Alberto TOSCANO*
Çeviren: Yener ÇIRACI
Son birkaç yıldır, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki faşizm tartışmaları, şaşırtıcı olmayan bir şekilde, özel kuruluşlar ve eyalet yasama organları aracılığıyla gerçekleşen korkunç aşırı sağ seferberliğinden ziyade Donald Trump’ın başkanlığına -geçmiş ve muhtemelen geleceğe- odaklanan bir seçim temposu izledi. Faşizmin tarihsel olarak iktidarı başarılı bir şekilde ele geçirmek için milisler ve yasa tanımazlıkla birlikte seçimsel ve anayasal bir sürece ihtiyaç duyduğu düşünüldüğünde, bu birçok açıdan haklı bir yaklaşımdır.
Ancak bugünün sözde “faşizm tartışması” -faşizmin burada gerçekleşip gerçekleşemeyeceği ya da zaten gerçekleşmiş olup olmadığına dair akademik ve entelektüel bir tartışma- dört ya da sekiz yıl öncesinden farklı bir zeminde gerçekleşiyor: ABD hükümeti tarafından finanse edilen ve sürdürülen bir soykırımı durdurmak için üniversite öğrencilerinin öncülüğünde büyüyen bir hareket ekseninde.
Amerika’da ciddi bir faşizm tehdidi olduğu fikrine karşı çıkanların çoğu, bu potansiyele odaklanmanın hem ülke içindeki anti-demokratik eğilimlerin dikkatini dağıttığını hem de Joe Biden ya da Trump diktatörlüğü arasında seçim yapmak zorunda bırakan bir Demokrat Parti söylemine hizmet ettiğini ileri sürüyor.
Ancak şüphecilerin argümanları, faşizm sorununun tam olarak tartışılmasının, yurtdışındaki ve yurtiçindeki siyasi şiddet arasındaki bağlantı üzerine düşünmeyi gerektirdiğini nadiren dikkate almaktadır. Ve bugün savaş karşıtı öğrenci hareketinin yoğun bir baskıyla karşılaşması -kolektif muhalefete yönelik daha geniş bir saldırının parçası olarak- bizi ulusal seçim döngüsünün ötesinde giderek otoriterleşen günümüz hakkında düşünmeye zorlamaktadır.
Demokratlar ve Cumhuriyetçiler arasında içinden çıkılmaz bir kutuplaşma olduğu düşüncesinin aksine, suç ortağı üniversite rektörlerinden kültür savaşı ideologlarına, milyarderlerden her iki partinin seçilmiş temsilcilerine kadar fiili bir elit koalisyon, büyük ölçüde aşırı sağcı politikacılar tarafından istismar edilen kötü niyetli antisemitizm suçlamaları yoluyla, protesto ve kamuoyu karşısında Amerika’nın İsrail’in cezasız kalmasına olan bağlılığını teyit etmek için bir araya geldi. Üniversite çatılarında keskin nişancı polisler, saldırıya uğrayan ve tutuklanan profesörler, gazeteciler ve (Teksas-Austin Üniversitesi’nde olduğu gibi) “APD, KKK, IDF, hepiniz aynısınız!” sloganları atan öğrenci göstericilerin görüntüleri dolaşırken faşizmi tartışmanın artık farklı bir değeri var.
Geçen hafta UCLA’daki bir öğrenci kampının önce protestoculara saldıran ve “İkinci Nakba!” diye bağıran kanunsuz bir güruh, 24 saat sonra da üniformalı polis kitleleri tarafından silahsız öğrencilere plastik mermi sıkılarak saldırıya uğraması, çoğu kişinin Trump’a ya da yandaşlarına atıfta bulunmadan “F” kelimesini kullanmasına neden olan bir anın korkunç bir örneğidir. Bu aynı zamanda “otoriter liberalizmin” yoğun baskıcı varyantlarının geçmişteki aleni anti-demokratik rejimlerin öncüleri ve kuluçka makineleri olduğunu da hatırlatmaktadır.
Faşizm çağrısı geleneksel olarak acil söylemler ve teyakkuz çağrıları ile karakterize edilir. Bu durum bugün de devam etmektedir. Ancak faşizmden bahsetmenin çağrıştırdığı eylemlerin kapsamı ve türlerinde de önemli farklılıklar kaydedebiliriz.
Alexandria Ocasio-Cortez (D-NY), Biden-Trump rövanş maçını ele aldığı yakın tarihli bir röportajında Gazze’de yaşananlar karşısında dehşete düşmüş olsa da seçim söz konusu olduğunda, “Günün sonunda, bu faşist hareketin bu ülkede büyümesine izin veremeyeceğimizi kabul etmeliyiz” demiştir. Burada faşizmden bahsetmek bir öncelikler sıralaması oluşturur: Trumpizm karşısında Biden’a oy vermek ehven-i şerdir.
Faşizmin seçim tehdidinin önceliğine dair benzer bir his, yakın tarihli bir tartışma sırasında Minnesota Başsavcısı Keith Ellison tarafından dile getirilmiştir. Ellison kendisine “Gazze’deki bir günün Trump yönetimindeki dört yıldan daha kötü olduğunu” söyleyen arkadaşlarıyla yaptığı konuşmaları hatırlarken, “Dört yıl diyen kim? Bu uzun vadeli bir sorun olabilir” demiştir. Ne Ocasio-Cortez ne de Ellison İsrail şiddetini ya da ABD’nin suç ortaklığını küçümsedi, ancak her ikisi için de Trump despotizmi tehdidi Biden’a karşı muhalefeti köreltti.
Buna karşın Kolombiya Devlet Başkanı Gustavo Petro’nun Aralık ayında Dubai’de düzenlenen COP28 Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansında yaptığı konuşmayı ele alalım. Petro konuşmasında dinleyicileri iklim çöküşü, göç, ırkçılık ve savaşın ayrılmaz bir şekilde birbirine bağlı olduğu bir dünyada Gazze soykırımını “geleceğin bir provası” olarak görmeye çağırdı. Petro, “Hitler Avrupalı ve Amerikalı orta sınıfların evlerinin kapısını çalıyor ve birçoğu onu içeri alıyor” dedi: “Neden büyük karbon tüketicisi ülkeler Gazze’de binlerce çocuğun sistematik olarak öldürülmesine izin verdi? Çünkü Hitler çoktan evlerine girdi ve onlar da yüksek karbon tüketim seviyelerini savunmaya ve bunun neden olduğu göçü reddetmeye hazırlanıyorlar.”
Bunlar tam olarak karşılaştırılabilir ifadeler olmasa da ve çok farklı liderlik kapasitelerinden kaynaklansalar da vardıkları sonuçlar arasındaki mesafe önemli bir dinamiği aydınlatmaya yardımcı olmaktadır. Ocasio-Cortez ve Ellison gibi sol kanat Demokratlar için odak noktası öncelikle ulusal iken, Petro için gezegenseldir.
Amerika Birleşik Devletleri’nde faşist bir hareketin seçimlerde güçlenmesi tehdidi, Filistin’deki soykırımı ikinci plana atmaya sebep olabilir. Bunun yerine Petro, takipçilerine Küresel Kuzey’in İsrail’in savaşıyla olan işbirliğini, dünya nüfusunun çoğunu hem tehdit edici hem de gözden çıkarılabilir olarak gören kapitalist bir zihniyete nasıl dayandığını görmelerini sağlamak ve onları sarsmak için Hitler’i hatırlatmaktadır.
Faşizmin ilk çağrışımının etkisi iklim, savaş ve faşizm sorunlarını birbirinden ayrıştırmaktır; ikincisinin etkisi ise sadece analizlerimizde değil, politikalarımızda da bunları birbirinden ayrılmaz olarak görmektir. Mevcut İsrail hükümeti -imhacı söylemi, ırkçı milisleri himayesi, sömürgeleştirme dürtüsü ve aşırı milliyetçiliği ile- faşizmin ders kitaplarındaki tanımlarına diğer tüm çağdaş rejimlerden çok daha iyi uyarken, ABD tarafından finanse edilen bir soykırımı durdurma kampanyası yerine faşizme karşı ulusal mücadeleye öncelik vermenin acı bir ironisi vardır.
Özellikle Amerika Birleşik Devletleri söz konusu olduğunda büyük Marksist faşizm teorisyeni Nicos Poulantzas’ın sözleri hala geçerliliğini korumaktadır: “Emperyalizmi tartışmak istemeyen … faşizm konusunda sessiz kalmalıdır.” Tarihsel faşist hareketler ve devletler, kitle endüstrisi ve kitle siyaseti çağında yerleşimci-sömürgeciliği canlandırma arzusuyla geç-emperyal güçler olarak ortaya çıkmıştır.
Nazi Almanyası ve Faşist İtalya’nın çöküşünden sonra, ABD’nin yurtdışındaki imparatorluğunu ve yurtiçindeki ırkçılığını eleştirenler sürekli olarak faşizm hayaletine başvurdular. Ekonomist Paul Baran (McCarthycilikten korunmak için takma isimle yazıyordu), 1952 tarihli “Amerika’da Faşizm” başlıklı makalesinde, ABD şirket-ordu koalisyonunun faşist bir rejimin tüm görevlerini nasıl yerine getirebileceğini şöyle açıklıyordu: Bu rejim, devlet gücüyle kapitalist tahakküm için kitlesel bir temel oluştururken aşağıdan gelen her türlü meydan okumanın altını oymayı ve yurtdışında yalnızca faşizmin “klasik biçimlerini” benimsemektedir.
Ayrıca Baran, “Henüz Amerika Birleşik Devletleri’nde devrimci işçilerin ve çiftçilerin eşlerini ve çocuklarını katleden fırtına birliklerine ihtiyaçları olmadığını” ekler. “Yine de onları ihtiyaç duydukları yerde istihdam edeceklerdir: Kore’nin kasaba ve köylerinde.”
Çeyrek yüzyıl sonra Edward Herman ve Noam Chomsky, “Washington Uzlaşısı”nın Endonezya’dan El Salvador’a kadar yurtdışında “üçüncü dünya faşizmini” destekleyerek kendini nasıl yeniden ürettiğini detaylandıracaktı. Savaş sonrası Siyah radikal düşünürler, Amerikan hegemonyasını sürdürmede denizaşırı ülkelerdeki ABD siyasi şiddetinin rolünü, Siyah ve Kahverengi kurtuluş hareketlerini bastırmada yurtiçindeki ırkçı terörün işlevine bağlayarak bu kavrayışları keskinleştirdiler.
Günümüzün faşizm tartışmaları söz konusu olduğunda ABD sınırlarının ötesine bakmalıyız. Ya da en azından göçmenlere yönelik şiddetin çağdaş otoriterliğin önemli bir tezahürü olduğunu kabul ederek onlara göz atmalıyız. İçinde bulunduğumuz anın da örneklediği gibi dilimizin çalıştığı ölçek, ahlaki ve siyasi tahayyülümüzün kapsamıyla ilgilidir.
Eğer faşizmin sadece ulus-devlet düzeyinde gerçekleşen bir şey olduğuna inanıyorsak, yurtiçinde faşizme direnmenin yurtdışındaki soykırımla suç ortaklığını görmezden gelmeyi gerektirdiğine ikna olabiliriz. Ancak dünya çapındaki dayanışma kamplarında tam da bu umutsuzca dar ufka meydan okunmaktadır.
Petro’nun faşizmle yaptığı tarihsel benzetmenin (Hitler’in Avrupa’nın kapısını çalması) kasıtlı acımasızlığı, dünyamızı bir kırılma noktasına getiren şiddetli krizlerin ciddiyetinin ve birbiriyle ilişkisinin hakkını vermeye çalışan bir vizyona bağlıdır. Bu yönüyle ABD’deki mevcut faşizm tartışmasının, sol-liberallerin açık ve mevcut tehlike uyarıları ile şüphecilerin Avrupa ile karşılaştırma yapmaksızın ilericilerden Amerika’nın köklü otoriter eğilimleriyle yüzleşmelerini talep etmeleri arasında gidip gelen dar görüşlülüğünün çok ötesine geçmektedir.
Bazı liderlerin faşist etiketini memnuniyetle taşıdığı bir devlet tarafından yürütülen ABD destekli bir soykırımın gölgesinde Amerikan faşizmi hakkında konuşmak istiyorsak, en azından enternasyonalist, Siyah ve Üçüncü Dünyacı bir anti-faşizmden bir şeyler öğrenebiliriz -yani her zaman faşizmle dünya ölçeğinde mücadele edilmesi gerektiğinde ısrar eden bir anti-faşizmden.
Manhattan’dan Atlanta’ya kadar yükselen kamplar ve işgaller, sömürgeci ve emperyal şiddetle yüzleşmenin, bu şiddetin çalıştığımız ve yaşadığımız kurumlarda ve şehirlerde nasıl yeniden üretildiğini açıkça ortaya koyarak ırkçı ve tasfiyeci ideolojilerine meydan okumanın ne anlama geldiğini göstermektedir.
Radikal bir tasfiye siyaseti, enternasyonalist anti-faşizm geleneklerini yeniden canlandırmaktadır. Bunun belki de Refah’ta bir çadırın kenarına sprey boyayla yazılan şu sözlerden daha açık bir işareti yoktur: “Gazze ile dayanışma içinde olan öğrencilere teşekkürler, mesajınız ulaştı.”
Alberto Toscano kimdir?
Vancouver’daki Simon Fraser Üniversitesi’nde ders vermektedir ve aynı zamanda Londra Üniversitesi Goldsmiths Felsefe ve Eleştirel Düşünce Merkezi’nin eş direktörüdür. İsyan Zamanlarında Felsefe ve Fanatizm kitapları Türkçeye çevirilmiştir.Yakın tarihte Terms of Disorder: Keywords for an Interregnum (Düzensizlik Terimleri: Fetret Dönemleri için Anahtar Kelimeler) ve Late Fascism: Race, Capitalism and the Politics of Crisis (Geç Faşizm: Irk, Kapitalizm ve Kriz Politikaları) adlı kitapları yayımlanmıştır.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***