Bazı şairlerin şiirlerinin alt metninde kılavuz cümleler var gibidir ve okura sanki şöyle derler: Ben güleceğim, sizi bilmem… Bunu çeşitlendirmek de mümkün: Ben biraz dalga geçeceğim, sizi bilmem. Ben biraz eğleneceğim, sizi bilmem. Ben biraz şamata yapacağım, sizi bilmem. Ben biraz daha araştıracağım, sizi bilmem. Ben uyuyamam, sizi bilmem vb… Ama yine de unutmamak gerekir ki her büyük gülümseme, kendisinden daha büyük bir kederi geriye itmek içindir. Aslında bu kedigillerden bildiğimiz, öne fırlamak için bir tür gerilme hareketi gibidir. Amaç; şair, menziline girecek okurun duygu ve düşüncesinde dilini, sözünü, hedefe isabet ettirebilsin. Bazı şiirler öyledir. Kendisine çeker. Bazıları anafor oluşturur, okurunu yutar adeta. Bazıları turunç çiçeklerinin kokuları gibi mest ederek sarar sarmalar, kendisine bağlar okuru. Onların şiirlerindeki ironi, mizah güzel kokular gibidir. Okuru sarar sarmalar. Emel İrtem’in (1969) de o şairlerden biri olduğu söylenebilir.
Dergi, gazete, edebiyat platformu gibi mecralarda 1990’dan itibaren yayımlanmaya başlayan şiirleriyle dikkat çeken İrtem’in ilk kitabı “Divaneliğe Dönen Pergel” 1999’da okurla buluşur. Şair, çift sıfırlı yılları “Zehirli Rüya” (2006), “Marcus’un Lisan-ı Kalbi” (2007), “Zaviyesi Yıkık Gönye” (2009) kitaplarıyla kapatır. Milenyumun ikinci on yılı ise 2013’te yayımlanan “Seni Seviyem”le başlar ve biter. Geçen ay (Mayıs 2024) Emel İrtem’in tüm bu kitaplarında yer alan şiirleri toplu olarak, Bi’dünya dizisinden “Turuncu Travers” adıyla yayımlandı.
İYİLER YÜZÜNDEN BAŞLADIM ŞİİRE
Emel İrtem’e şiir yolculuğunun yirmi üç yılına yayılan ürünlerinin topluca okurla buluşması vesilesiyle sorular yönelttik. İlk soru başlangıçla, kanat hareketlerinin başladığı döneme dair oldu. Şöyle sorduk: Şiire doksanda başladığını biliyoruz. Niye başladın şiire? Seni şiire yönelten neydi? İrtem, “Aslında şiire elbette daha önce başlamıştım. Doksandan itibaren şiirlerimi yayımlatmaya başladım” dedi ve şöyle devam etti: “Neden yazmaya başladım? İyiler yüzünden; Karacaoğlan yüzünden, eski bir Çin şiiri yüzünden, Haşim yüzünden, Nâzım yüzünden, tasarruflu söyleyişin ahengi ve gücüyle ferahlığın tadını aldığım için ve nezaket için elbette… Neden yayımlattın dersen, oluyor öyle şeyler. İnsan kendine aynada bakmak ister. Hele gençken daha sık olur bu…” İkinci soruya geçmeden şairden bir şiirle soluklanalım diye düşündük ve “Oz Büyücüsü” başlıklı şiirden şu dizeleri alıntıladık:
sonra baktıkça gülerler, sen gülmeyenlerden kork
onlar görkemli bir kederin peşindedirler
çok yürürüm, yorulurum, deliririm bu mesafede
gövdem başka, aklım başka başka yerlerde
bari ellerimi sıkı tut bir kalem tutar gibi
bulur getiririm aklımı iflah olduğu vakit
DOKSANLAR BİR EŞİK
Doksanlı yılları dikine geçmiş bir şair kadına, o dönemi sormadan şiir konuşmak çok da mümkün değil. İrtem’in de şiire başladığı doksanlar, bilhassa şair kadınlar için aynı zamanda önemli bir eşiktir. Şöyle ki; o tarihe kadar şiirleriyle şair olarak ünlenmiş tek isim Gülten Akın’dır diyebiliriz. Bir de Sennur Sezer var elbette. Altmışlardan, yetmişlerden gelen başka isimler de var. Leyla Şahin, Ayten Mutlu, Lale Müldür, Gülseli İnal gibi. Ama doksanlı yılların başında onların tanınırlıkları, okunurlukları çok sınırlı. Eril ve erkek bir geleneği var modern Türkçe şiirin. Seksenlerde çıkan ve “kentlere düş alanı” isteyen Nilgün Marmara var bir de, ama o da Ece Ayhan’ın tanımıyla bilhassa o yıllarda “marjinal” bir şair. Üstelik şiirleriyle daha çok arkadaş çevresinin şairi. Ayrıca o dönemde yerleşik bir anlayış da var. Dili eril, sözü erkek egemen modern Türkçe şiirin düşünsel, duygusal birikimini de yansıtıyor. “Kadından şair olmaz” deniliyor ve bu tez o günün medyasında savunulabiliyor.
Doksanlar modern Türkçe şiirde şair kadınların, şair ve kadın olarak biz de varız dedikleri, seslerini duyurmaya başladıkları bir dönemin başlangıcıdır diyebiliriz. Bu çerçevede, şair olarak Emel İrtem’i doksanlar nasıl etkiledi ve dönemin yakın tanığı olarak bu süreçte, sonrasında neler oldu, neler yaşandı, sen neler yaşadın diyerek başladığımı sorumuzu, o dönemi nasıl değerlendiriyorsun diye tamamladık. Doksanlar konuş konuş bitmeyecek bir süreç aslında. Çünkü gerektiği kadar üzerinde durulmuş ve konuşulmuş değil. Elbette İrtem de farkında bunun ki yanıtında son derece önemli noktalara değindi.
ASIL KIRILMA DOKSANLARDA OLDU
“Doksanlar Perestroyka, Körfez Savaşı, Bosna, Hizbullah, Doğu ve Güneydoğu’da olağanüstü hal, Madımak yangını, Onat Kutlar, Köprüaltı, Çorlulu, türban, Türk- İslam felsefesi, suikastlar, Televole ve şu an aklıma gelmeyen bütün olayların birlikte harmanlandığı o tuhaf yıllar içinde; kadının adı var mı, yok mu? Kadın da insan mı, şiir yazar mı, yazması gerekir mi? Yazanlar güzel mi, çirkin mi gibi sorularla da hemhal olmuşluğumuz var elbet. Bugün bulunduğumuz yerden baktım da o yıllar daha özgürlükçüymüş gibi geliyor, tabii İstanbul özelinde. Sen de oradaydın, hep birlikteydik; konuşur, tartışır, kavga eder, çok okur, çok yazardık. Kadınlar sokaktaydı, keşfediyorduk, ama elbette sayımız azdı. Arada özellikle küçük İskender’in düzenlediği şiir matinelerine Lale’nin ve Gülseli’nin geldiği olurdu. Arife Kalender, Ayten Mutlu, Leyla Şahin, Birhan Keskin, Nur Saka, Didem Madak imzaları dergilerdeydi. Sennur Sezer, eskimeyen bir tüfek olarak sosyalist cepheden şiirlerini yazmaya devam ediyordu. Sonra farklı kanatlardan pek çok isim daha eklendi. ‘Kadından şair olmaz’ diyen Adonis’e, her birinin yazdığı şiir şık bir tokat oldu. Doksanlar, üzerinde az konuşulan, çok şey yaşanan bir dönem. Seksenler kuşağına eklemlenmiş bir dönem değil, asıl kırılmanın doksanlarda olduğunu düşünüyorum. Bunda da kadınların payı var. Belki doksanların tanıkları olarak bütün bunları masaya günahıyla, sevabıyla yatırmalıyız. Seksenlerin kalbi kırık çocukları doksanların üstünden kendi başlarına değil, provokatörleriyle el ele tutuşup atlıyorlar. At ölmüş, silah tutukluk yapmış, şapka delinmiş, ama şerif yıldızlarının tozunu üstümüzde parlatmaya çalışıyor, doksanlarda şiir mi vardı diyorlar. Öyle miydi gerçekten; hem biz şiir gibi yaşayan çocuklardık… Dışarıdaydık, hayat öncülümüzdü. Pazartesi dergisi doksanlarda yayımlanmaya başladı. Doksanlarda Sombahar, Şizofrengi, Ludingirra, Öküz, doksanlarda rock, grunge ve şiir; o bizdik.”
Nasıl ki seksenler, yetmişler, altmışlar, İkinciyeni, Garip, Nâzım doksanlarda bitmemiş idiyse çift sıfırlı yıllarda da doksanlar bitmemişti.
Kuruyan boğaz için su ne kadar gerekli ve önemliyse şiir üzerine sohbetlerde de araya giren şiirler o kadar ehven diye düşünüyoruz. Bu gerekçeye de dayanarak aralarda şiir alıntılarına yer veriyoruz. Bu defa ilk betiğini sunacağımız şiirin başlığı “Eskir Geçmiş”:
senin eski dediğin
içimde duraklayan zaman
ateşini yerken yazın
sen sararıp solarken
kuşlar da kör olurdu
ben etiketlere gülerdim
senin eski dediğin
ne çok acıtır beni
YAZMASAK AYIP OLURDU
Belli bir zamandan sonra şairler bilmek ister neler yapmışlar, neler yapıyorlar. Öyle ki kimilerinin yapıtlarına bile yansır bu tutumları. Biz de İrtem’e; şiir yazdığına, yazmaya devam etmene değdi mi, değiyor mu? Yazmak, şiir yazmak nasıl bir yolculuk oldu, oluyor senin için sorusunu bunu düşünerek sorduk. “Yazmasak ayıp olurdu” dedi ve devam etti: “Yazdığım okunduğu zaman, okunan anlaşıldığı zaman, anlaşılan anlatıldığı zaman şiir yazmış olurum sanırım. Şiirle uğraşmak yerine pek çok şey yapabilirdim, ama hiçbiri şiir kuvvetinde bir bakış sağlamazdı bana.”
Modern Türkçe şiirde her şairin bir İstanbul’u var mıdır? Yoksa da olmalı diyebiliriz… İstanbul’suz şiir sanki biraz eksiktir. Niye eksiktir; şimdilik karşılığını başka bir zamanda arayacağımız bir soru olarak kalsın. İrtem’in şiirlerinde İstanbul daha çok bir ruh olarak yer alır. “İstambol İncisi” başlıklı şiire de yansımıştır o ruh:
bayırdan mı indim yoksa bağrından mı?
aydan mı indim çamurdan mı?
yüz memleketten toprak böldüm getirdim
kalamış’tan bir deli sevdim delirdim
bir vapur gibi denize kilitli
ŞİİRİN BİRİKİMDEN ÖNCE GÖRGÜSÜNE TUTUNUYORUM
Şair ve şiir için birikim, deneyim, görgü, etkileşim önemlidir. Buna istinaden yönelttiğimiz şiir kaynakların neler? Deneyim, birikim seni nasıl etkiledi, etkiliyor sorumuza şairin verdiği yanıt şöyle oldu:
“Dünyalar içinde dünyalar, güneşler içinde güneşler var… Görüyorum ve yola böyle artarak devam ediyorum. Hep eksikmiş gibi… Bu şahane bir yolculuk. Her şeye şiir yazabilirim. Peçeteye, bardağa, Zetina dikiş makinesine, pencere önündeki Benjamin çiçeğine… Şiir insana ait bir şey değil, insanın dünyayı en saf haliyle görme, söyleme, tanımlama biçimi. Sonra aidiyeti yok. Gidip kendi nesnesine yapışıyor. Birikimden önce görgüsüne tutunuyorum sanırım. Sonra onun üstüne ilave ediyorum ne varsa. Toplamda bu kadarım; ne eksik, ne fazla.”
İrtem’in şiirlerinde mizahi öğeler, ironi, muziplik sanki daha çok kederi geri çekmeye, diplere itmeye yöneliktir. Öte yandan Modern Türkçe şiirde şair kadınların yapıtlarında mizahi unsurlara çok sık rastlanmaz. O nedenle İrtem’in şiirleri bu açıdan da dikkate değerdir. Şairin “Üryan Cam” başlıklı şiirinin son iki betiğini okuyalım:
benim ağrılarımı hesaba katma
saat yediye çeyrek var beklerim
Sicilya’ya üç kere gidip gelirim
eğer dişimi biraz daha sıksam…
beklemenin iyi tarafı budur
kalbin içerde mi atar, dışarıda mı?
bilirsin sözlüğe bakmadan
ŞİİR BATMAZ, GERİLEMEZ
Şiir enine boyuna, belli belirsiz bir değişim, dönüşüm geçiriyor. Aslında devinim yoksa şiir olmaz. O nedenle şaşırmıyoruz. Yine de şairler durumu farklı açılardan değerlendirebiliyor. Çoğu şair şiir yazmakla kalmaz şiirin hem tarihsel, yapısal hem de güncel sorunlarıyla da ilgilenirler. Olup biteni anlamak için çaba sarf ederler. Buna istinaden sorumuzu şöyle yönelttik: Bugünden baktığında şiir ve şiirdeki gelişmeleri; ilerleme, gerileme gibi sorunlar ekseninde nasıl değerlendiriyorsun? Mesela şiir batıyor mu, çıkıyor mu; yoksa kendi etrafında mı dönüyor?
İrtem: “Abartmamak lazım. Çok güzel şiirler okuyorum. Özellikle son dönemde. Şiir batmaz, gerilemez. Karanlık çağda yazı unutuldu mesela, ama akabinde Hesiodos, Homeros, Sapho, Thales, Herakleitos ortaya çıktılar… Nasıl oluyor. Demek ki hiçbir şey gerçekten ortadan kaybolmuyor. Hiçbir şey unutulmuyor. Hiçbir şey nihai son değil. Genç şiir geliyor. Sadece işleri zor. Görünür olmak, okurunu bulmak, destek bulmak zor. İnternet, yapay zekâ, kıl tüy zekâ, her şey var ortalıkta. Görünene değil, söze düşelim. Bizi nereye götüreceğini görelim. İyi şiirde direnenler kalacak. Ben heyecanlıyım.”
Şairin Madam Anahit’e, Beyoğlu’nun doksanlarda da efsane Ermeni akerdeoncusuna adadığı kitabında yer alan “Hicran ve Kiraza Kesilmiş Hayta” başlıklı şiirden bir betik aktaralım:
gitmek bütün olmaktır
kirazın aman, aman, aman demesidir
tercümesi yalnızlığın sorulunca
biri kiraz der, tuğlayı tükürür hayta
yıkık bir ev yapmak için geride
her şey valize girdiğimiz zaman başlar
sökülür hasır ve altındaki gölge
(…)
Frensiz bisikletin adıdır hayta
OKUR EMEL İRTEM, ŞAİR EMEL İRTEM’E
Şairin heyecanını biraz daha yükseltebilecek bir soru yönelttik bu defa. Dedik ki şiir okuru Emel İrtem, belki bir tren istasyonunda, şair Emel İrtem’i görüyor. Elinde de biraz önce kitapçıdan aldığı “Turuncu Travers” var. Daha önce de hiç karşılaşmamışsınız. Acaba okur Emel İrtem, şair Emel İrtem’e ne sorardı? Buna şair Emel İrtem ne karşılık verirdi? Yedi düvele duyuracak kadar olmasa bile dolu dolu bir kahkaha attıktan sonra geldi şairin yanıtı: “Ne güzel bir soru. Kırık galiba, kafasına göre takılmış, kalbi kırılmış, kendini bir tavana da asmamış, garantisiz yaşamış, yazmış. Öldürmeyen Allah böyle güldürmüş diyen Emel okuruna, Emel şairi ne desin. Eyvallah! Allah seni de güldürsün. Dünyanın gürültüsüne karışan mezarlıklardan yükselen kahkahayı al, sayfaların arasına koy; kitabı kapat ve def ol!..”
Bu “def ol”u bir tersleme değil, bir tersinleme; yani çağrı, davet kabul ederek okumalı ve yorumlamalı… Şair sözü sadece şiirde değil, gündelik iletişimin müşterek dilinde de şiirlidir, rüyalıdır…
Bazı kitaplar, bilhassa şiir kitaplarının sayfaları biter, ama kapağı kapatılamaz. Şiirler sürüyordur çünkü… Son alıntımızı “Aba’ma” başlıklı şiirden yapacağız:
bir bıçak gibi kestim bakışımla gökdenizi
bu coğrafyadan bana başka bir entari dik
sana küçük gelenleri giymek istemiyorum
Şairin “def ol” deyişinin aslında çağrı olduğuna değinmiştik. O çağrıya gitmeye, o davete icabet etmeye, o şiir yolculuğuna değer bir toplam “Turuncu Travers”…
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***