Adana Altın Koza ulusal yarışmada ikinci günün ilk filmi oyuncu kadrosuyla merak uyandıran “Ölü Mevsim” oldu. Zira filmin kadrosunda Funda Eryiğit, Erdem Şenocak, Serkan Ercan, Banu Fotocan, Tolga Tekin, Goncagül Sunar, Müfitcan Saçıntı gibi isimleri görünce böyle hissetmek normal oluyor.
Selen Örcan ile birlikte kaleme aldıkları senaryoyu hayata geçiren yönetmen Doğuş Algün’ün ilk uzun metrajı “Ölü Mevsim”. Daha önce kısa ve belgesel filmler çekmiş olan Algün’ün filmi için “Yeni Türkiye’yi eski bir dilde anlatıyor” desek yanlış yapmış olmayız muhtemelen.
“Ölü Mevsim”, memleket sinemasının özellikle de ilk filmlerde sıkça karşılaştığımız bir sorunundan mustarip: Çok şey anlatmaya çalışırken, hiçbirisini tam olarak anlatamamak.
Nimet, genetik bir problem nedeniyle bebek sahibi olamamaktadır. Yine başarısız bir denemenin ardından hastanede yatarken tanışırız kendisiyle. Anneleri çocuk yaşta ölünce kardeşleri Öznur ve Zülal’e de annelik yapmıştır Nimet. Ortanca olan Zülal kendisine münasip bir koca bulup evlenmiş, küçük kardeş Öznur ise Nimet ve kocası Halil ile birlikte yaşamaktadır. Nimet ile Halil’in arasının iyi olmadığını da sezinleriz daha ilk dakikalarda.
Kağıt üstünde önemli temalarda geziniyor “Ölü Mevsim”. Bir türlü ‘aile’ olamayan çift. Halil’in abisiyle akçeli işlerde yaşadığı sıkıntılar. Öznur’un yetişkin bir kadın olarak çıkış arayışları. Marangozluk yapan Halil’in yanında çırak olarak çalışan ve Avrupa’ya gitme planları yapan Afganistanlı Ali’in durumu vb.
Küçük aile işletmesinin feodal ilişkilerle ilerleme biçiminden, Ali’nin kişiliğinde sığınmacı emeğine hangi toplumsal kesimlerin ihtiyaç duyduğuna uzanan bir günümüz Türkiye’si çerçevesi de var yapımın.
Gelgelelim, belli ki kâğıt üzerinde güzel duran hikaye bir türlü görsel tutarlılığa kavuşamıyor. Hal böyle olunca da film boyunca yemek masası, kanepe, atölye, araba, koridor vb. buldukları yerde oturup konuşarak hikayeyi aktaran mizansenler silsilesi şeklinde ilerliyor yapım. Bir masanın (örneğin yemek) etrafında oyuncuları yerleştirip sahne inşa etmek kolay gibi görünse de hiç değil aslında. Çoğunlukla yönetmenlerimiz masanın bir tarafı açık olacak şekilde oyuncuları yerleştirip karşılarına da kamerayı koyarak halletmeye çalışıyor bu durumu. Doğuş Algün’ün de böyle sahnelere yaslandığını söylemek zorundayız.
Öte yandan, seyirciden bazı bilgileri saklamakla ketum davranmak ayrı şeyler. “Ölü Mevsim”de gerekli bilgilere vakitlice erişmek de mümkün olmuyor. Öznur’a ne olduğu karakterler için bir merak unsuru olabilir ama bir noktada seyirci için bilinmez olmaktan çıkmalı. Çünkü bu bilgiye nasıl ulaştığını bilmediğimiz Ali’nin tavırlarındaki ani değişimi anlamakta zorlanıyoruz finale doğru. Ali’nin değişimini, Öznur’un yaşadıklarını anlamayınca da sürprizmiş gibi gelen final hiç öyle olmuyor maalesef. Kuşkusuz bir filmin finali sürprizli olmak sorunda değil. Ama öyleymiş gibi hissettiriyor yapım. Aynı şekilde, iki erkek kardeş arasındaki ‘her ailede olabilir’ kabilinden olarak başlayan gerilimin ne ara yükseldiğini ve Halil’in radikal kararlar aşamasına geldiği de malum olmuyor bizlere. “Ölü Mevsim”de hikayede ketum davranıldığı için karakterler ete kemiğe bürünemiyor, hal böyle olunca da ne olup bittiğini anlasak da nasıl olduğuna vakıf olamıyoruz.
‘DÖNGÜ’
Göçmen bireylerin Türkiye’nin toplumsal dokusunda birer emekçi olarak varlıklarının sinemaya konu olması umut verici. ‘Ölü Mevsim’den sonra izlediğimiz “Döngü”nün de merkezinde yer alan karakterlerden birisi ev işçisi olarak çalışan Kosovalı Lena. Üç yıl önce ilk uzun metraj filmi ‘Koridor’ ile bu festivalde yer almıştı yönetmen Erkan Tahhuşoğlu. Benim de aralarında yer aldığım ana jüri tarafından kadın oyuncu, sanat ve görüntü yönetimi ödüllerine değer bulunmuştu yapım. ‘Koridor’ hayata farklı bakan yaşını başını almış iki kız kardeşin dünyasına götürüyordu seyirciyi.
“Döngü”nün merkezinde de iki yaşlı kadın var yine. Belli ki eski ve zengin bir aileden gelen Ayten hanımın yanında uzun yıllardır gündelikçi olarak çalışan Sevim’i odağına alıyor bu kez yönetmen. Sevim kızı, torunu ve damadıyla birlikte yaşamakta, her gün de Ayten’e yardıma gitmektedir. Görünüşte bu iki yaşlı kadın artık birbirlerine yaren olmuşlardır. Ayten yaşlandığı için günlük bakımına yardım etmek üzere bir süre önce Kosovalı bakıcı Lena da evde çalışmaya başlamıştır. Ancak Lena evde bir kaza geçirip kaburgalarını kırar. Uzunca bir süre çalışamayacaktır. Ayten ve oğlu Ergin’in yönlendirmesiyle Sevim ara bulucu rolüne soyunur. Lena’yı dava açmaktan vazgeçirip, uygun bir tazminata ikna etme görevi onun üzerine kalır. Süreç ilerledikçe ve çelişkiler arttıkça Sevim’in sınıf bilinci de açığa çıkmaya başlar.
Erkan Tahhuşoğlu sinemamızda az rastlanır ve ilgiyi hak eden bir işin altına giriyor. Özellikle Avrupa sinemasında örneklerini çok gördüğümüz ama bizde pek rastlanmayan alt sınıf karakterlerin sınıf farkındalığına kavuşma süreçlerine dair özel bir hikaye bu. Sevim’in kendisini aileden saydığı noktadan yola çıkıp, Lena ve çevresiyle temas ettiği andan itibaren kat ettiği yol onu yeni bir seviyeye taşıyor yapım. Bunu yaparken de Sevim’in Ayten ile kurduğu ilişkinin yatay olduğuna dair yanılsamasını, sonra şaşkınlıkla dikey bir hiyerarşi kurulduğunu fark etme süreçlerini ikna edici bir biçimde kuruyor yönetmen. Yine “Koridor”da olduğu gibi, ev içlerini, karakterler arasındaki dinamikleri yerli yerine oturtuyor.
Ancak sadece bu tarafıyla kalıyor işin yönetmen. Hal böyle olunca da 81 dakikalık süresine rağmen yine uzun kalıyor yapım. Çünkü hiçbir yan karakterin dünyasına giremeyen hikaye sadece Sevimde kaldığı için tekrarlar başlıyor. Bu yüzden onun ne olacağını, nereye varacağını anlamak da kolaylaşıyor. Filmin bir yerinde Lena’nın kuzeni Sevim’e “biraz da onun gözünden baksanız” diye tavsiyede bulunuyor. Sanki buna sadece Sevim değil, seyircinin de ihtiyacı varmış gibi bir his uyanıyor film bittiğinde. Film Lena’ya hiç alan açmıyor. Onun dünyasına girmiyor. Dolayısıyla onun haklılığını anlamakta zorlanıyoruz.
Sevim’in ailenin yanında durduğu, “onların ekmeğini yiyip ihanet etmemek gerektiği”ni salık verdiği anlardan, yani “kendinde sınıftan kendisi için sınıf” olmaya geçerken yaşadığı çelişkilerin kaynağı Lena oysaki. Bitirirken not düşmeden geçmeyelim. Ayten karakterinde “Koridor” filmiyle ödül verdiğimiz Emel Göksu burada da çok iyi. Ama emektar oyuncusu Serpil Gül’ün Sevim’i ete kemiğe büründürürken ortaya koyduğu performans hayranlık uyandırıcı. Jürinin gündemine gelecektir kuşkusuz.
GECENİN KIYISI
Almanya doğumlu Türkiye asıllı yönetmen Türker Süer’in ‘Gecenin Kıyısı’ en heyecan verici yapım olarak başladı açıkçası. Dünya prömiyeri 81. Venedik Film Festivali’nin Orizzonti (Ufuklar) bölümünde yapılan film daha ilk dakikasından itibaren görsel olarak farklı biçimler deneyen, risk alan bir yönetmenle karşı karşıya olduğunuzu hissettirdi. Türker Süer ve görüntü yönetmen Matteo Cocco’nun iş birliği hikayenin ihtiyaç duyduğu gerilimi ilmek ilmek örmeyi başarıyor. Çoğu zaman ‘düz durmayan’ kadrajlar ters giden bir şeyleri çerçeveliyor sanki. Öte yandan kimi zaman karakterlerin suratlarına kadar yaklaşan kamera, tam da seyirci kendisini olayın içinde hissederken açılıyor, geniş plana geçiyor ve onu yeniden ‘izleyici’ konumuna geri itiyor ve aralarda ‘izlediğiniz şey bir film’ hatırlatması yapıyor.
“Gecenin Kıyısı”nın görsel diline dair bir şey söylemeden girmek olmazdı. Onu ayrı bir yere koymamız gerek. Hazır iyi olanlardan başlamışken devam edelim. Filmde atadan dededen asker bir aileye mensup iki subayı canlandıran Ahmet Rıfat Şungar ve Berk Hakman’ı da analım. İkili hem kendi başlarına hem de bir arada oldukları anlarda filmin genel duygusuna güç katan performans koymuşlar ortaya. İkisi de gelecektir jürinin gündemine! Hikayeye gelince, yüzbaşı Sinan’ı yanına çağıran komutanı ağabeyi üst teğmen Kenan’ın disiplin suçu işlediğini ve yargılanmak üzere önce Malatya ardından da Erzurum’a götürülmesi gerektiğini söyler. Bu görevi de Sinan’a verir. Sinan ilk başta itiraz etse de kabul eder. Bir astsubay ve bir erle birlikte yola koyulurlar.
Film araları bozuk olan Sinan ve Kenan’ın yan yana geldiği ilk andan itibaren adım adım gerilimin tırmandığı bir yol hikayesine dönüşüyor. Yer yer arabayı kullanan askerin ciddiyeti kıran sakarlıklarıyla rahatlasa da, giderek ‘gerçeklikle’ bağı kopan memleketin militarist tarihinin iki kardeşte vücut bulduğu bir hesaplaş(ama)ma yolculuğa dönüşüyor film. Türker Süer gerilimi ustaca kurarken, ‘asker milletiz’ kabulünü bir karabasana dönüştürüyor. Belli ki Osmanlı’dan bu yana ailedeki her erkeğin asker olduğu bir geleneğin zorunlu temsilci olarak mesleğe giren iki kardeş karakter olarak da çok ayrılar. Sinan ‘emre itaati vazife sayan’ bir subayken, ondan büyük olmasına rağmen hala düşük rütbede yer alan Kenan’ın arızalı olduğunu anlıyoruz.
Bu gerilimli atmosfer gecenin ilerleyen saatlerinde 15 Temmuz darbe girişiminin başlamasıyla daha da artar. Başka iki kardeş olmak üzere herkes birbirinden şüphelenir. Darbe girişimi, ikilinin babalarının intiharıyla sonuçlanan itibar suikastı sürecini da yeniden gündeme getirir. 15 Temmuz’u hikayeye katma fikri ilk başlarda filmi güçlendiren, gerilim unsurların yeni bir boyut katan işlev görürken, giderek ayağına dolanmaya başlıyor maalesef.
İkilinin gerilimine o gecenin gerilimini ekleme fikri ilk anda yükseltiyor anlatıyı. Ancak, güvenlik gerekçesiyle yakındaki bir kışlaya sığındıkları andan itibaren filmin tonu da değişiyor. Çünkü anlatı belli ki kimi kaygılarla gerçeklik zeminine yaklaşmaya çalıştıkça en güçlü yanını gerçekliğe kurduğu mesafeden aldığı gücü kaybediyor. Türkiye’de kan gövdeyi götürürken sığınılan kışladaki sakinliğin akamete uğratmaya başladığı anlatı, kimin kim olduğuna kafa yormak durumunda kalan seyirciler için odağını kaybetmeye başlıyor. Buna bir de iki kardeşin babasının başına gelenlere dair sorgulamalar eklendiğinde başladığımız zeminden iyice uzaklaşıyoruz.
Hikaye yalnızca 15 Temmuz gecesiyle kalmıyor Ergenekon ve Balyoz davalarına kadar uzanan süreçlere de göndermelerde bulunuyor. Üstelik bunu yaparken seyircinin hafızasına fazla güveniyor. Halbuki o gecenin atmosferi filmin ilk yarısında inşa edilen fantastik/ gerilimli dili daha da büyütecek hatta anlatının gerçeklikle bağını iyice kopartacak yeni kanalların olanaklarını fazlasıyla sunuyor. Ama Türker Süer, karakterlerini ve hikayesini o gece olanlara, daha önce olmuş olanlara çekmeye çalıştıkça seyirci üzerindeki ikna gücünü kaybediyor. Haklı olarak gerçekte olan ile filmde olan arasında karşılaştırmalar, yorumlamalar başlıyor ve bu da odağı dağıtıyor.
Bitirirken filmin şimdiye kadar izlediğimiz yapımlar içinde en iyisi olduğunu, Türker Süer’in ilk uzun metraj filminde güçlü bir yönetim ortaya koyduğunu belirtelim.
31’inci Adana Altın Koza Film Festivali başlıyor: Festival programında neler var?
Altın Koza günlükleri 1: Yarım kalan ‘Umut’lar
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***