bu sadece ülkeyi yoksulluktan gelişmiş, müreffeh ülkelerden birine dönüştürebilen bir lidere halkın saygısının bir göstergesi mi?” sorusu soruluyor. OCCRP’ye göre, Aliyev hakkındaki bu filmin maliyeti 15 milyon dolar olacakmış.
Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hakkında da bir film özeti hazırlanmış. Bu özette Erdoğan’a “Türk çıkarlarını savunma” fırsatı sunuluyor. Özetin bir bölümünde şöyle deniyor: “Erdoğan bir Türk’tür ve eylemlerini diğer ülkelerin çıkarlarına dayandırması pek gerekli değildir. Peki onun çıkarları nelerdir? Büyük İpek Yolu’nu restore edebilir mi? Ve gerçekten yayılmacı planları var mı? Erdoğan neyi başarmaya çalışıyor? Bu soruları kendisi cevaplamalı. Ve sadece kendisi. Biz Erdoğan’ın planlarını, İstanbul’da sadece onların nasıl yapılacağını bildikleri muhteşem Türk kahvesinin telvesinden okumaya çalışmamalıyız.”
Bu yıkama yağlama filmi için de milletin cebinden en az 30 milyon doları Hollywood çakallarına verecekmiş saray!
Ahmet Hakan gibi yandaş kalemlere de bir iki köşe yazısı yazdırarak yol açıyorlar şimdilik. Sözcü İbrahim Kalın, geçtiğimiz günlerde kendilerine henüz böyle bir teklif gelmediğini ama beklediklerini açıklamıştı.
Ve aklımızda şu soru kalıyor: Otoriterler ve rejimlerini biliyoruz ve fakat ey koskoca Oliver Stone, sen bu hallere düşecek adam mıydın?
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***