Güney Amerika’nın ruhunu bir uçtan diğerine anlatmakta mahir Eduardo Galeano, “Latin Amerika’nın Kesik Damarları” kitabında şöyle yazar: “Sömürgeci Latin Amerikan ekonomisi o güne kadar görülmüş en yoğun işgücüne sahipti. Bu işgücü dünya tarihinin en zengin uygarlığını yaratıyordu. Bu doyumsuzluk, korku ve cesaret anıtı, bu topraklardaki yerlilerin soykırımı pahasına dikildi”
Kitap, Kristof Kolomb’un kıtayı keşfinden ilk işgalcilerin getirdiği hastalıkların yarattığı kırıma, madenlerde ölesiye çalıştırılan yerli halkın soykırımından 20. yüzyılda kıtayı kan gölüne çeviren ABD destekli askeri darbelere kadar bütün Güney’in sömürge tarihini anlatır. Bu tarih öylesine şiddet yüklüdür, öylesine kanla yazılmıştır ki, bugün romanlara filmlere konu olan aşırı şiddetin köklerini burada aramak gerektiğini yazar kimi bilim insanları…
Senarist ve kurgucu olarak sinemaya adım atan Felipe Gálvez de ilk uzun metrajı “Sömürgeciler”de (Los colonos) bu şiddetli geçmişi tekrar gündeme getiriyor. Bugün itibariyle MUBI Türkiye’de gösterilmeye başlanan yapım geçen yıl Cannes’da “Belirli Bir Bakış” bölümünde yer almış ve FIPRESCI ödülünü kazanmıştı. Yıl 1901, Şili’nin uçsuz bucaksız topraklarında bir yerdeyiz. Felipe Gálvez daha açılış sahnesinde insanın ancak ‘işgücü’ olarak bir anlamı olduğunu gösterircesine şiddetle karşılıyor seyirciyi. Burası ülkenin en büyük toprak sahibinin arazisi. José Menéndez adlı bu toprak ağası koyunlarını Atlas Okyanusu’na ulaştıracak ‘güvenli’ bir yol bulmasını istiyor emri altındaki Teğmen MacLennan’dan. İngiliz Teğmen, yanında çalışanlar arasından keskin nişancı melez Segundo’yu da seçiyor bu yol için. José Menéndez’in paralı askeri Bill de bu ikiliye ekleniyor ve film bir yol hikayesine dönüşüyor.
Bundan sonrası estetik referanslarını Westernden alsa da, türün kalıplarıyla oynuyor. Ustaca oynuyor. Birer kahraman değil bu üçlü. ‘Erkek dostluğu’nden eser yok onların arasında. Hatta birbirini sürekli gözeten, kollayan ve en ufak bir güven duymayan üç benzemez denilebilir. MacLennan ve Bill’in ‘yol bulmak’tan anladığı yüzyıllardır her türden kıyımdan kurtulmayı başarabilmiş yerli halkı ortadan kaldırmak. Bu iki Avrupalı, yol boyunca ‘temizlik’ yaparken, Segundo bu sürece tanık oluyor. Suçun bir parçası olmamaya özen gösterse de karşı koyacak cesareti ve olanağı yok. Gálvez, Şili’nin uçsuz bucaksız topraklarındaki bu vahşeti, şiddetli bir biçimde göstermiyor öte yandan. Tıpkı Galeano’nun kitabında anlatmaya çalıştığı gibi şiddetin ne kadar içselleştirildiğini, normalleştiğini hissettiriyor. Yalnızca şiddet uygulayanın değil, şiddete maruz kalanın, tanık olanın da aynı kayıtsızlığa sahip olduğuna şahit oluyoruz.
Klasik Hollywood westernlerinin ‘kötü adamı’ olabilecek Bill, belli ki geçmişinden kaçmak için dünyanın ucuna gelmiş MacLennan da aslında bu şiddetten ve kayıtsızlıktan azade değil. Yolda karşılaştıkları Albay Martin, bir otorite olarak hem onlara hem de seyirciye hatırlatıyor bir kez daha sömürge mekanizmasının işleyişini. Yalnızca toprakların değil, üzerindeki insanların bedeninin de sömürünün bir parçası haline geldiğini, yerlilere reva görülen şiddetin önünde sonunda içeride de kendisine akacak bir damar bulacağını izliyoruz bu bölümde. Ve fakat sömürgecinin sömürgeciye şiddetini bir güç gösterisi etrafında örüyor yönetmen. Diğerleriyle ayırıyor, aynılaştırmamaya özen gösteriyor.
Gálvez, yalnızca sermaye ve askeri bürokrasinin değil, aynı zamanda kilisenin de bu soykırımın bir parçası olduğu gerçeğini da unutmuyor öte yandan. Nihayetinde 20. yüzyılın başında modern Şili devleti kurulurken ifade edilen ‘hesaplaşmanın’ dönemin siyasileri eliyle batılı elbiseler giydirilip porselen fincanda çay içen yerli fotoğrafıyla kapatılmasına tanıklık ediyoruz. Yüzlerce yılın suçları, “barış içinde birlikte yaşama” uğruna unutuluyor. Bill ve MacLennan’ın sisler içindeki avı bir ‘adi suç’a indirgeniyor. Biz de ölülerden kulak toplamanın bir sömürgeci ritüeli olduğunu hatırlıyoruz bu topraklarda kez daha!
Senaryosunu kısa filmi “Rapaz”da çalıştıkları Antonia Girardi ve “Arjantin, 1985”ten tanıdığımız Mariano Llinás ile birlikte yazan Felipe Gálvez son yıllarda hayli bereketli bir sinema iklimine sahip Şili’nin yeni armağanı gibi görünüyor. Hazır bahis açılmışken Pablo Larraín ((No, Kont, Neruda, Post Mortem, Toni Moreno), Manuela Martelli (Machuca) Sebastian Lelio (La sagrada familia, İtaatsizlik, Mucize, Gloria) ve yalnızca ülkesinin değil dünyada kuşağının en iyi belgeselcilerinden Maite Alberdi (La memoria infinita, El agente topo) gibi isimlere sahip Şili sinemasına biraz haset etsek yeridir. Yalnızca zanaatlarına değil. Temalarına asıl olarak. Başta yukarıda andığım isimler olmak üzere ülkesinin geçmişleri ve bu geçmişin bugüne etkileri üzerine örnek bir sinema inşa ediyorlar.
Darısı başımıza!
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***