PROF. DR. M. EFE ÇAMAN | YORUM
Bir önceki yazımda Türkiye’deki patolojiye anomi kavramı üzerinden yaklaşmayı denemiştim. Sosyolojiye indiğimizde olan bitenleri daha derinlemesine ve holistik (toptansal) şekilde okuyabiliriz. Sosyoloji politikanın (siyasetin) da ekonominin de (iktisadın) temelidir. Toplum hastalanırsa bundan politika ve ekonomi alanlarının etkilenmemesi imkânsız! Türkiye’yi sürekli politik olarak okumak bir tür miyopluk ve bu, tanılarımızın (teşhislerimizin) sürekli yanlış veya eksik çıkmasına neden oluyor. Sorunların kök nedenlerini anlayamazsak onlara çözüm de bulamayız. Öncelikle sosyolojik bir kanserle karşı karşıya olduğumuzu tespit ediyoruz.
Bunu son 8 yılda yazdığım binden fazla yazıda farklı bağlamlarda dillendirdim, katıldığım programlarda da ifade ettim. Sürekli aynı hataları yapıp farklı sonuçlar beklemek rasyonel değil. Bataklık varken sivrisinekleri kimyasallarla yok etmeye çalışmak da öyle. Sivrisineklerin kök nedeni bataklık olarak tespit edilmeden sivrisinek mücadelesinde başarılı olunamaz. Bu analojiden hareketle, kök nedenlere inmeden, palyatif yaklaşımlarla ve pansumancılıkla Türkiye’yi düzeltemeyiz. Türkiye’de sorunlara neden olan siyaset değil, toplumsal patolojidir. Siyaset hastalığı yansıtıyor. Ekonomi de öyle! O halde kolları sıvayalım ve bazı tespitler yapmaya başlayalım dilerseniz.
Anomi namussuzluktan kaynaklanıyor.
Hayır, bu trol ifadesi veya akademik dilden uzaklaşmak değil.
İzah edeyim: Anomi kavramının kökü Yunanca “nomos” kelimesi ve bu kelime da kural, norm, kanun anlamına geliyor. Batı dillerindeki norm kelimesinin kökü bu Yunanca kelimeye dayanıyor. Nomos kelimesine “a” ön eki getirilerek oluşturulan “anomi” kuralsızlık, normsuzluk, kanunsuzluk anlamına geliyor. Türkçe’de kullanılan namus kelimesi, Yunanca nomos kelimesinden geçme bir kavram. Namus argoda sadece kadın-erkek cinselliğine veya birlikteliğine atıfta bulunan kuraları veya normları nitelese de, geniş anlamı bu değil.
Namus (nomos) esasen çok daha geniş kapsama alanı olması gereken bir konsept. Namuslu olmak deyimi, mevcut kurallara, normlara, kanunlara uygun hareket etmek anlamına geliyor. Tabirimi mazur görün, namus “uçkurun” çok ötesinde derinliğe sahip bir kavramdır. Mesela rüşvet yememek, kamu malını iç etmemek, özel mülkiyete çökmemek, hak yememek, atamaları liyakate göre yapmak, yetkiyi kötüye kullanmamak gibi hem hukuksal olarak, hem de ahlaki olarak toplum tarafından talep edilen davranışları namus kavramıyla ifade ederiz. Namussuzluk bu bağlamda nomosa uygun hareket etmemektir, yani nomosun zıt anlamlısıdır. Anomi de nomosun zıt anlamlısı olduğuna göre namussuzluk ve anomi aslında aynı şeydir.
Demek ki toplumsal çürümenin nedenlerini anomi kavramıyla özetleyebiliyor, derli topu ifade edebiliyoruz. Kavramların ana işlevi kategori oluşturmak, benzer “şeyleri” bir araya toplamak, doğaya ve insana dair ne varsa onları daha iyi anlamaya çalışmaktır. Kavramlar (kelimeler, sözcükler, fiiller, sıfatlar, vs.) olmaksızın düşünemeyiz. İnsanın Aristo tarafından “düşünen hayvan” olarak nitelendirilmiş olması tesadüf değil. Sokrates de insanı sorgulayan hayvan olarak tanımlamıştı. Düşünebilmek ve sorgulama yetisi için dil gerekiyor. Bu nedenle sözcüklerin etimolojisini yapmak (yani onların nereden geldiğini, nasıl geliştiğini, nasıl evrildiğini inceleyen bir “arkeoloji”) gayet gereklidir. Namussuzluk ve anomi arasında bir köprü kurarak sosyal çöküntüyle normların erozyonu ve yok oluşunu izah ettik.
Şimdi biraz daha ilerleyelim.
Normlar neden erozyona uğruyor? Neden yok oluyorlar?
Bu yerinde bir soru. Neden durduk yerde toplumu bir arada tutan tutkal, etkinliğini kaybetti?
Bu soruların yanıtlarını bir diğer kavramı operasyonel hale getirmeden izah etmek güç. O halde bunu deneyelim. Benim önereceğim kavram kutuplaşma. Evet, çok bilinen ve sık kullanılan bir kavram. Ama onu yazıdaki konuyu izahta kullandığımızda taşların biraz daha yerine oturduğunu göreceksiniz diye umuyorum.
Türkiye toplumu birbirinden farklı yaşam tarzlarına ve topluma ilişkin gelecek tasavvurlarına sahip toplum kesimlerinden oluşuyor. Bu toplum kesimleri aynı sınırlar içinde bir arada var olan gruplar olmalarına karşın, paralel toplum üniteleri olarak varlıklarını devam ettiriyorlar. Bölünme etnik, inançsal, coğrafi, kültürel, sosyoekonomik ve başka alt kümelerde gerçekleşiyor. Örnek vermek gerekirse Türk-Kürt, Sünni-Alevi, Müslüman-gayrimüslim, muhafazakâr/dindar-seküler, doğulu-batılı, kıyı bölgeli ve iç bölgeli, varlıklı ve yoksul, eğitimli ve eğitimsiz, kadın-erkek gibi kategoriler karşımıza çıkıyor. Bu tür kategoriler başarılı toplumlarda var olsa da, Türkiye’de sadece alt kimliksel değil, gayet belirleyici üst kimliksel ve güçlü aidiyet/kimlik kategorileri olarak tezahür ediyorlar. Bu kategoriler üzerinden toplum bölünüyor. Bazen bilirsiniz mahalle terimini kullanırız. Filanca mahalle, falanca mahalle gibi; ya da kabileler de denir. Bunların kastettiği işte benim burada izah etmeye çalıştığım paralel toplum üniteleridir.
En ciddi fay hattı yarılması dinin rolü ve işlevi üzerinde gerçekleşti.
Osmanlı aydınlanma sürecinin ana belirleyicisi budur.
Anominin kaynaklarını bu arkeolojiyle ortaya çıkartmalıyız.
Devletin ve toplumun modernizasyonu esnasında görece statik kurumlar mobilite ve devinimden dolayı kendilerini tehdit altında hissetti ve bu kurumların elitleri gardlarını yukarı kaldırarak retçi, direnen, daha da muhafazakârlaşan bir refleksle değişime karşı durdular. Modernleşmeciler ise gelenekçilerin gücü karşısında evrimcilikten ziyade devrimciliğe (jakobenliğe) yöneldi.
Askeri-bürokratik elit elinde devlet gücü olduğu için gücünü gelenekçilere dayattı ve onlara rağmen devrimleri-reformları gerçekleştirdi. Bu, toplumu ortadan ikiye yardı. Bir bölüm modernleşmecileri haklı bulurken, diğer bölüm gelenekçilerin saflarını seçti. Türkiye siyasetinin ana eksenini bu kimliksel bağlam belirledi.
Diğer bir yarılma, etno-milliyetçi bir kimliğin Anadolu halklarına dayatılmasıyla oluştu. Görece güçsüz ve coğrafi olarak dağınık gruplar Türkleştirme üzerinden gelen yeni kimliği kabullendi. Kürtler ise coğrafi olarak yoğun yaşadıkları kadim yurtlarında asimilasyona direndiler. Yirmi birinci yüzyıla Kürtleri asimile edememiş bir etno-Türk devleti olarak girildi ve bu da sosyolojik kanserin diğer bir boyutunu oluşturdu.
Kimlik savaşları diyebileceğimiz bir sarmala giren ülke, toplumsal dirliğini ve düzenini kaybetmeye başladı. Bu gruplara mensup insanlar birbirlerinden farklı gelecek tasavvurlarına, yaşam biçimlerine, kültürlere, değerlere sahipti. Giderek birbirlerine yabancılaştılar. Her grup devleti kendi hâkimiyeti altına alarak hem kendi varlığını korumaya, hem de baskın olmaya çalıştı. Böylece devlet herkesin devleti olamadı, hep bir grubun devleti oldu. Dolayısıyla devlet bir tür baskı aracı olarak evrildi, adeta bugünlere hazırlandı.
İşte bu normlar, değerler, kurallar, kanunlar, ilkeler, idealler hakkında birbirlerinden taban tabana farklı pozisyonları olan Türkiye toplum parçacıkları, sonuçta hiçbir norm, değer, ilke, kanun üzerinde anlaşamama durumuna mahkûm oldular. Böyle bir toplumda istikrar, düzen, iç barış ve huzur olması imkânsızdır. Sürekli ötekini tahakküm altına almak isteyen, onu iç düşman olarak görme alışkanlığında olan, ötekinden nefret eden toplum kesimleri, vücutta birbirini yok etmeye çalışan hücreler gibi, toplumu ciddi bir varoluşsal krizle karşı karşıya bıraktılar.
Namussuzluk bu bağlamda bir neden değil, bir sonuçtur.
Değerler üzerinde uzlaşmadan namus (nomos) üretmek ve ona göre şekillenen bir topluma ve devlete sahip olmak olanaklı değildir. Bugünkü anominin en önemli nedeni budur.
Yapılması gerekenler nedir?
Bunları da bir başka yazıda inceleyelim, ne dersiniz?
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***