Haden ÖZ
“Yirminci yüzyılın en parlak beyinlerinden biri olan Antonio Gramsci, kurduğu İtalyan Komünist Partisi’nin milletvekili olarak parlamentodayken Mussolini’nin iktidara el koymasıyla milletvekilliği dokunulmazlığına rağmen tutuklanıp hapse atılır. Faşist Mussolini savcısı, “Bu beynin işlemesini yirmi yıl durdurmalıyız” der ve böylece Gramsci ölümüne dek hapiste kalır. Ama Gramsci’yi dört duvar arasına hapsederek onun beyninin işlemesini durduracaklarını zanneden aklıevveller yanılır. Gramsci hayatının en önemli eserlerini hapishanede kaleme alır.
İki buçuk yıldır hapiste rehin tutulan Selahattin Demirtaş’ı siyasi kimliğiyle düşündüğümde aklıma Gramsci gelir. Bunu sırf bir benzerlik kurmak için ya da Demirtaş’ı Gramsci üzerinden, Gramsci’yi Demirtaş üzerinden okumak için yapmıyorum elbette. Zihnim bana o günlerin İtalya’sındaki faşist rejim ile bugünlerin Türkiye’sindeki ‘din soslu-alaturka faşizm’ (Kavram Fikret Başkaya’ya aittir, h.ö.) arasındaki yakıcı benzerliği ve her iki rejimin doğaları gereği özgür ve yaratıcı düşünceye, işçilere, emekçilere, köylülere ve ezilen halklara olan düşmanlığını gösterip durur. Ama nasıl ki Gramsci, faşist Mussolini rejiminin yıkıntıları altında kalmayıp bugün hâlâ yaşıyorsa, Selahattin Demirtaş da ‘din soslu-alaturka faşist’ rejimin darbesiyle yıkılmayıp her geçen gün siyasi aklıyla, sanatçı ruhuyla parlıyor.”
Bu yazıyı yazmamın üzerinden beş buçuk yıl geçmiş. Yani Selahattin Demirtaş’ın ve yoldaşlarının rehineliği sekizinci yılını doldurmak üzere. Ülkede demokrasi ve özgürlükler anlamında gram ilerleme var mı? Yok, aksine hak, hukuk, adalet, özgürlük ve demokrasi anlamında ülke darbe üstüne darbe aldı. Ne Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin ne de Anayasa Mahkemesinin kararları tanınıyor/uygulanıyor ( Ör: “Filozof ruhlu filantrop ve karıncaezmez” Osman Kavala, Selahattin Demirtaş ve Can Atalay kararları). İyiye, güzele, hayata dair ne varsa; önlerinde diz çökmeyen herkese ve her şeye düşman faşizm, herkesi ve her şeyi kendi istediği şekle sokmak ister. Şu günlerde rejimin yeni hedefi sokak hayvanları. Nazımca söylersem (Piraye için yazılmış saat 21-22 şiirleri – 6/7 Aralık 1945) :
Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim,
akar suyun,
meyve çağında ağacın,
serpilip gelişen hayatın düşmanı.
(…)
sana düşman, bana düşman,
düşünen insana düşman,
vatan ki bu insanların evidir,
sevgilim, onlar vatana düşman…
Kendileri gibi düşünmeyen insana düşman muktedirlerin dört duvar arasına hapsettiklerinde diz çöktüreceklerini sandıkları Selahattin Demirtaş bugüne kadar üç öykü, üç roman (üçüncüsü Yiğit Bener ile) ve bir savunma olmak üzere yedi kitap, besteler, karikatürler ve resimlerle hücresinin duvarlarını aştı.
Demirtaş, sanat anlayışına dair kendisiyle beş yıl önce yaptığımız söyleşide şöyle demişti: “Angajeyim ve politiğim. Ötekinin ve ezilenin, yani çoğunluğun avukatı, siyasetçisi, edebiyatçısıyım. Daha özgür, onurlu, mutlu bir yaşam için mücadele alanları olarak görüyorum bu alanları. Bu mücadeleyi yürütebildiğim için de özgür, onurlu ve mutlu hissediyorum kendimi. Yani amaç ve ona ulaşmak için kullandığım araç iç içe geçmiş durumdadır bende.“
İlk öykü kitabı Seher’den son kitabı Arafta Düet’e baktığımızda yaptığı şey tam olarak bu. Angaje bir yazar olarak kalemini bir insan hakları savunucusu ve bir siyasi lider olarak savunduğu ilkeler doğrultusunda kullanıyor. Şahsen sanat eserinin bir ideolojiden bağımsız ol(a)mayacağını, daha doğrusu her sanat eserinin öyle ya da böyle bir ideolojik görüşle ortaya çıkarıldığını düşünen biri olarak Selahattin Demirtaş’ın yaptığı şeyi anlayabiliyorum. Demirtaş kalemini ajitatif ve propagandif şekilde kullanmıyor, “daha özgür, onurlu, mutlu bir yaşam için mücadele” aracı olarak kullanıyor.
Son kitabı Arafta Düet’in ortaya çıkışı oldukça ilgi çekici. Beş yıldır mektuplaşıp ortak roman yazmalarına rağmen, hiç yüz yüze gelmeyen iki yazardan bahsediyoruz. Kitabın eşyazarı Yiğit Bener, Bianet’ten Evrim Kepenek’e verdiği röportajda şöyle diyor:
“Ayrıntılı olarak nasıl yazdığımızı çok açık anlatmak istemiyoruz. Biraz bizim iç mutfağımız. Bir de şu çünkü, işte o bölümü o yazdı, bu bölümü ben yazdım dersek, bir kısım okur, kimin neyi yazdığı üzerinden romanı değerlendirmeye ve yorum yapmaya kalkacak. Halbuki bu roman bir bütün. Biz şunu söylüyoruz, bu romanın her bir satırı, her bir cümlesi, hatta her bir virgülünde bile ikimizin eşit derecede sorumluluğu var ve bu bir bütün. Belki belli bölümleri birimiz, öbürü de diğer bölümleri yazmıştır. Ama şöyle de söyleyeyim, akış tamamen doğaçlama şekilde devam etti. Roman bittikten sonra da dönüp bir değişiklik yapmadık. Ancak bir iki böyle maddi hata üzerinden belki düzeltme yapmışızdır. Ama dönüp birbirimizin yazdıklarını da baştan değiştirmedik.”
Selahattin Demirtaş ve Yiğit Bener inanılmaz bir iş çıkarmışlar birlikte. Her iki yazarın bulunduğu koşulları düşünürsek firar kaçınılmaz olmuş. Hücrede tünel kazılmış, dışarıya sızılmış veya dışarıdaki yazar kendini bir süreliğine aynı hücreye attırmış gibi bir film/dizi senaryosu sanki. Prison Break gibi.
Kitabın iki yazarı olmasına rağmen dilde bariz bir farka rastladım desem yalan olur. Demirtaş’ın bütün kitaplarını, yazılarının/söyleşilerinin belki de hepsini okumuş biri olarak diline ve üslubuna hakim olduğumu düşünüyor(d)um şahsen. Yiğit Bener’i ise hiç okumadım. Yine de -eğer- bölüm bölüm yazıldıysa hangi bölümün kim tarafından yazıldığını veya aynı bölümde hangi cümlelerin kime ait olabileceğini anlayabileceğimi varsayıyordum, ta ki kitabı okuyup bitirene kadar. Açıkçası dil, üslup ve kurgunun akıcı, ilgi çekici ve heyecanlı olması bu didiklememi geri plana attı. Muhtemelen her okur ilk önce benzer kaygılarla, varsayımlarla romanı eline alacak. Yazıyı yazmak için hazırlık yaparken kitaba dair neler yazılmış diye interneti taradım ve Oggito’da Ayşe Sarısayın’ın yazısında şu satırlar dikkatimi çekti. Benim Selahattin Demirtaş’ın diline ve üslubuna dair düşüncelerimin benzerini o Yiğit Bener için yazmış:
“Yiğit’in asla vazgeçmeyeceği bazı sözcüklerin, deyiş biçimlerinin, unutulmaya yüz tutmuş eski kelimelerle öztürkçe olanların müthiş bir uyumla bir araya getirilmesinin, en önemlisi de olmazsa olmaz ironik üslubun izini sürerek, “Bu metin Yiğit’in kaleminden çıkmıştır,” diyebileceğime inanıyordum. Ne var ki Arafta Düet, bu ezberimi fena halde bozdu!.. Dosyayı yazılma aşamasında okurken, itiraf etmeliyim ki kendime sıkça sorduğum “Acaba bu bölümü kim yazdı?” sorusunun kesin yanıtını bulamayıp kararsız kaldığım zamanlar da oldu.
Aradan epey zaman geçtikten sonra, şimdi aynı metni kitap olarak ve karakterlerle ilgili ayrıntılara, anlatılan hikâyeye, dile, üsluba odaklanarak okurken, artık bu soruyu sormadığımı fark ediyorum. Belki metni tek yürek olarak kotarmanın oluşturduğu büyü ya da Selahattin Demirtaş’ın deyişiyle “efsun”, dili ve üslubu da şekillendirerek iki yazarı aynı zeminde buluşturuyor. Gerek içerik ve olay örgüsü gerek dil ve üslup hakkında önceden konuşulmadan, belli bir karara varmadan, adeta kendiliğinden oluşan metnin okurda yarattığı büyü, tüm soruları anlamsız kılıyor belki de.”
Peki Arafta Düet’in derdi ne? Ama bundan önce, iki cümlelik kısa Türkiye tarihi. Ülkenin cumhuriyet öncesinden bugüne her bir karış toprağına dokunduğumuzda resmi ideolojinin düşman gördüğü, devlet dersinde öldürülmüş binlerce insanın kemiklerinin sızısını hissederiz. Başka bir şey eklemeden şu yılları yazmam dahi resmi tarihle zihni bulanmamış birinin zihninde şimşekler çakmasına yeter de artar sanırım: 1915, 1930, 1938, 1955, 1977, 1978, 1980, 1993, 2011, 2015 ve günümüz.
Arafta Düet, bir bakıma yüzyıldan fazladır orta yerde duran sorunlara dair bir muhasebenin, eleştirel ve özeleştirel bir bakışın, bir barış ihtimalinin 78 kuşağından bir devrimci olan Avukat Sinan Çağlayan ve Emekli Tümgeneral Ayvaz Dere karakterleri aracılığıyla dile gelmesidir diyebilirim. Her iki karakter de hem geçmişleri hem de bugün ülkenin içinde bulunduğu durum üzerinden bir muhasebeye girişirler. Hatalarını, eksiklerini, yanılgılarını bazen yüksek sesle, bazen içlerinden dile getirirler. Kırk yıl önce, 12 Eylül’ün türlü işkence denemelerinin yapıldığı cezaevlerinden biri olan Mamak Cezaevinde karşı karşıya gelirler ilk kez. Yıllar sonra bir tesadüf onları buluşturduğunda her ikisi de emeklidir ve yukarıda da belirttiğim gibi hem kendilerini hem de ülkenin içinde bulunduğu koşulları sorgulama dönemindedirler. Ülkenin en can alıcı sorunları gerek bu iki başkişi, gerek yan karakterler Aysel, İrfan, Berfin(ler), Can Yücel aracılığıyla dile geliyor. “Roman boyunca baskı altında ve yasaklı olan farklı siyasetten ve kimlikten kişileri geçmişi sorgulamaya, ortak bir tavır geliştirmeye iten olaylar, tek başına kurtulmanın mümkün olmadığını da bariz bir biçimde gösterir. Sinan’ın ve arkadaşlarının geçmiş tecrübeleri ve travmaları üzerinden şiddete uğrayan kadınlara, Cumartesi Anneleri’ne, KHK ile ihraç edilmiş devlet memurlarına, IŞİD zulmünden kaçan Ezidilere, LGBTİ’lere, Gezi ve eskinin Ergenekon kumpası tutuklularına selam gönderilir” (*)
Aynı masada otururlar, karşılıklı bira içerler, saatlerce tartışırlar, birbirlerinin “suçlarını”, “günahlarını”, “hatalarını” bazen bağırarak, bazen içlerinden söylerler, bazen de uzun uzun susarlar. Bu, geçmişi unutma değildir, bir bağışlama değildir, bir af dileme de değildir. Birbirlerinden özür diledikleri olur ama bunun bireysel olarak bir öneminin olmadığını bilirler. Bu, tam olarak, yazının başlığında kullandığım gibi, bir barış ihtimalidir bana kalırsa. Belki bir müzakere masasıdır, evet geçmişin, şimdinin ve geleceğin yumruklar sıkılmadan konuşulduğu bir masa.
Arafta Düet, kurgusu, mizahi üslubu, ters köşe yapan sonu ile, kitabı bitirip kapattığınızda zihninizde devam eden cinsten bir roman. Eksik görünen taşlar sonra yerli yerine oturuyor veya dikkatimiz sonradan geri dönüyor da diyebilirim. Sürpriz son, ikinci kitaba göz kırpıyor ama Yiğit Bener, Evrim Kepenek ile söyleşisinde net bir ifade ile romanın devamının gelmeyeceğini söylüyor: “Başlangıçta belki devam ederiz diye de ucunu bu kadar açık bıraktık. Biraz kenara koyalım, biraz bir dinlendirelim, tekrar dönüp bakalım dedik. Ama tekrar okuyunca baktık, hayır bu roman burada tamamlandı, dedik.”
Velhasılıkelam, buraya kadar okuduysan bir paragraf daha okursun sevgili okur diyerek yazıyı Behçet Çelik’in kitaba dair önemli ve dikkat çekici bulduğum değerlendirmesiyle bitireyim: “Bir romandan asırlık muhasebelere nihai çözümler getirmesi beklenmez elbette, Arafta Düet’in yazarlarının da böyle bir iddiaları yok, ama anlattıkları hikâye eğlenceli bir serüvenden ibaret değil. Bir odaklanma çağrısı diyebiliriz belki; barış ve adalet için pürdikkat odaklanılması gereken kimi noktaların, misal şiddeti dışlayan, hakiki diyaloglara imkân tanıyan karşılaşmalara ve özgürce konuşmaya ve cesarete ne çok gereksinimimiz olduğunun belirginleştiği, somutlaştığı bir anlatı. “
Yiğit Bener ‘Arafta Düet’i anlattı: Öteki yazara eriştik ve ona kendi yüreğimizi açtık
Arafta Düet’in lansmanı Edirne’de düzenlendi… Selahattin Demirtaş: Zulüm düzenini dayanışmayla aşacağız
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***