“Yeni Faz” Kavramları (15)
Gülen’in eğitim felsefesinde, soyut kavramların somutlaştırılarak anlatılması önemli bir yer tutar. Bu yöntem, özellikle küçük yaştaki öğrencilerin karmaşık kavramları anlamasını kolaylaştırır.
“ O hülyâlı günleri bizlerle yaşayanlar,
Cennet kokularının esip geldiği yerde.
Duydular Sonsuz’un bestelerini duyanlar,
Çelikten sadâlarla o sırlı tepelerde…”
Gülen
M. NEDİM HAZAR | YORUM
Oxford Üniversitesi’nden Paul Weller’in son derece kıymetli araştırması “Fethullah Gülen’s Teaching and Practice – Fethullah Gülen’in Öğretisi ve Uygulaması”nda Hizmet hareketi mensuplarından Danimarka’da yaşayan Mustafa Gezen’in şöyle bir hatırası var: “Hizmet’le irtibatım lisede başladı, sonra birlikte kamplara gidiyorduk, kamplarda futbol oynuyorduk.” Ancak esas enteresan bölüm şurası: “Mesela yıllar yıllar önce okudum ve duydum ki insanlar bir ormanda kamp yapıyorlarmış. Ve yaklaşık yüz kişi bir araya gelip ibadet ediyor, kitap okuyor, Kur’an okuyor ve ormanda manevi olarak iyi oluyorlar. Otuz kırk yıl önce de bu tür şeyler yapıyorlardı. Bir kamp yeri inşa ederken tuvalet ya da başka bir şey yapmak için bazı yerleri kazmaları gerekiyordu. Bazı yerleri kazıyorlardı ve orada çok büyük bir karınca yuvası vardı ve o zaman yaklaşık beş ya da altı saat çalışmışlardı. Birçok şeyi organize etmişler. Ama Fethullah Gülen karıncaları görünce dedi ki, tamam ama buralarda çok karınca var ve biz onlara zarar veremeyiz. O yüzden buradan taşınmamız gerekiyor. Böylece her şeyi aldılar ve başka yerlere taşındılar.”
Meselenin insani haslet ve bugünlerde şeytanlaştırılıp kriminalize edilen insanların karıncayı bile incitmemesi gibi çarpıcı bir örneği olması bir yana, anlıyoruz ki kamplar, Hizmet Hareketi’nin eğitim modelinin ilk uygulamasıdır.
Fethullah Gülen kampların ilk günlerini şöyle anlatıyor: “Ben, 1960’lı yıllarda, İzmir’de üçüncü kampı yaptım. Fakat üçüncü kampta bile bu kadar insanımız yoktu ve bir tek yerde kamp yapılıyordu. Bu da Cenâb-ı Hakk’ın sizin sa’y ve gayretinize ihsan ettiği bir başarı, bir lütuftur. Evet, kendi ülkemizde, Müslüman olan insanlar… Ben idareci idim Kestanepazarı’nda; oranın 200 talebesi vardı. Demek ki onu da götürememişim. Dıştan gelenleri vardı; çadırlarda bir kamp yapılıyordu. Fakat Cenâb-ı Hakk ihsan etti; şimdiki kamplar herkesin iştirak edeceği şekilde, modern şartlara uygun; yeme, içme, yatma… Size tuhaf gelir de -mesela- ilk iki kampta yemeği de ben yapıyordum. 60 talebe, 70 talebe, 100 talebe; yemeği de ben yapıyordum.”
Bir başka sohbetinde ise Gülen’in tatilden esasen kampı kastettiğini anlıyoruz: “Mesela insanın arkadaşlarıyla düzenleyeceği bir kitap okuma kampının, zihnî, kalbî ve ruhî faydalarının yanında rahatlatıcı, dinlendirici bir yönü de vardır. Özellikle böyle bir kampı eğer imkân varsa kırların temiz havasını teneffüs edecekleri, dünyevî meşgalelerden uzak kalacakları, ruhlarını dinlendirecekleri asude bir mekânda yapmaları, onların hem tatil ihtiyacını ziyadesiyle giderecek hem de manen beslenmelerine vesile olacaktır.
Şartlar elveriyorsa bu tür programlar ailelerle birlikte yapılabilir, çocukların da ona iştiraki sağlanabilir. Evinden, işinden, okulundan, sürekli aynı şeyleri yapmaktan bunalan insanlar farklı bir atmosferde, farklı aktiviteler yaparak rahatlayabilirler. Burada, dinlendirici/eğlendirici faaliyetlerin yanında mesela Kur’ân bilmeyenlere Kur’ân okuması öğretilebilir, birlikte kitap müzakereleri yapılabilir, birlikte evrad u ezkâr okunabilir veya faydalı görülen daha farklı programlar düzenlenebilir.”
İçerik açısından oldukça zengin ve açıkçası bir dini hareketi çok aşan serbestiyet içeren bu konsept, zamanla hareketin en temel organizasyonlarından birine dönüşüyor.
Başka bir sohbetinde kampı mekânsal olarak şöyle tasvir ediyor Gülen: “Çağımızdaki gönüllüler hareketi için de çekirdek mahiyetinde. Allah’ın izniyle bugün de hâlâ aynı fonksiyonu eda ettiğine inandığımız ve asla göre zıllin zıllinin zılli (gölgenin gölgesinin gölgesi) diyebileceğimiz mekânlar söz konusudur. Berekete mazhar oldukları anlaşılan bu yerler bugün insanlık yolunda, çok önemli konumlarda çok önemli hizmetler eda eden insanlara zemin oluşturmuş ve onlara dâyelik yapmıştır…Çünkü bu mekânlar, Allah’ın izniyle, günümüzde dünyanın dört bir tarafında gönüllere taht kuran…diyalog hizmetlerine, barış çabalarına ilham kaynağı olup onlara zemin teşkil etmiş, çok önemli açılımlara vesile olmuştur!”
Asr-ı Saadet’in yamacında!
Fethullah Gülen’in 1999’dan beri Amerika’da ikamet ettiği mekana “Kamp” denilmesinin sebebi de bu olsa gerek.
Zamanın Altın Dilimi’nde (Çağ ve Nesil 4) Gülen o günleri öylesine hasret, içten ve edebi anlatıyor ki, hayran olmamak elde değil: “Kamplarda geçen ayları, haftaları, günleri değil, bir tek günü, bir tek saati dahi anlatmaya kalkışsak anlatamayız. Nasıl anlatabiliriz ki, o, bütün benliğimize sinen, derinlemesine ruhlarımızda yaşanan ve uhrevî hazlarıyla tasavvurlarımızı aşan hayatın tam cennetçesiydi… Bahar bulutları gibi üzerimizden gelip geçen her dakika, başımıza geçmişten hatıralar yağdırır. Bizler de bu mavi hülyalar içinde kendimizi geleceğin aydınlık yamaçlarına atar. Şanlı mazideki günleri, kendilerine has ışık, renk, desen, kostüm ve şivesiyle en canlı şekilde bir kere daha yaşar. Zaman zaman hâlihazırdaki güzellikleri; hatıraların renkleri, ideallerin ışıklarıyla daha da derin hisseder, hatta bazen birkaç dakika gibi en dar zaman dilimi içinde, duygu ve düşüncelerimizi sonsuzluğun, sınırsızlığın sardığını duyabilirdik…
Her gece seherin bağrında ve üns esintileri içinde, su sesi, yaprak hışırtısı, kuş cıvıltısı, bazen de tatlı bir meltemle uyanır; âh u enîn dinlemeye teşne seccadelere koşar ve berzah koridoru için hazırlayıp gecenin koyulaştığı demlerde ışığına koştuğumuz meşaleyi bir kere daha lebrîz (Tepeleme) eder. Sonra da imanlı gönüllerin kabirde haşri bekledikleri gibi, güneşin doğuşunu beklemeye koyulurduk…
Her sabah güneş, ağaçların dalları arasından sızarak, altın ve yakuttan çubuklarıyla yaprakların cümbüşünü başlarımızın üstüne salar. Gözlerimizin içine sokar; derken, en tatlı esintilerle, güneşli, neşeli, pırıl pırıl bir yeni gün çadır ve çardaklarımızın içine dolar; dolar da bizleri en baş döndürücü rüyalar âleminde yaşatırdı.
Kuşluktan sonra o olgun ve herkesi kendi ruhuna çeken sımsıcak, oldukça ağır saatler bastırır ve hepimizi çamların, çınarların bağrına iterdi. O incelerden ince rüzgârların dokunmasıyla ses veren yaprak hışırtıları arasında, çağrışımların (tedai) sergilediği zaman dilimlerinde dolaşır, yer yer sıcağın rahatsızlığından mırıldanan nefsin diliyle “Bu sıcakta harb u darbe çıkmayın!” vesveseleriyle sarsılır. Ve arkasından da “Ne olurdu, Cehennem ateşinin daha sıcak olduğunu anlayabilselerdi!” soluklarıyla irkilir, toparlanır, kendimize gelir ve âdeta sabahın, serin, güzel, nuranî saatleri içinde bir başka âleme, bir başka derinliklere açılır gibi olurduk.
Yıl 1999, Amerika’daki kampın ilk hali
Böyle anlarda dünya ve dünyanın ukbaya bakan yamaçlarını mırıldanmak için şair, iç içe bu güzellikleri resmedip ebedîleştirmek için ressam ve “tın tın” ahengiyle sermest olduğumuz tabiî koroları duymak, onlara ses katmak için de mûsıkîşinas olmayı kim bilir kaç defa arzulamış, sonra da inkisarla inlemişizdir…
İkindi sonrası o mavimtrak saatlerde, güneşin altın ışıkları yavaş yavaş erimeye yüz tutar.. Bizler de daha içli, daha derin akşamların mor saatlerini hissetmeye başlardık. Güneş, elindeki sarı mendilini çamların, çınarların üstünde bize sallarken, gurubu bütün tahassürüyle duyar, ürperir ve yavaş yavaş solan her şeyin çehresinde fenâ ve zevâlin o titreten damgasını görür; tam “Ben batıp gidenleri sevmem.” mülâhazasıyla sarsılıp yıkılacağımız an “Ben, boyun eğip, gözümü-gönlümü gökleri ve yeri yaratan Allah’a çevirdim.” nefesleriyle yeniden toparlanır ve gecenin, insanları derin mülâhazalara salan iklimlerinde dolaşmaya hazırlanırdık.
Akşamla beraber, her zaman tatlı tatlı esen rüzgârlar biraz sertleşir. Bazen de poyraz gibi iliklerimize işlerdi. Ve bu esnada, ağaçlara taht kurmuş gündüzlerin bütün gazelhanları susar, onların yerine gece bülbüllerinin sesleri duyulmaya başlardı. İleri saatlere doğru daha da koyulaşıp tatlılaşan renkler, daha tesirli, daha büyüleyici bir hâl alırdı ki, çok defa kendi kendimize “Yolu bu kadar zevkli olunca, acaba Cennet nasıldır?” der, tahayyürden düşüncelere dalardık. Lambaların bütün bütün fersizleştiği bu alaca karanlık içinde, her şey ve hepimiz olduğumuzdan daha farklı görünür ve hakikatin hayale karıştığı bu büyüleyici atmosferde, zaten her biri birer veli namzedi olan kamp sakinleri, daha çok ruhanîleri andırmaya başlar ve bu masmavi iklim bir çay gibi içimize akar dururdu.
Yatma zamanı gelince, bir iki küçük kandilin dışında bütün ışıklar söner. Fâniliğini hatırlayan ve bu yolda düşünmeye yelken açan gavvâs ruhlar, âdeta bir inziva demi içine girer; değişik yollardan öteleri kurcalar; ayrı ayrı dillerle, semaların kapılarını zorlar ve saadet asrı insanının iniltilerine benzeyen çığlıklarla gönüllere bir başka ürpertiler salarlardı…
Hele, günün belli vakitlerinde müşterek namaz, müşterek tesbih ve müşterek duaların aramıza bir inişi vardı ki, onlarla beraber, onları indiren meleğin yumuşacık, incelerden ince ve pırıl pırıl ellerini âdeta başımızın üzerinde hissederdik… Namaz ve dualar, o inanılmaz tılsımları ve ifade edilememiş mânâlarıyla ruhlarımızın en derin yerlerine kadar girer ve göz hadekalarımıza (bebeğimize) semavî seyahatin haritalarını sererlerdi.
Kamp bence, arkadaşlarımın sevimli mevcudiyetinin, onlara şefkat ve muhabbetin tatlı tatlı esip durduğu bir mübarek bucaktı. Hepimiz orada, bir ruh kovanındaki arılar gibi, bir elimiz çiçeklerde, bir elimiz de peteklerde, çiçek özü ve bal arası gelip giderdik. Bu duygu ve düşünce, ruhumuzla öyle kaynaşıp bütünleşmişti ki, aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen, ben hâlâ, o günleri bütün kalbimde, bütün canımda, bütün benliğimde dipdiri hissetmekteyim.
Kamplarda geçirdiğimiz o alabildiğine duygulu ve alabildiğine aydınlık dakikalar; bilhassa, ibadet, sohbet ve ders müzakereleri esnasında öylesine renklenir, öylesine derinleşirdi ki, hepimiz âdeta uhrevîlerle kucaklaşır gibi olurduk. Cennet, ceddimizin esas yurdu olması itibarıyla, ruhlarımıza kendisini bir sıla hasreti içinde hissettirdiği gibi, biz de kamptaki saat ve dakikaları, âhiretin o olgun, ciddî, yumuşak iklimini ve bizi kullukta istihdam eden Zât’ın, bize olan vaadlerini tahakkuk ettireceğini bir nûr, bir ziya tayfları içinde duyar ve kendi kendimize: “İşte hayat böyle olur” derdik.
Ben, böyle nurlu ve bereketli bir geçmişin ziyan olacağına inanmak istemiyorum. Zira, o günler, dar bir zaman dilimi içinde geçip gitse de bizim için bütün bir geçmişi rasat etme kuşağı ve bütün bir geleceğin de rüyalarının görüldüğü berzahî haritalar olmuştu.
Şimdi, ruhumdaki her hatırayı karıştırdıkça görüyorum ki, o yumuşak, şefkatli, sihirli, şiirli günler, hâlâ içimde dipdiri ve mevsim tanımadan tomurcuk tomurcuk açılan güller gibi, hiç durmadan solar solmaz hemen yeniden açılıyor, ruhumda en romantik duyguları tutuşturuyor ve zaman zaman hatıraları öyle canlandırıyor ki, kendimi hâlâ o üfül üfül ağaçların altında hissediyor; ağustos böceklerinin sesleriyle, nur soluklu, ışık soluklu talebelerin tesbih, temcid ve ilâhî sadâlarının birbirine karıştığını ve farklı bir koro teşkil ettiğini içimin derinliklerinde duyuyor ve burkuntu karışımı bir hazla tâli’ime tebessüm ediyorum.
Kim bilir kampların bize açmadığı daha nice sırlar vardı! Biz onlardan düşünce ve tahayyül kuşağımıza girenleri yakaladık ve kırık dökük arz etmeğe çalıştık. Yine de onlar, benim için sonsuza kadar hayatın en renkli dakikaları olarak kalacaklardır.
Eğer ötelere seyahatimizde, herkese birer hatıra götürme fırsatı verilseydi, şüphesiz ben, ilklerinden başlayarak, kampların, o bahar çiçeklerine benzeyen pırıltılı, tılsımlı, hülyalı, mavi hatıralarını alır götürürdüm.
O günleri bizimle beraber yaşamayanlara, kampların hülyalı iklimini anlatmanın çok zor olduğunu bildiğim halde, yine de anlatmak istedim. Kim bilir, belki de bendeki bu anlatma hissi, anlatma kabiliyetimin yetersizliğini görüp de o günleri gerçek buudlarıyla dile getirebilecek istidatları, kampları araştırmaya sevk etmek için olmuştur. O kadarcık olsun, yararlı olduysam kendimi bahtiyar sayarım.”
Toparlayacak olursak; ilk periyodu üç yıl süren ve esasen manevi içeriğiyle bakıldığında bir model olarak “ilk” olan bu kamplar Fethullah Gülen’in zihninde tasarladığı eğitim modelinin ilk pratiğiydi. Bu kampları dört başı mamur olarak şöyle tanımlayabiliriz:
Tarihsel perspektifle baktığımızda Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Kestanepazarı yıllarına ait unutulmaz ve en verimli faaliyetlerinden birinin bu kamplar olduğunu söylemek mümkün. Üç sene boyunca yaz aylarında düzenlenen bu kamplar, İzmir’in Buca ilçesi ile Kaynaklar Köyü arasında, etrafı tarlalarla çevrili küçük bir çamlıkta gerçekleştiriliyor. Bölgenin sessizliği ve yemyeşil, bozulmamış doğal yapısı, kampların huzur ve sükûnet içinde geçmesini sağlıyor. Bu kamplarda öğrencilerin yaz aylarını değerlendirmesi, dini ve manevi eğitimlerine devam etmeleri hedefleniyor. Keza yine kamplarla birlikte gençlerin zihin, kalp ve ruh disiplinleri sağlanıyor, dini duyguları ve düşünceleri derinleşiyor.
İlk pratik
Fethullah Gülen, İzmir’e gelmesinin üzerinden bir yıl geçmişken, ilk kamp düşüncesi beliriyor. Ancak ekonomik imkansızlıklar önemli sıkıntı! Bu kararını hayata geçirmesi hiç de kolay olmuyor. Finansman sorunu ve çadır gibi temel ihtiyaçların karşılanması, Hocaefendi’yi ciddi şekilde düşündürüyor. İlk kamp için gerekli parayı toplamak adına Ankara’ya giderek, insanlardan topladığı 3.000 lira tutarındaki bonoları Kestanepazarı’na veriyor. Bu sayede kampların ilk adımları atılmış oluyor. İlk kampta yetmiş öğrenci var ve iki büyük çadır kurulmuş ve mevcut bir bina mutfak olarak kullanılıyor.
Bu ilk kampın manevi derinliğinden ilk etkilenen Gülen’in kendisi oluyor. Zira öğrencilerin tesbihatı ezberleyip hep birlikte sesli okumaları, kampın ruhunu oluşturuyor. İhtimal ki Fethullah Gülen, ilk kamptaki bu başarının ardından, kampların ne kadar önemli olduğunu daha da iyi anlıyor.
Ruh ve beden balansı
Kamplarda sadece dini eğitim değil, fiziksel disiplin de önemseniyor. Kültür-fizik hareketleri, ders aralarında yapılan yürüyüşler, kampların hem bedeni hem de ruhu besleyen bir yapıya sahip olmasını sağlıyor. Hocaefendi, ideal bir neslin hem fiziksel hem de manevi açıdan güçlü olması gerektiğini sık sık vurguluyor. Bunun yanı sıra, kamp ortamında yaşanan bazı zorluklar Hocaefendi’nin üzerinde baskı oluşturmakta. Özellikle ilk yıllarda kamptaki teknik sorunlar – kuyunun tamiri, jeneratör arızaları gibi meseleler büyük sıkıntı teşkil ediyor.
Bu kamplar, Hocaefendi’nin ruhani derinlik yaşadığı ve en bereketli bulduğu dönemler olması açısından da mühim. Hocaefendi, kamplarda Cevşen ve Evrad-ı Kudsiye gibi dini metinlerin topluca ve sesli okunmasını gelenek haline burada getiriyor. Klasik Nur cemaatlerinde bu dualar toplu şekilde değil, bir kişinin kıratıyla gerçekleştiriyordu zira. Kampa katılan öğrenciler bu uygulamanın hem dini metinlerle kalplerinin beslendiğini hem de Arapça dersleri ile zihinlerini geliştirdiğini söylüyorlar. Şurası enteresan, ilk kampın bazı katılımcıları, bu kampları adeta askeri disiplinle tekke edebini ve medrese ilmî faaliyetlerini bir araya getiren bir eğitim merkezi olduğunu söylüyor.
Meseleye Hocaefendi perspektifiyle bakıldığında ise mesele farklı. O, kampların bu yoğun disiplinli yapısını “Asr-ı Saadet’te yaşanan ruhani bir atmosfer” olarak nitelendiriyor. Yine kendisine göre öğrenciler hem bedensel hem ruhsal olarak güçleniyor, bu süreçte İslami hayatın en güzel örneklerini yaşıyorlar.
Siyaset yok!
Kısa süre içerisinde namı duyulan bu uygulama elbette siyasal islamcıların dikkatini çekiyor ve burada bir oy potansiyeli olduğunu düşünüyorlar. İlk olarak Milli Nizam Partisi lideri Necmettin Erbakan, Hocaefendi’yi ziyaret edip kendince siyasi propaganda yapıyor. Lakin bu görüşmenin Gülen üzerinde pek bir etkisi olmuyor. Fıtratı gereği ters konuşmayan Hocaefendi, Erbakan’ı kibarca kamptan gönderiyor çünkü siyasetten uzak kalmayı tercih eden Hocaefendi, siyasetin toplumu bölme ve kutuplaştırma eğiliminde olduğunu düşünerek, hizmetini siyaset üstü bir zeminde devam ettirme kararı çoktan almış. Aynı teklif Adalet Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi’nden de geliyor ama bunlar da kibarca reddediliyor!
Üç yıl süren bu kamplar, Hocaefendi için çok önemli bir hizmet pratiği aslında. Belki gelecek dönemdeki temel stratejileri için küçük bir simülasyon niteliğinde. Üçüncü yılındada Kestanepazarı’nın desteğini çekmesiyle maddi sıkıntılar daha da artıyor. Tüm bu zorluklara rağmen, Hocaefendi kampların manevi derinliğinden taviz vermiyor ve bu kamplarda altın bir nesil yetiştirme gayesine olan inancı her geçen gün daha da güçleniyor.
Hocaefendi’nin kamplara dair en büyük arzusu, şüphesiz disiplinli ama ruhani algıları açık bir nesil yetiştirmek. Bu hedef doğrultusunda, kamplarda dini ibadetlerle birlikte disiplinli bir hayat tarzı oluşturuluyor, öğrenciler hem fiziksel hem manevi açıdan olgunlaştırılıyor. Ve tüm sıkıntılara rağmen bu pratiğin son derece olumlu geçtiğini ve Gülen’in geleceğin inşasına dair fikirlerin olgunlaşması açısından çok büyük ipuçları taşıdığını söylemek mümkün.
Son olarak şunları söyleyip bu bahsi kapatalım: Bu kamplar sadece bir yaz faaliyeti olmanın ötesinde, Türkiye’nin maneviyat ve ahlakla şekillenen geleceğinin inşasında büyük bir adım olarak görmek mümkün. Hocaefendi, bu kamplarda kazandıkları ruhani gücü, ileride Türkiye’nin ahlaki dirilişine katkı sağlayacak bir ışık olarak değerlendiriyor. O, öğrencilerini yetiştirirken onların hem bireysel ahlaki duruşunu hem de toplumdaki rollerini de şekillendiriyor ve böylece kamplar, topluma hizmet edecek güçlü bir neslin temellerini atmış oluyordu.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***