PROF. M. EFE ÇAMAN | YORUM
İnsanlar ülkenin normalleşmesini beklerken raydan çıkışın normalleşmesinde buldular kendilerini; ancak durumu henüz algılamadılar, çoğunluk itibarıyla. Eski normal de çok matah bir şey değildi hani. Ama bugünkü durumla karşılaştırıldığında nostalji duygusuna kapılmamak güç. Bir tür kanıksama süreci başladı. Gerçekle yüzleşmenin beraberinde getirdiği asap bozukluğu ve olanı görmekten mütevellit bir umutsuzluk, bahsettiğim.
Siyasal anomalinin aslında sosyolojik bağlamda mevcut gerçekliğin bir yansıması olduğunun ayırtına varıyorkenki sıkıntılı, kasvetli, depresif bir ruh hali, birçoklarını güncel siyasetle ilgilenmek bağlamında apolitikleştirirken, esasında politikanın seçimlerden, partilerden, kamu yönetiminden, ideolojilerden falan öte bir şey olduğunu görmeye başlıyor insanlar.
Bu durum siyasal rejimi nasıl etkiler? Rejimin güç paydaşları üzerinde nasıl bir etkide bulunur? Rejimden nemalananlar kısa, orta ve uzun vadeli planları ve stratejileri bağlamında ne gibi tasarruflarda bulunma eğilimine girerler?
Bu durum karşısında muhalefet – lafın gelişi – konusunda ne gibi akıl yürütmelerde bulunabiliriz?
Haberleri gözden geçiriyorum. İzlenimim şudur: Yerel seçimler yaklaşırken özellikle sosyal medya dışında kendilerini ifade etme şansı artık tamamıyla tükenmiş olan sürgündeki Türkiyeli muhalefet, yukarıda bir gözlem olarak paylaştığım “durumun vahametini görmeme temayülünün” dingin ama gerçek dışı âlemine sığınıyor. “İstanbul’da ne olur?” “İmamoğlu yüzde kaç oy alır?” “Tarafsız cumhurbaşkanı belediye seçimlerinde taraf olur mu?” “Oy yoksa hizmet yok dedi!” gibi konular etrafında, yerel seçim ortamına doğru ısınan bir “siyasal diskur”, ne ölçüde rasyonel?
Sahi, İmamoğlu’nun “Millet sana bir şans verdi, işine bak, ekonomiyi düzelt” demesi bu rejim dâhilinde ne derece önemli olabilir? Tüm iyi niyetine karşın, sevgili Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun açıkladığı “kendisinin, oğlunun okula girmesini yasaklayan ‘gizli’ ibareli belge”, Anayasa Mahkemesi’nin bağlayıcı nihai kararlarını bile takmayan bu rejimde ne tür bir rol oynayabilir? Ya da “ramazan kolisi” fiyatları üzerinden bu rejimin ekonomi politik eleştirisini – haklı olarak – yapmaya çalışanlar, on yıldır Sayıştay denetimini fiilen iptal etmiş olan bu zıvanadan çıkmışlık karşısında ne diyebilir?
CHP genel başkanı Özgür Özel’in yayınını kesen TRT, tüm medyanın rejim aparatına döndüğü bir ortamda gerçekten de bizi şaşırtan bir gelişme midir? Bu haberler, bugün gözüme çarpanların bir kısmı. Her gün bu durum tekrar ediyor.
Normal bir ülkede yılda bir olacak skandallar ve garabetler, Türkiye’de bir saat içerisinde oluyor. Anomalinin normalleşmesi derken kısmen bunu da kastediyorum. Kanıksadık bu durumu. Oysa inanın 1980’lerde ya da 1990’larda bile bu denli skandala ve garabete boğulan bir gündem yoktu. Dikkat edin, 1980’ler ve 1990’lar 12 Eylül askeri darbesinin derin travmasını yaşamış bir toplumun buhranlı yıllarıdır. Gerçi bu 100 yıllık görece genç devletin buhranlı olmayan bir dönemine rastlamak da zordur. Ama Türkiye’nin kendi hüzünlü gerçekliğinde bile 2013 sonrası dönem bir istisnai anomi, bir sıradışı facia, bir ayrıcalıklı batıştır.
Gündemdeki haberlere bakınca aklıma kansere tanı koyamayan ama baş ağrısına odaklanıp hastaya aspirin tavsiye eden doktor geliyor. Bir farkla; biz kanser olduğunu esasında bal gibi görüyor ama kendimize bunu itiraf etmekten kaçınıyoruz. Çünkü o teşhisin ertesinde olacaklardan korkuyoruz. Ülkeye olacaklardan değil! Çünkü ülkeye zaten olan olmuş! Kendimize! Biz o realitede var olmaktan kaçıyoruz. Başımızı kuma gömmeyi tercih ediyoruz. Çünkü buna ihtiyacımız var. Gerçeğin acıtıcı ayazı derimizi paramparça ediyor.
Biliyorum, oldukça uzun süredir Türkiye siyasetini bu pencereden okuyorum ve bunun umutsuzluk yarattığı eleştirisine uğradığını görüyorum. Olan yokmuş gibi davranalım, olmayan varmış gibi yapalım, yeter ki moraller bozulmasın – bunun uzun vadede gerçekle yüzleşmekten daha kalıcı zararlar vermesinden korkarım! Gerçekle bir an evvel yüzleşmek, tedavi için daha iyidir diye düşünürüm. Kanser analojisinden hareket edeceksek eğer, erken teşhisin hayat kurtardığını, bazen tedavinin kendisinden bile daha önemli olduğunu hatırlatmak isterim.
Geçenlerde Yavuz Baydar çok doğru bir eleştiride bulundu. Akademisyenlerin halen Türkiye’nin rekabetçi otoriter bir rejim olduğunu pompaladıklarından yakındı. Haklıdır. Hem de yerden göğe kadar.
Rekabetçi otoriter rejimler, adını koymayarak askında otoriter rejimlere faydalı oluyor. Bu kategorinin akademik kategorize ediş, kavramsal çeşitlendirme ve karşılaştırmalı siyaset sınıflaması olması dışında hiçbir yararı olmadığını düşünüyorum. Konumuz akademik analiz değil, realite. Gerçek şu ki bu ortamda Erdoğan’ın seçimle iktidarı kaybetme riski, Rusya’da Putin’in seçimi kaybetme riskinden çok farklı değil. Hatta demokratik ülkelerde Rusya’ya yönelik pozisyonun çok daha sağlam olmasının esas nedeni, Türkiye’deki gibi hayal tacirliği yapmayan Rusya uzmanı akademidir.
Türkiye çalışan yerli ve yabancı uzmanlar, ısrarla sanki Türkiye’de kör topal da olsa işleyen bir hukuk, devlet, bürokrasi ve hepsinden önemlisi demokrasi varmış gibi hareket ediyorlar. Oysa gerçekler meydanda! Örneğin Rusya 160,000 kamu personelini bir gecede kapının önüne koymuş olsa ya da 2,5 milyon insanı terörizmle irtibatlandırarak kriminalize etse, Rusya uzmanı akademi bunu görmezden gelmez! Hâlbuki Türkiye çalışan akademik çevreler bunu ve bunun gibi onlarca gayet açık otoriter rejim kanıtını ısrarla görmezden geliyor.
Bu açıkçası hem Erdoğan rejiminin konsolidasyonuna ciddi katkı sağlıyor, hem de dışarıda oluşabilme potansiyeli taşıyan tepkileri daha başlamadan sönümlendiriyor.
Bu rejimin adını koymak gerekiyor. Türkiye rejimi kendi anayasasına bile uyma gereği hissetmeyen otoriter bir rejimdir. Nokta.
Son söz: Teşhis olmadan tedavi mümkün değildir.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***