MAHMUT AKPINAR | YORUM
Coğrafi keşiflerle birlikte Avrupalılar dünyanın dört bir tarafına dağıldı ve kolonyal dönemi başlattılar. Sanayi İnkılabı (Endüstri Devrimi) sonrası Avrupa fabrikalarla doldu, sömürgelerden hammadde getirip işledi ve dünyaya sattılar. Avrupa yerkürenin üretim üssü oldu, dünyayı pazar yaptılar. 1800’lü yılların Avrupasını üretim açısından bugünkü Çin’le kıyaslayabiliriz. Fark şu idi ki Batı’nın gelişimi/kalkınması önemli bilimsel çalışmalara, derin araştırmalara, felsefi tartışmalara dayanıyordu. Avrupa hem icat ediyor hem üretiyordu.
Batı’nın ekonomik, sınai, siyasi gelişimini medeniyete dönüştüren şey insan hakları, hukuk, ifade özgürlüğü, demokrasi adına ortaya koyduğu ilkeler ve değerlerdi. Ekonomik ve endüstriyel gelişmelere paralel kültür, sanat, sinema, müzik gibi alanlarda insanlığı etkilemesiydi. 1980’lerden bu tarafa dikey büyüyen Çin artık ekonomik, siyasi, askeri alanda Batı medeniyetine alternatif, batılı global güçlere rakip olarak görülüyor. Çin büyümeye, üretime icatla, bilimsel sıçramayla değil, taklitle başladı. Orijinal bir üretici, kalıcı bir siyasi, ekonomik güç haline gelip gelemeyeceğini, gelişimini insanlığı ve dünyayı etkileyen medeniyet inşasına dönüştürüp dönüşteremeyeceğini zaman gösterecek.
Bugün Bat’ıda var olan haklar, özgürlükler, sosyal devlet anlayışı vahşi kapitalizme, emek sömürüsüne, adaletsiz gelir dağılımına tepki olarak gelişti ve uzun mücadeleler sonucu elde edildi. Batı sanayileşmesinin, sermaye birikiminin, refahının arkasında emekçinin, ezilen halkların, sömürülen toprakların katkısı büyüktür. Ancak Batı, tesadümü efkarla, problemlerle yüzleşerek, daha iyiye ulaşma çabasıyla insanlığın imrendiği bir noktaya geldi.
Avrupa bu uzun yolculuğun sonunda zulme uğrayanların sığındığı, üçüncü dünya insanlarının yaşamak için dağlar, denizler aşarak yöneldiği, adalete, refaha, huzura sahip insani bir çizgiye erişti. İkinci Dünya Savaşı’nda yaşanan işgaller, ölümler, acılar, Avrupa devletleri ve toplumları için milat oldu. Avrupa, birlikte ve barış içinde yaşamaya dair projeler geliştirdi. Demokrasi, hukuk, insan hakları, sosyal devlet, gelirin adil paylaşımı, insanca yaşam, sağlık güvenceleri, çevre duyarlılığı gibi konularda insanlık tarihinde az rastlanır mesafeler aldı, refah devletleri kurdular.
Son yıllarda Avrupa’nın dünya ekonomisindeki ve global üretimdeki payı sürekli düşüyor. Siyasi etkinliği azalıyor, patronajı sorgulanıyor. İkinci Dünya savaşından sonra galip devletler lehine kurulan global siyasi/ekonomik düzenin avantajlarını hala kullanıyorlar. Ancak Batı/Avrupa günden güne dünyada etkinliğini yitiriyor. Bu, küresel katma değerden, gelirden, refahtan daha az pay alacağı anlamına geliyor. Böyle bir durumda Avrupa dünyanın diğer güçleriyle rekabet edebilmek için sosyal devletle ilgili düzenlemelere yeniden bakmak zorunda. İltica, göç ve mültecilere tanınan avantajlari tekrar ele almak durumunda. Sosyal refah devletletlerine sahip olması, 1951 Cenevre Sözleşmesine göre göçmenlere kapılarını açması, her türlü imkanı sağlaması Avrupayı “göçmen cenneti” haline getirdi.
Göçler doğurganlığı azalan Avrupa toplumlarına canlılık kattı, güç verdi ise de, kıtanın ekonomik, siyasi, başeri dengelerini sarstı. Devletlerin ihtiyaç duyup seçerek aldığı nitelikli göçmenler bir tercihin sonucu. “Siyasi mülteci” diyebileceğimiz, savaş mağdurlarından, muhalif siyasetçilerden, aydınlardan, gazetecilerden, baskıya, zulme maruz insanlardan oluşan önemli bir göçmen kitle de var.
Ancak göçmenlerin en büyük dilimini iş ve aş bulmak, rahat bir yaşam sürmek, sosyal devletin imkanlarından yararlanmak için türlü yollarla Avrupa’ya gelen ekonomik göçmenler oluşturuyor. Bu göçmenler genelde 18-25 yaş arası erkeklerden oluşuyor ve Avrupa’ya tek başlarına geçiyorlar. Çoğunun kendi ülkelerinde hayati problemleri yok. İdeolojik muhalif olma, baskıya maruz kalma gibi özel durumlara sahip değiller. İşsizlik, refaha erişme, aileye ekonomik katkı, müreffeh bir ülkede yaşama hayali gibi konular bu kesimin göçmesindeki ana faktörler.
Global gelirlerden aldığı pay düştükçe Avrupa’daki insanların refah düzeyi düşüyor, işsizlik artıyor. Devlet yardımlarında, sosyal devletin insanlara sağladığı imkanlarda azalmalar var. Bunların etkisiyle göçmenler daha çok göze batıyor. İşsiz kalan, refahı azalan toplum ekonomik kayıpların faturasını göçmenlere yıkma eğiliminde oluyor. Göçmenleri, işlerini ellerinden alan, ülkenin beşeri yapısını bozan “yabancılar”, sosyal yardımlarla geçinen “asalaklar” gibi görüyorlar. Bu bakış açısı aşırı sağ ve ırkçı partilerin yükselişine sebep oluyor. Aşırı sağın yükselişi demokratik değerlerin, insan haklarının, hukukun erozyonunu, milliyetçiliğin öne çıkmasını, ırkçılığın hortlamasını doğuruyor. Dolayısıyla fasit (kısır) bir döngü oluşuyor.
Bu döngüyü kırabilmek için Avrupa devletleri tedbir almaya çalışıyor. Ama gelinen noktada refah devleti, sosyal devlet uygulamalarını aynı düzeyde ve nitelikte sürdürülebilmesi mümkün görünmüyor. Kısır döngüyü göçmenleri engelleyerek yapmaya çalışmak ayrı bir risk. Zira Avrupa’nın işgücüne, genç nesillere ihtiyacı var. Giderek yaşlanan nüfusla ekonomilerini canlı tutmaları imkansız. Eğer buna bir çözüm bulamazlarsa Avrupa’da her geçen gün refah düzeyinin düşeceğini, sosyal devlet anlayışının zayıflayacağını söylemek kehanet olmaz.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***