NECİP F. BAHADIR | YORUM
Yoğun gündeme rağmen bugün bir ‘haftasonu yazısı’ tadında uzaklarda yaşanan gerçek bir öyküden söz edeceğim. ‘Tadı’ lafın gelişi hikaye hiç de iç açıcı değil. Önce kitabını okudum, sonra filmini izledim. Ve gördüklerim karşısında ‘büyük şok’ yaşadım. Büyük bir katliamdan habersiz kaldığıma hayıflandım. Uzaklardaki ‘o ülkeye’ ve katliamın mimarlarından olan ‘o isme’ sempatiyle baktığım yıllara acıdım.
O ülke; Endonezya, o gözünü kırpmadan milyonlarca insanı katleden ve bir o kadarını hapishanelere dolduran lider; Suharto. Muhsin Altun’un ‘Dindarca Öldürmek’ kitabından öğrendim Endonezya’da yaşananları. “Bir milyon kızıl Müslüman nasıl öldürüldü?” sorusuna cevap vermiş Altun. Sonra katliamı anlatan bir belgesel film izledim. Yüreğim daraldı.
Mehmet Şevket Eygi’nin, “Endonezya’da Müslümanlar Kızılları nasıl temizledi?” diye kitap yazdığını öğrendim. Maalesef Türkiye Müslümanları olaylara ‘tek açıdan’ ve ‘yanlış perspektiften’ bakmış. Bir Müslüman kendisi gibi düşünmüyor diye dindaşlarını nasıl öldürebilir? Eygi’nin kitabının başlığını okuyunca üzüldüm. Öğrendiklerimi sizin de bilmenizi istedim.
Malum, Asya kıtasında Pasifik ve Hint okyanusları arasında yer alan Endonezya dünyanın en kalabalık nüfusuna sahip ülkelerden biri. Bir ada ülkesi… 17 binden fazla küçük kara parçasından mürekkep. Adaların en büyükleri Sumatra ve Cava. Turistik belde Bali Endonezya’ya bağlı… Evet, coğrafya olarak bize epey uzak. Gönül coğrafyamızda da adı yok gibi.
Yazıya girerken ‘hikaye, öykü’ dedim ama kesinlikle kurgu ve hayal değil. Gerçeğin ta kendisi. 60 yıl önce yaşanmış, acısı hala dinmeyen trajediyi Muhsin Altun’un kitabından yararlanarak özetlemeye çalışacağım.
Darbe girişiminin başarısız olmasının ardından, Suharto (üstte) liderliğindeki ordu, komünistlere karşı geniş çaplı bir baskı başlattı. Bu süreçte, Endonezya Komünist Partisi (PKI) üyeleri, sempatizanları ve birçok sivil, toplu katliamlarda öldürüldü. Öldürülenlerin sayısının 1 milyonu aştığı belirtiliyor.
Hepsinin kökünü kazıyacağız!
1 Ekim 1965 sabahı… Endonezya’nın başkenti Jakarta gün ağırdıktan sonra bir grup subayın başlattığı bir darbe girişimine sahne oldu. ‘30 Eylül Hareketi’ olarak tanınan darbeciler ordunun üst kademesinden 6 generali kaçırdı. Çevresini askerlerin sardığı radyo binasında spikere zorla okuttukları bildiride, ülkenin kurucu lideri Sukarno’yu antikomünist generallerin darbesinden korumak üzere harekete geçtiklerini duyurdular. ‘Senaryo’ tanıdık geliyor mu?
Ordunun kıdemli komutanı Suharto komutayı ele aldı, aynı günün akşamı tek kurşun atmadan darbe girişimini bastırdı. Darbecilerin karargah olarak kullandığı hava üssünde bulunan iki sivilin itirafları üzerine ordu darbe girişiminin arkasında Endonezya Komünist Partisi’nin olduğunu açıkladı. Radyodan ulusa seslenen Suharto konuşmasını, “Hepsinin kökleri kazıyacağız!” diye bitirdi.
Ardından büyük bir katliam ve kıyım başladı. ‘Ensar’ adı altında örgütlenen dindar çete ve gruplar Ekim 1965 ile Mart 1966 arasındaki 6 ay içinde bir milyonu aşkın insanı ‘komünist oldukları ve darbe girişimine katıldıkları’ suçlamasıyla öldürdü. Ordunun imkanları kısıtlı olduğu için Suharto rejimi çareyi Müslüman dindarları, ‘komünist, kızıl’ diye yaftaladıkları grupların üzerinde sürmekte buldu.
Katliam fetvaları verildi
Dindar örgütler ve ülke çapında tanınmış hocalar komünistlerin kafir, ateist ve sapkın inanca sahip oldukları ve onları öldürmenin sevap ve ibadet sayılacağı fetvaları verdi. Ensar milisleri, yatılı medreselerden ve din okullarından toplanan öğrenciler ordunun dağıttığı listelere göre geleneksel silahlarla – balta, kılıç, bıçak, bambu mızrağı – vahşi ve kanlı infazlara girişti.
Katledilen milyonlarca kişi toplumun en alt gelir düzeyinde bulunan topraksız ve yoksul köylüler, öğretmenler, küçük memurlar, sanatçılar, öğrenciler ve az sayıda Komünist Partisi kadrolarından oluştu. Kurbanlar İslam’ın sünni yorumuna göre yeterince dindar olmamakla suçlandı. Ve onlara kızıllar anlamına gelen ‘abargan’ dendi. Katillere dindar – muhafazakar manasında ‘Santri’ adı verildi.
Kadınlara önce tecavüz edip sonra öldürdüler
Santrilerin hedefinde erkeklerden çok kadınlar yer aldı. Sevap kazanmayı umarak kadınları öldürmeden önce defalarca tecavüz ettiler, karınlarındaki ve kucaklarındaki bebekleri öldürdüler, akla hayale gelmedik işkenceler yaptılar. Yıllar sonra araştırmacıların ve gazetecilerin sorularına muhatap olan eli kanlı katiller yaptıklarını gururla anlattılar.
Katliamın ve kıyımın faillerinden hiçbiri mahkeme önüne çıkarılmadı. Aksina Suharto yönetimi mevzuatı ‘cezasızlık’ yönünde değiştirdi ve kanunlar çıkarttı. Katillerin işledikleri suçlar yanlarına kar kaldı. Sadece katlimlarla sınırlı kalmadı. Komünist partiyle bağlantılı ve iltisaklı olduğu değerlendirilen bir buçuk milyon kişi tutuklandı, hapishanelere ve toplama kamplarına gönderildi.
Suçlu oldukları ispatlanamıyor ama tahliye de edilmiyorlar!
Sadece Java adası 34 bin ‘B Grubu’ tutukluya ev sahipliği yaptı. B Grubu, Komünist Partiye’ye ve yan kuruluşlarına üye olan ancak darbe girişimine katıldıklarına dair kanıt bulunamadığı için mahkemeye çıkarılmayan fakat tahliyeleri sakıncalı bulunan kişilerden oluştu. Partiye ve ilişkili kuruluşlara ait kreş, okul ve üniversiteler kapatıldı, mal varlıklarına Suharto yönetimi tarafından el kondu, bazıları İslami kuruluşlara devredildi.
Cezaevlerinde maliyetin yükselmesi Suharto yönetimin farklı arayışlara yöneltti. Bir resmi heyet Jakarta’nın çok uzağında 2 bin 700 kilometre kuzeydoğusundaki ‘Buru’ adasının bir mahpus kolonisine dönüştürülmesini önerdi. Burası, kaçışı doğal olarak engelleyen sık ormanları ve yaşamı sürdürmeye yetecek kaynakların varlığından dolayı uygun göründü.
Ve Buru adası, B Grubu mahkumlar için ‘Rehabilitasyon Teşkil Merkezi’ olarak belirlendi. Projenin sorumlusu Adalet Bakanı Sugih Arto’ya göre dört duvar arasında olmaktansa bir adada zorunlu ikamet etmek ‘daha insani’ sayılırdı. 1969’da ilk kafile denize açıldı, üç yıl içinde adaya nakledilen tutuklu sayısı 10 bini aştı. Buru’nın adı ‘Kızıl Ada’ oldu.
‘Taahhütname’yle tahliye yolu açıldı
Tutuklular kendi inşa ettikleri her biri 50 kişilik barakalarda kaldı. Yaşam koşullarının ağır olduğu adada çok sayıda tutuklu yetersiz beslenme, verem, sıtma, aşırı çalışma ve işkenceden dolayı hayatını kaybetti. Büyük bölümü de kasıtlı ihmalin kurbanı oldu. İnsan hakları örgütlerinden ve Carter yönetimindeki Amerika’dan yükselen çağrılar sonucu ‘B Grubu’ tutukluların çoğu tahliye edildi.
Tahliyeden önce tutuklulara fikir ve düşüncelerini yaymayı amaçlayan faaliyetlerde bulunmayacaklarına ve devlet aleyhine dava açmayacaklarına dair bir ‘taahhütname’ imzalatıldı. Adadan son tahliye edilen taahhütnameyi imzalamayı reddeden ünlü yazar Pramudya Ananta Tur oldu. İktidarların hazzetmediği Pramudya, ömrünün yaklaşık 17 yılında cezaevinde, 13 yılını ise ev hapsinde geçirdi.
Darbe girişiminin ardından Pramudya’nın evi Ensar çeteleri tarafından basılıp yağmalandı. Kitapları ve notları yakıldı. 5 yıl Jakarta’da hapis yattıktan sonra ilk kafileyle Buru’ya nakledildi. Ve burada 10 yıl kaldı. Bir askerin dipçikle vurduğu sağ kulağı işitme duyusunu yitirdi, sol kulağı ise kısmen duydu. Dönemin Adalet Bakanı’na yazar Pramudya’nın durumu sorulduğunda dalga geçer gibi, “Yazmasına izin verdik ama kalemi ve kağıdı yok!” dedi.
Suharto, 1976…
Kendi başlattıkları darbenin intikamını aldılar!
Pramudya, uluslararası baskılar sonucu angaryadan kurtuldu ve bir daktiloya kavuştu. ‘Buru Dörtlüsü’ kitabını burada yazdı. Tutuklu arkadaşlarının anlattıklarını gizlice not etti, dört hikayeye dönüştürdü ve kadın akrabalarının gizli ceplerinde dışarıya çıkarttı. Adada yaşadıklarını ise ‘Dilsizin Sessiz Şarkısı’ adlı kitapta anlattı.
Bir gazeteci Suharto’ya 1972 yılında Pramudya’nın 30 Eylül hareketiyle ilgisi olup olmadığını sordu. Suharto gülerek “Hayır!” dedi; “Komünistlere yakın biri olarak eğer darbe başarılı olsaydı, onun gibi insanlar darbeyi kutsayacaktı.”
Pramudya darbe girişimini son kitabı Sürgün’de şöyle değerlendirdi. “Olan şudur. Ordu ve Suharto darbeyi başlattı ve ardından başkalarını darbecilikle suçlayarak iki milyon insanı öldürdüler. Anlıyor musunuz? Kendileri yaptıkları bir şeyin intikamı için iki milyon insanı öldürdüler.”
Endonezya’yı 32 yıl demir yumrukla yöneten Suharto, 1998 yılında ülkede yaşanan karışıklıklardan dolayı istifa etti. Suharto’nun çekilmesinden sonra sahada ve arşivlerde araştırmalar başladı. Görgü tanıkları ve faillerle görüşmeler yapıldı. Katliamdan sağ ve yaralı kurtulanlar korku içindeydi. Çok azı yaşadıklarını takma adlarla anlatmaya rıza gösterdi. Öfke ve nefretin boyutu dehşet vericiydi. Sol gruplar ise ise bu süreçte ‘özeleştiri’ kapsamı altında birbirlerini suçladı.
Toplu mezarlar ortaya çıkarılıyor
Pramudya ve arkadaşları 1999’da ‘1965 Kurbanlarını Araştırma Vakfı’nı kurdu. Vakfın kuruluşu dindar Müslümanların sert tepkisiyle karşılaştı. Pankartlarla yürüyüşler, gösteriler yaptılar. 17 yıl tutuklu kalan Komünist Partisi’nin kadın liderlerinden İbu Sulami’nin evi ateşe verildi. Vakfın ilk hedefi toplu mezarları ortaya çıkarmak oldu. Sulami 2000 yılında Orta Java’da toplu mezarın bulunmasını sağladı. İskeletlerin cenaze törenleri Müslüman gruplar tarafından basıldı. Kurbanlar ‘mezarsız ölüler’ olarak tarihe geçti.
‘Aile boyu’ yasaklar geldi
Uzun tutukluluk sürelerinin ardından tahliye olanlar, çocuklarını ve torunlarını da kapsayan medeni ve siyasi kısıtlamalara tabi tutuldu. Değil yurtdışına bulundukları köyün ya da kentin dışına çıkmaları yasaklandı. Her birinin kimlik kartına ET – eski siyasi tutuklu – damgası vuruldu. Ve sakıncalı ve cüzzamlı biri gibi ağır şartlar altında yaşamlarını sürdürmek zorunda kaldı.
İstifasının ardından 10 yıl daha yaşayan Suharto 2008’de hayatını kaybetti. Ne yargılandı, ne de itibar kaybına uğradı. Bugün görkemli türbesinin ziyaretçisi eksik değil. Katiller birer kahraman haline gelirken kurbanlar sessizliğe gömüldü. Endonezya’yı ‘Korku Takımadaları’ olarak adlandıran gazeteci Andre Vltchek, “Gerçeği analiz etmeye olan isteksizlik ve yetersizlik kendini kandırmaya, çekilen acılar utanca, işlenen suçlar onura dönüşür.” tespitini yaptı.
Bugün özel ortamlarda bile aileler 1965’te duyup gördüklerini yakınlarıyla konuşmaktan, tartışmaktan kaçınmakta. Heryanto Endonezya toplumunun kıyımlar karşısındaki tepkisizliğini ‘yüksek itaatkarlık’ olarak tanımladı.
Yargı yolu açılıyor; insanlığa karşı suç!
2016’da Uluslararası Halk Mahkemesi adlı kuruluş Endonezya’da yaşananların ‘İnsanlığa Karşı İşlenen Suçlar’ kapsamında bulunduğuna ve bundan devletin sorumlu olduğuna karar verdi. Devlet kararı tepkiyle karşıladı. En sert itiraz Müslüman örgütlerden geldi. Habip Muhammed, “Kurbanlardan özür dileyen bir başkanı deviririz, gerekirse şiddet kullanarak…” dedi.
Vahşetin boyutunu ve ayrıntıları öğrenmek isteyen kitaba müracaat edebilir. Endonezya’dan bize ne diyemeyiz. ‘Gerçeği öğrenmek’ sonra zalimle mazlumu ayırt etmek önemli. Biz daha ‘gerçeği öğrenmek’ faslındayız. Suharto’nun gülümseyen sempatik yüzünün altında meğer ne büyük kıyımlar ve katliamlar saklıymış.
Kitabın dışında internet ortamında konuyla ilgili kolay ulaşacağınız film ve belgeseller bulunduğunu hatırlatayım. 2012 tarihli ‘Öldürme Eylemi’ adlı belgesel öne çıkanlardan biri. Katliamların izini süren yapım… Yönetmen Joshua Oppenheimer adını vermediği Endonezyalı bir meslektaşıyla birlikte gerçekleştirdiği belgeselde kamerasını cuntanın uzantısı tetikçilere yönelterek dünya tarihinin eşini kaydetmediği katliamın boyutlarını başarıyla anlatmış.
Tahmin edileceği gibi belgesel Endonezya’da yasak… Kim utancıyla, suçuyla, vicdanıyla yüzleşmek ve hesaplaşmak ister ki… Başka filmler de var. Antropolog Robert Lemelson’un yönettiği ‘Sessizliğin 40 yılı’ bunlardan biri. 2009 yılında Amerika’da gösterime girdi. 2014 yapımı ‘Sessizliğin bakışı’ bir başka film.
Ben dokunaklı bu filmi ‘memleketimden insan manzaraları’ seyreder gibi birkaç kez izledim. Siz de bilin istedim.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***