Almanya’nın Brandenburg Eyaleti’nin en doğusu. Berlin’in kuzeyindeki Eberswalde şehri. 14 Eylül Cumartesi gecesi, saat 23:00 sularında, Friedrich-Ebert Caddesi’ndeki dört katlı bir apartmanın giriş katında çıkan yangında Emine Çoban ve 5 yaşındaki evladı Umut Can Çoban hayatını kaybetti. Olay yerinden görüntüler korkunçtu. Yangını gösteren bir videoda gece vakti, alevler içerisinde kalan binadan bir kadının çığlık sesleri duyulurken, etrafta henüz itfaiyenin bulunmadığı görülüyordu. Bir Türk’e ait olduğu belirtilen binada Türk, Ukraynalı ve Azeri aileler oturuyordu.
Eşi ve oğlunu bu yangında kaybeden Eyüp Çoban, olayın ardından yaptığı açıklamada yangının giriş katta bulunan ve tadilatta olan berber dükkanındaki bir tesisat sorunu yüzünden çıkıp çıkmadığının araştırılmasını istedi. Binanın giriş katında bir dönerci ile berber dükkanı bulunuyordu. Yangın berber dükkanında çıkmıştı.
Bundan birkaç gün sonra yangına dair soruşturmayı yürüten Frankfurt Savcılığı, yangının kundaklama sonucu çıktığını açıkladı. Savcılık Sözcüsü Ingo Kechichian, “Yangının teknik bir arızadan değil, kasıtlı bir davranıştan kaynaklandığı düşünüyoruz.” açıklamasında bulundu. Savcılık kundaklamayı ilan ettiğinde henüz Emine Çoban ve Umut Can’ın adli tıptaki işlemleri tamamlanmamıştı. Yangında dördü ağır olmak üzere altı kişi yaralanmıştı.
Eberswalde’de 34 Yıl Önce Gerçekleşen Irkçı Cinayet
Bu yangının başta Türk topluluğu olmak üzere Almanya’nın genelinde uyandırdığı hisleri anlamak için ülkenin geçmişindeki aşırı sağcı cinayetleri yeniden hatırlamak oldukça önemli.
Eberswalde, Doğu ve Batı Almanya’nın yeniden birleşmesinin ardından ülkedeki ilk aşırı sağcı cinayetlerden birinin gerçekleştiği şehir. 28 yaşındaki Amadeu Antonio, siyahi olduğu gerekçesiyle bu şehirde öldürüldü. Angola’da doğan Antonio, 1987 yılında Angola’dan 103 kişiyle birlikte Doğu Almanya’ya sözleşmeli işçi olarak gelmiş ve bir mezbahanede çalışmaya başlamıştı.
1989’da gerçekleşen yeniden birleşmenin ardından Almanya’nın doğusu başta olmak üzere tüm ülke, aşırı sağcı şiddet pogromlarına sahne oldu. 1990 yılının sonuna gelindiğinde Eberswalde’deki dazlaklar, sokakta gördükleri “zencileri tokatlamak” için gizli buluşmalar düzenliyorlardı. Bu buluşmaların neticesinde Antonio, Mozambik’ten gelen iki başka siyahi ile birlikte sokak ortasında Neonaziler tarafından korkunç bir şiddete maruz kaldı. Diğer iki kişi bıçak yaralarıyla canlarını kurtarabilirken Antonio, başına aldığı ağır darbeler sonucu 11 gün boyunca kaldığı komadan çıkamayarak hayatını kaybetti.
Antonio’nun vahşice öldürülmesinden 33 sene sonra, Eberswalde’nin de yer aldığı Brandenburg Eyaleti açısından aşırı sağ, hâlâ “en büyük tehlike” olarak anılmaya devam etti. Eyaletin İçişleri Bakanı Michael Stübgen, 2023 yılının nisan ayında yaptığı açıklamada şiddet yanlısı aşırı sağcıların sayısının arttığını belirterek eyaletteki Neonazi tehlikesine dikkat çekmişti.
Kolektif Hafızamızdaki İki Kundaklama: Mölln ve Solingen
90’lı yıllarda Almanya’daki aşırı sağcıların saldırıları sadece Eberswalde veya Brandenburg Eyaleti ile sınırlı kalmadı. Neonazilerin özellikle mültecilerin yaşadığı yurtlara yönelik 90’lı yıllarda başlayan saldırıları bugüne kadar korkunç bir süreklilik izledi. 1992 yılında Rostock-Lichtenhagen’da bir mülteci kabul merkezine yönelik yüzlerce kişinin katıldığı pogromun görüntüleri Almanya’nın hafızasında hâlâ canlı olsa da, 1992 yılına gelene kadar sadece Mecklenburg-Vorpommern Eyaletinde dazlakların beyzbol sopaları ve bıçaklarla düzenlediği onlarca şiddet eylemi kaydedilmişti.
Türk toplumu açısından “kundaklama” hafızasında en büyük alanı tutan saldırı ise, Eberswalde’ye 285 kilometre uzaklıktaki Mölln’de, Amadeu Antonio’nun öldürülmesinden 2 sene sonra gerçekleşen ve Bahide Arslan, Yeliz Arslan ve Ayşe Yılmaz’ın hayatını kaybettiği ırkçı kundaklamaydı. Aşırı sağcı Lars C. ve Michael P.’nin molotof kokteylleri ile kundakladıkları bu evde Arslan ailesi yaşıyordu. Mölln, Almanya’nın aşırı sağcı şiddet hafızasında olduğu kadar, Türk toplumunun zihninde de derin izler bıraktı. O dönem ülkede yaşayan Türkiye kökenli ailelerin gündemine ırkçı kundaklamalar bu şekilde girmiş oldu.
1993 yılına geldiğimizde ise Solingen’de dört aşırı sağcı, Genç ailesinin Untere Werner Caddesi’ndeki evini kundakladığında Saime Genç, Hülya Genç, Gülistan Öztürk, Hatice Genç ve Gürsün İnce hayatını kaybetti.
Almanya’da medyaya yansımayan, faili bulunmayan, dolayısıyla da aşırı sağcı motivasyonların tespit edilemediği birçok saldırı olduğunu da varsayabiliriz. Fakat henüz Almanya’daki Türk toplumu olarak yasını tutmaya devam ettiğimiz daha birçok ırkçı saldırı daha var: 2000 yılında Enver Şimşek’in öldürülmesiyle başlayıp 2007’de Michele Kiesewetter’in öldürülmesine kadar devam ettiği varsayılan Neonazi cinayet serisi ve Nasyonal Sosyalist Yeraltı (NSU) isimli terör örgütünün eylemleri bu saldırıların arasında yer alıyor. Aşırı sağcı terörün can yakmaya devam ettiği Walter Lübcke cinayeti, Halle saldırısı ve nihayetinde Hanau’da dokuz kişinin öldürülmesi de yine aşırı sağın sebep olduğu yas zincirine eklenen olaylar arasında.
En son 2024 yılının nisan ayında yine Solingen’de gerçekleşen ve bir Türk ailenin evinin kundaklandığı olayın kundaklama neticesinde meydana geldiği kesinleşse de, bu yangında “yabancı düşmanlığı” motivasyonu hâlâ tespit edilebilmiş değil.
Eberswalde’deki Kundaklama ve Aceleci Yargılar
Eberswalde’de gerçekleşen ve Emine Çoban ile yavrusunun hayatını kaybettiği kundaklamanın aşırı sağcı bir motivasyonla işlenip işlenmediği elbette henüz belli değil. Kolektif hafızamızı uyandıran ve köklü travmalarımızı yeniden tetikleyen bu tarz trajik olaylar, her yeni vakada aşırı sağ şüphesini daha güçlü bir şekilde ortaya koysa da, aceleci çıkarımların kimseye bir faydası olmadığı da bir gerçek. Yine de, aşırı sağcı motivasyonu erkenden tayin etme konusunda bir hataya düşmeden sormamız gereken bazı sorular var.
90’lı yıllarda Almanya’da Neonazilerin mülteci yurtlarına saldırdığı dönemde ülkede İltica Hukuku ile ilgili çok derin tartışmalar yaşanıyordu. O dönem Neonaziler, siyaset ve medyanın sınır dışı etmek konusunda tartışıp durduğu mültecilere ve yabancılara (ya da bu şekilde algılanan insanlara) yönelik korkunç şiddet eylemleri gerçekleştirme cesareti bulmuşlar ve nihayetinde bu eylemleri nedeniyle yeteri kadar cezalandırılmamışlardı.
Bugün ise Solingen’deki terör saldırısının ardından Almanya’da yeniden mültecilere ve Müslümanlara yönelik korkunç bir siyasi dille karşı karşıyayız. Mültecileri sınır dışı etmek, ülkeye sokmamak, sınır kontrollerini sıkılaştırmak gibi rasyonel gözüken tedbirlerden mültecileri kamusal organizasyonlara almamak, onlara yönelik yardımları kesmek gibi oldukça ırkçı bir tonla yürütülen bu tartışmada tek söz konusu olan “mülteciler” de değil artık. Zira aşırı sağcı düşünce yapısı, “biz ve ötekiler” şablonundaki “ötekiler”in içerisine sadece mültecileri koymuyor: Siyahiler, diğer azınlıklar, Müslümanlar, “Alman” olarak algılanmayanlar, farklı bir dil konuşanlar gibi çok geniş bir skalada kurguladıkları “öteki”lere, -siyasetin kutuplaştırıcı dilini de fırsat bilerek- şiddet uygulama konusunda büyük bir cesaret buluyorlar.
Almanya’da iltica hakkının siyaseten tartışmaya açılması, -elbette birçok başka faktörle birlikte- 90’lı yıllarda Neonazilerin önündeki barajın yıkılıp ırkçı nefretin sokaklara kadar taşmasına zemin hazırlamıştı. Almanya 90’lı yıllardan bugüne kadar çeşitlilik konusunda çok acı sınamalarla karşılaştı. Siyaset, medya ve sivil toplumun bu alanda mükemmel bir standarda kavuştuğunu söylemek zor olsa da, 90’lı yıllardaki tecrübelerden kısmen ders çıkarıldığını söyleyebiliriz. Umut edelim ki, Eberswalde’de Antonio’yu öldüren Neonaziler, 30 seneyi aşkın bir süreklilikle bugün de Emine Çoban ve yavrusunun hayatına kastetmemiş olsun. Aksi takdirde bu iki masum insanın öldürülmesinin tek sorumlusunun, Neonaziler değil, onları cesaretlendiren siyasi söylem olduğunu da haykırmamız gerekecek.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***