Suzan DEMİR
Geçtiğimiz yıl ilk sezonuyla ekrana gelen Şahmaran’ın ikinci sezonu 8 Ağustos’ta Netflix’te yayınladı. Biraz geriye gidip ilk sezonla başlamak istiyorum. Şahsu (Serenay Sarıkaya) dedesi Davut’u (Mustafa Uğurlu) arıyor ve Adana’ya gidiyordu. Bir büyükşehir olan Adana’da, üniversiteye asistan olarak giden bu havalı kızımız, koca şehirde kapısı kapanmayan otel bulmayı başarıyordu. Sonra dedesinin toprak damlı efekti verilen evini buluyor, yan tarafındaki zengin ailenin oğlu Maran (Burak Deniz) ile tanışıyordu. Maran, Marlar olarak geçen bir yılan türünün lideri olan ailede, seçilmiş kişiydi.
Dizi başlar başlamaz özellikle Alacakaranlık (Twilight) serisi izlemiş herkes benzerlikleri yazmaya başladı. O kısma girmeyeceğim zira birçok yabancı fantastik dizi de birbirinden esinleniyor. Bunda garip bir şey yok. Garip olan Netflix’e fantastik dizi yapmak isteyen yerli yapımların fantastikliği. Bundan 4 yıl kadar önce Netflix’in ikinci yerli yapımı Atiye’ye dair Yeni Yaşam Gazetesi’nden bir yazı kaleme almıştım. Orada hem Hakan Muhafız hem de Atiye için şunu demiştim: “Hem Atiye’nin hem de Hakan Muhafız’ın ana sorunu fantastik dizi yapma çabası. Komik ama acı olan fantastik iki yapımın da fantastik olma çabası kadar, iyi olma gayretleri yok. Fantastik olsun da gerisine bakarız gibi bir anlayışla yapılmış sanki.” Buradaki eksiğimi de tamamlayayım, fantastik kısımları da son derece kötü. Aradan geçen 4 yılının sonunda Şahmaran için de değişen bir şey yok.
İlk sezonda iyi kötü bir gizem havası oluşturulmuştu. Kehanete giden yol, orta segment yabancı bir fantastik yapımın replikası gibi duruyor; ama buna da şükür denebilecek düzeyde Atiye ve Muhafız’ın bir tık üstüne çıkıyordu. Tabii o yaratılan havada “ne de olsa fantastik anlatıyoruz” diyen bir tuhaflık da vardı. Adana’nın bir büyükşehir olduğunu hatırlatarak devam edeyim, zira tuhaflık tam da bununla ilgili. Sanırım İstanbul’dan çıkınca tüm iller kolonyalizm dönemi Afrika gibi bir havaya bürünüyor. Taşra bile değil!
Meksika sarısı olmasa da Adana’ya bol bol safari havası verildiği ara ara tropikal iklimle süslenen Latinler havasının da buna katıldığını görüyoruz. Maran’ın aile evi, dekoru, babası ve kız kardeşlerinin Afrika ya da Latin ülkelerindeki zengin kolonyal ailelerinden olduğuna yemin edebiliriz ama kanıtlayamayız, tadındaki imaj tam da bu bahsettiğim tuhaflık! Öte yandan Şahsu’nun Western kıyafetleri de başka bir telden çalıyor. Hele ikinci sezonda kuyudan çıkan Lilith’in (Sadet Işıl Aksoy) her an Anadolu Ateşi’yle sahneye çıkacakmış gibi olan kıyafetleri de cabası! Lilith’in yanında gelen ve Olimpia Ahenk Dourmouchev’in oynadığı karakterin de anime gibi giydirilmesi de başka bir gariplik. İnsan kendini, tüm bu özeni dizinin hikâyesi ve fantastik kurgusunda da gösterselerdi ne olurdu diye düşünmekten alamıyor.
İkinci sezona gelirsek, ilk sezondaki final sahnesinde yaşanan o katliamdan sonra Maran ve Şahsu Marların yaşadığı mahalleye gidiyor. Şunu diyebilirim ki ilk sezonda, en azından dizinin en eğlenceli karakterleri olan Maran’ın kız kardeşleri öldürüldü. Öte yandan Maran ve Şahsu’nun gittiği mahalle ilk sezonda da gösterilmişti, hatta Adana 01 dizisi izleyenler için de yabancı bir yer değil, yani Adana’nın yoksul ilçeleri… Zaten bu sezondaki asıl mesele daha çok Marların yaşadığı bu bölgenin insanın “ötekisi” olduğunu göstermek. Lilith ve Şahmaran arasındaki kavga da buna dayanıyor. Marlar kendilerini kurtarması için yüzyıllardır Şahmaran’ı beklerken Lilith ondan önce geliyor. Marlar zehir saçan bir fabrikada ölen, yoksulluk çeken bir halk olarak tasvir ediliyor. Lilith’in sahneye çıkıp ilk bölümde Maran’ın babası Ural’a (Mahir Günşıray) “Siz zenginlik içinde yaşarken Marlar yoksulluk içinde” demesi de buraya dayanıyor.
Lilith, Marları yanına tam da bu sebeple çekiyor. Şahmaran kehaneti bir türlü gerçekleşmeyince Lilith etkisindeki Marlar önce insanlara sonra kendi türüne savaş açıyor. Yaz günü Adana sıcağında kürk giyen zengin kadın darp ediliyor. Bu arada sonbaharında bile çekilse Adana’da o havada kürk giyilmesi diziden daha fantastik! Neyse başlayan savaşta Şahsu ve Maran sürekli kaçıyor ve Şahsu’nun Şahmaran olması için gereken sınavlarını yerine getiriyor. Tabii savaşın karşılaşmaları yaşanıyor ve sürekli aynı “ihanet” (gerçek efsanedeki Camsap aslında Cemşab’ın Şahmaran ya da Şahmeran’a ihaneti) üzerine kurulu “döngü” yeniden kuruluyor. Şahmaran Lilith’i değil yine insanlığı seçiyor. Seçme meselesi de şöyle, Lilith kardeşine onu değil insanı seçtiği için kızgın. Şahmaran ise ihanete rağmen insanların düzeleceğine inanıyor ve şans veriyor.
Dizinin bence ilginç karakterinden bir tanesi Miraç (Ekin Gökgöz). Lilith’in yanında yer alıyor ama onu da derdinin Marlar değil, kendi intikamı olduğunu anlayınca “ne Lilith ne Şahmaran” diyor. Bence üstüne düşünülerek yan hikâye olarak daha güçlü işlense epey ilginç olabilirdi. Zira ilk sezonda oğlunun ve daha birçok Marın bir fabrika yüzünden ölmüş olmasının savaşını veren tek karakter o. Şayet Şahmaran’ın da insanlığa bir güveni olacaksa tam da buradan başlaması gereken bir durum. Metin Erksan’ın Yılanların Öcü filminde yoksul bir köylünün köyün ağasına karşı savaşını izleriz ya hani, işte Miraç öyle bir hikâyenin karakteri. Dizi onu her ne kadar karanlık ve kötü göstermeye çalışsa da yüzyılların baskısını hissetmiş bu canlı, şiddeti sahibine postalamaktan başka bir şey yapmıyor. Ama dizi tam da en değerli sayılabilecek bu konuyu mizansen olarak kullanıyor sadece. Havalı karakterler, güzel giysiler içinde oradan oraya salınırken Miraç’ın hikâyesi bulanıklaşıyor…
Şahmaran ya da çocukken annemden masalını dinlediğim adıyla Şahmeran’ın hikâyesini eminim ki birçok kişi biliyor. Bu topraklarda Tarsus’tan Mardin’e Şahmaran anlatılagelen bir efsane. O yüzden yerli yapımların Göbekli Tepe, Şahmaran, İstanbul Surlarının sırrı gibi meselelerle fantastiğe adım atması garip değil. Ama bu hikâyeleri uyarlama biçimleri garip ve yetersiz. Yerli yapımlar alışılagelmiş kalıplarla “yeni bir şey deniyoruz” arasında bocalayan hikâyeler ortaya çıkarıyor. Oysaki havalı kıyafetler ve Lilith gibi yaratılış efsanesinde geçen karakterleri yamamadan da anlatılabilecek hikâyeler mevcut. Yoksa bu haliyle bir bölümde en az 15 aksiyon sahnesi olan, hiçbir karakterini öldürmeye kıyamayan, sürekli yeni kehanet üreten Vampir Günlükleri (The Vampire Diaries) bile pekâlâ daha başarılı. Dizinin fanları artık büyüdüğü için bu konuda rahat yazıyorum elbette; ama daha yapılan hiçbir yerli fantastik dizi, Vampir Günlükleri seviyesine bile ulaşamadı…
Suzan Demir kimdir?
Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde okudu. Hayat TV, ardından Evrensel Gazetesi’nde çalışmaya başladı. Taraf Gazetesi kültür sanat servisinde muhabir ve editör olarak çalıştı. Arka Pencere (www.arkapencere.com) online dergide haftalık sinema eleştirileri kaleme aldı. Ayrıca BİR+BİR Express dergisinde (hem online hem matbu dergide) www.sabirfikir.com ve Kritik 24 (K24) sitelerinde de haber ve yazıları yayınlandı. Yeni E Dergisi’nde kültür, sanat ve sinema röportajları yapıyor. Hala Avrupa’da çeşitli ajanslara politika, ekonomi ve kültür sanat dalında haberler üretiyor. Uluslararası Gazeteciler Federasyonu (IFJ) ve SİYAD üyesi.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***