PROF. DR. M. EFE ÇAMAN | YORUM
Kıbrıs Rumları 1963 yılında bazı anayasa değişiklikleri yapmak istediler. Türkiye tarafı ve Kıbrıs Türkleri bunları reddetti. Bu bir krize yol açtı. İki taraf arasında gerilim tırmandı. Rum aşırılarla Türk aşırılar karşılıklı terör saldırılarına başladılar. Türk başkan yardımcısı Kıbrıs devletinin fiilen ortadan kalktığını ilan etti. Kabineden Türk bakanlar çekildiler, meclisteki Türk milletvekilleri de meclisi terk ettiler. Türk kamu personeli de görevlerini bıraktı.
İki toplumluluk ilkesi ciddi yara almıştı. Türkiye adaya müdahale söylemini gündeme getirmeye başladı. 1974’te Yunanistan’daki Albaylar Cuntası’nın desteğiyle Kıbrıs’ta bir darbe yapılınca ve anayasa rafa kaldırılınca Türkiye müdahale kararı aldı. 20 Temmuz 1974’te Bülent Ecevit hükümeti Kıbrıs çıkartmasını başlattı ve Türkiye askerleri unsurları adaya çıkartıldı. Üç gün sonra Nikos Sampson darbesi çöktü, cunta bertaraf edilmişti. Dahası Atina’daki Albaylar Cuntası rejimi de kriz karşısında çekildi ve Yunanistan demokrasiye döndü.
Londra ve Zürih Antlaşmaları yukarıda da belirttiğim gibi Yunanistan’a, Birleşik Krallık’a ve Türkiye’ye garantör devlet rolü vermişti. Neyi garanti ediyordu bu devletler? İki toplumluluk üzerine kurulu birleşik Kıbrıs anayasasını ve “Enosis” ve “Taksim” tezlerinin engellenmesini.
İşte bu bağlamda, 20 Temmuz müdahalesi sonrası, Ankara diyebilirdi ki, “Görevimizi tamamladık, Kıbrıs anayasasının önündeki tehlikeleri ortadan kaldırdık, adayı meşru hükümete devrediyoruz.” İki toplumlu düzeni yeniden tesis eder, hatta belki kısmen askeri olarak sınırlı bir süre dar bir bölgede, İngiliz askeri üsleri gibi bir askeri varlığı ada üzerinde tutabilirdi. Bu sayede ada Rumları arasında yeniden anayasanın ortadan kaldırılması yönünde ortaya çıkabilecek radikal milliyetçi hareketlerin de önünü almış olabilirdi. Kısacası ciddi bir barış misyonu güdebilirdi.
Ancak bunlar yapılmadı.
Bilakis, 20 Temmuz müdahalesinin ardından, Ağustos müdahalesine girişildi ve adanın kuzeyinde, ada yüzölçümünün %36’sına tekabül eden bir alan işgal edildi. Bu alanda yerleşik Rum nüfus güneye göç etmeye zorlandı. Bu insanların mallarına ve mülklerine çöküldü. İnsanlar bir gece içerisinde evlerini ve köylerini terk ederek kaçmak zorunda kaldı. Bu arada binlerce insan kayboldu. Birçoğu tecavüze uğradı veya öldürüldü.
Türkiye, garantör rolü ile birincil olarak “Enosis” ve “Taksim” girişimlerini engelleme yükümlülüğü altındayken, bilakis “Taksim” planlarını devreye soktu. Yani Türkiye’nin amacı hiçbir şekilde adadaki anayasal düzeni yeniden tesis etmek değildi. Ankara bunu yalnızca askeri müdahaleye meşruiyet devşirebilmek için kullanmıştı. İşgal başarılı olunca da hemen Taksim planı doğrultusunda kuzeyde bir Türk bölgesi oluşturulmuştu. Böylece kuzey topraklarının Türkiye anakarası ile bütünleşik bir stratejik bölge oluşturması imkânına kavuşulmuştu. Ada Türkleri bu stratejinin gerçekleşmesi için bir araçtı.
Türkiye Kıbrıs’a kalıcı olarak çıktı, amacı Türk askeri varlığını ve Türkiye’nin kontrolünü sağlamak, Rumların Yunan devletiyle birleşmesine engel olmak, ama aynı şekilde adayı coğrafi olarak bölmek ve Türkiye’nin adayı kontrol etmesine imkân sağlamak amaçlarına göre hareket etti.
Türkiye 1950’lerden itibaren Kıbrıs’ı dış politikasının merkezine aldı ve tüm enerjisini bu doğrultuda harcadı. Kıbrıs çıkartması sonrasında Türkiye-Yunanistan ilişkileri ciddi zarar gördü. Ege Ordusu’nu kurarak açıkça Yunanistan’a karşı koz olarak kullanmaya başladı. Yunanistan’ın doğu Ege adalarını silahlandırmasına yol açtı. Bu orduyu NATO kapsamı dışında tuttu. Ege’de Lausanne Antlaşması ve diğer uluslararası antlaşmaları giderek daha fazla ihlal eden Türkiye, Ege’de “egemenliği tartışmalı adalar” gibi Lausanne ile açıkça ihtilaf halinde olan tezler iler sürdü.
Yunan karasularının uluslararası hukuka uygun şekilde 6 milden 12 mile çıkartılması planlarına karşı çıktı ve bunu savaş nedeni (casus belli) saymaya başladı. Oysa çelişkili şekilde Karadeniz ve Akdeniz’de kendisi 12 deniz mili rejimini uyguladı. Son yıllarda Mavi Vatan adı verilen Avrasyacı tezleri yine uluslararası hukukla adeta dalga geçercesine dış siyasetinin merkezine yerleştirdi. Bu uçuk teze göre doğu Ege’de bulunan Yunan adalarının hiçbirinin uluslararası hukuk gereği sahip oldukları karasuları yoktu ve sanki bu adalar Türkiye’ye aitmiş gibi, adaların çevresindeki deniz sahası münhasır ekonomik bölge ilan edildi. Türkiye rejimi, Avrasyacı yayılmacılığa teslim olmuş bir şekilde hukuktan koptu, daha da önemlisi mantığı terk etti.
BM Genel Sekreteri Annan’ın adıyla anılan BM planına başlangıçta Rauf Denktaş ve Bülent Ecevit daha referandum olmadan önce, Kıbrıs Rumları AB’ye katılmadan kabul etmiş olsalardı, bu plan AB müktesebatı haline gelecekti ve ada AB’ye Birleşik Kıbrıs olarak girmiş olacaktı. Bu antlaşma gereği AB Türkiye’nin AB’ye katılımına tarih vermek durumunda kalacaktı. Çünkü Londra ve Zürih Antlaşmaları uyarınca, Türkiye, Yunanistan ve Birleşik Krallık’ın üye olmadığı uluslararası örgütlere Kıbrıs Cumhuriyeti’nin katılım hakkı yoktu. AB üyeliğinin gerçekleşmesi için Türkiye’nin AB üyeliğinin önü açılmak zorundaydı.
Bülent Ecevit, AB konusunda zaten derin şüpheleri olan ulusalcı bir liderdi. Denktaş ise Kıbrıs konusunda tek belirleyici olmak istiyordu. Her ikisi de 1974 harekâtının karar alıcılarıydı. Dr. Küçük ekolünden yetişme Denktaş siyasi kariyeri boyunca Taksim Tezi’ni desteklemiş bir nasyonalistti. MİT ve Türk derin devleti ile beraber en başından beri önce ada Rumlarının İngiliz sömürgesi olmaktan kurtulma çabalarını sabote etmeye çalıştılar, sonra bu olmayınca Federal Kıbrıs fikrinin altını oydular.
EOKA ve Yunan Albaylar Cuntası ne kadar Türk düşmanıydıysa, Denktaş da o kadar Rum düşmanıydı. Ecevit ise siyasi kariyerinin en büyük kazanımlarından biri olarak “Kıbrıs Fatihi” olarak anılmasını görecek kadar milliyetçiydi. İşte bu zihin yapısı, ayaklarına kadar gelen fırsatı tepti ve Annan Planı’nı daha referandum gerçekleşmeden imzalamadılar. Referandum olduğunda artık Kıbrıs Rumları AB üyeliğini garantilemişti ve dolayısıyla referandumu imzalamak için herhangi bir motivasyonları kalmamıştı.
Oysa eğer Ecevit ve Denktaş en başından Annan planını imzalamış olsalardı, bu Kıbrıs Rumları üzerinde büyük bir baskı oluşturacaktı ve onlar da Annan Planı’nı imzalamak zorunda kalacaklardı. Bu sayede hem Kıbrıs birleşecek ve AB’ye birleşik Kıbrıs olarak girecekti, hem de Türkiye bu sayede AB üyeliğini garantileyecek ve katılım tarihi alacaktı.
AB yetkilileri bu durumu Türkiye’ye izah etmeye çalıştılar, ancak nato kafa nato mermer Ecevit ısrarla bu girişimleri sonuçsuz bıraktı. 70’lerde “Onlar ortak biz Pazar” diyerek Avrupa entegrasyonuna ilgi göstermeyen Üçüncü Dünya solculuğu tavrı, bu kez ikinci defa Avrupa yönelimini sabote etti.
Kıbrıs 50 yıldır Türkiye tarafından işgal edilmiş durumda. Tüm dünya ve uluslararası hukuk bunu böyle görüyor. Türkiye’nin kendi kendine ilan ettirdiği “bağımsızlık” Kuzey Kıbrıs’a hiçbir olumlu etki yapmadı. Bilakis Türk para biriminin kullanıldığı, mafyatik organize suç ilişkilerinin ve kara para trafiğinin ekonominin temelini oluşturduğu, Türkiye’ye fiilen bağımlı ve hukuken yok konumunda bir “bölge” oldu Kuzey Kıbrıs.
Dünyadan gönderilen mektup ve paketlerin bile resmi olarak ulaşma imkânının olmadığı, pasaportunun veya düzenlediği belgelerin kabul edilmediği, Türkiye uydusu olan Kuzey Kıbrıs’ta yaşam standartları Kıbrıs’ın resmi yönetimi olan Kıbrıs Cumhuriyeti seviyesinin çok altında. Fakat tüm bu olumsuzluklar Türkiye’yi yönetenlerin umurlarında bile değil. Çünkü meselenin en başından beri Ankara Kıbrıs’a hep strateji ve güç politikası gözlükleriyle baktı. Kıbrıs Türkleri Türkiye’yi yönetenlerin umurlarında bile olmadı.
Ben yakın gelecekte Kıbrıs üzerinden rejimin kendisini yeniden diriltme stratejisine geçebileceğini düşünüyorum. Bu doğrultuda Erdoğan’ın Kıbrıs’ta federal bir çözümün – dolayısıyla birleşmenin – mümkün olmadığı demeci çok önemlidir. Erdoğan bir aşama sonrasında Kıbrıs ve Türkiye’nin Hatay örneğinde olduğu gibi birleşmesini gündeme getirebilir. Yani Kuzey Kıbrıs Türkiye’ye “katılır”, Türkiye Kuzey Kıbrıs’ı ilhak eder. Bu şekilde nasyonalist bir dalga başlar. Türkiye uluslararası toplum tarafından tecrit edilir ve yaptırıma uğrar. Erdoğan bunu bir tür kahramanlık ve direniş öyküsü olarak kamuoyuna pazarlar, muhalefeti de bu yolla komple etkisiz hale getirir. Çünkü kimse “Kıbrıs davası” ile ilgili olarak milliyetçi çizginin dışına çıkamaz. Dediğim gibi Kıbrıs siyasetten arındırılmış bir alandır.
Kıbrıs konusuna eleştirel yaklaşmak ve Türkiye’nin yaptığı yanlışları dillendirmek ve eleştirmek hainlik değil, gerçek yurtseverliktir. Kıbrıs’la milli gurur ve yurtseverliği eş anlamlı tutanlara, tüm iktidarı boyunca Mustafa Kemal Atatürk’ün gündeminde neden Kıbrıs diye bir konu yoktu diye sormak sanırım yeterli bir yanıt olacaktır.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***