Şenay AYDEMİR
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yerle yeksan olmuş Batı Almanya’yı ayağa kaldırmak için 1960’lı yıllarda işçi olarak bu ülkeye giden Türkiyelilerin çocukları (ve artık torunları) sanat alanında ağırlıklarını her geçen gün artırıyor. Fatih Akın’ın “Paramparça” (Aus dem Nichts, 2017) filmiyle Altın Küre’de uluslararası film ödülünü kazanmasının ardından yeni bir başarı hikayesi daha yazıldı.
İlker Çatak’ın, ilk gösterimi geçen yıl Berlin Film Festivali’nin Panorama bölümünde yapılan filmi “Öğretmenler Odası” (Das Lehrerzimmer) Oscar ödüllerinde uluslararası film kategorisinde ilk beş film arasına kalmayı başardı. Yapımın Almanya’nın en önemli film festivalinde ana yarışmaya değer bulunmamış olmasını da not düşelim. “Öğretmenler Odası”, ilk beşte olmayı hak ediyor mu, Berlinale’de ana yarışmada olsa ne olur olmasa ne olur gibi soruları bir yana bırakalım. Çünkü en nihayetinde çoğu zaman filmlerin niteliklerinden bağımsız değişkenler tarafından belirleniyor bir yapımın bu mecralarda kendisine yer bulması. Son tahlilde oldukça iyi bir film “Öğretmenler Odası”. Form olarak yeni bir şey koymuyor önümüze hatta dil ve estetik olarak birçok yapımla akrabalıklar da kurmak mümkün ama yapmaya kalkıştığı meseleyi güzel anlatıyor.
İlker Çatak’ın önceki filmlerinde de birlikte çalıştığı Johannes Duncker ile kaleme aldığı senaryo filmin en güçlü yanını oluşturuyor. Bir sınıf dolusu öğrenci ve meslektaşları arasında kalmış genç bir öğretmenin gelgitlerini anlatmaya çalışan bu metnin, karmaşa içinde yolunu kaybetmesi çok mümkün çünkü. Çatak ve Duncker ikilisi ‘iyi niyetli’ öğretmen Carla Nowak’ın kendince doğruyu yapmaya çalıştığı, ancak her hamlesinin ardından işlerin daha da sarpa sardığı bir yapı inşa etmeyi başarıyorlar. Carla’nın okul idaresi ve öğrenciler arasındaki kadim gerilimin cisimleştiği kişi haline geliş sürecini adım adım kuruyor ikili. Carla, Asghar Farhadi filmlerinde sıkça gördüğümüz bir yolculuğa çıkıyor film boyunca. Yani sürekli olarak ahlaki seçimler yapmak zorunda kalıyor. Ancak kendince doğru bulduğu her seçim onu daha da içinden çıkılmaz bir yere sürüklüyor.
Almanya’da çok uluslu bir ‘Alman okulu’ndayız. Göreve yeni başlayan Carla Nowak idealist bir öğretmen izlenimi veriyor ilk başta. Soy ismi vurgusu önemli, çünkü film boyunca hiç söylenmese de Carla’nın Leh kökleri diğer öğretmenlerin ona karşı bakışlarında rol oynuyor. Hatta bir ara meslektaşına okulda Almanca konuşması gerektiğini hatırlatma ihtiyacı duyuyor. Mekan bir okulun günlük dertleriyle kuruluyor aslında ilk başta. Bir okul varsa, hırsızlık da vardır örneğin. Böyle bir olayın sonrasındaki soruşturma sürecinde olağan şüpheli olarak Türk öğrenci seçiliyor önce. Ama öyle olmadığı ortaya çıkıyor. Asıl hikaye ise Carla’nın parasının kaybolduğunu fark edip bilgisayarının kamerasıyla hırsızlığı kayıt altına almaya çalışması sonrası başlıyor. Kayıt çok net olmasa da eldeki veriler bir okul çalışanını işaret ediyor. Ancak şüphelinin Carla’yı hedefe koyması, genç öğretmenin delilinin ahlaki ve hukuki olarak tartışmaya açık olması hikayeyi daha da dallandırıyor. Üstüne şüpheli konumundaki okul personelinin oğlu Oskar’ın örgütlediği öğrencilerin zayıf halka olarak gördükleri Carla’yı hedef tahtasına oturtmaları gerilimi daha da yukarılara taşıyor. Bu noktadan sonra hem Carla’nın hem de seyircinin ahlaki ikilemleri giderek artmaya başlıyor. Ama yönetmen ne karakterine ne de seyirciye bir netlik vermekten ısrarla uzak duruyor.
Gerilim değince tek mekana sıkışan anlatılar her zaman işlevli olmuştur. Bir uzay gemisi, apartman, ada, uçak vb. Burada da bütün gerilim okulun içinde inşa ediliyor. Seyirci olarak Carla’nın okul dışındaki hayatına dair hiçbir şey görmüyoruz. Dolayısıyla onun ‘sivil’ dünyası bizim için bir muamma. Okul ise kapısından girdiği andan itibaren bir sorunlar yumağı. Öte yanda sınıf ve okul, toplumsal alegori inşa etmek için de oldukça güçlü metaforlar. Burada da öyle kuruluyor bir yanıyla. Sınıf Alman toplumunun çok uluslu ve kültürlü yapısını temsil ederken, öğretmenler odası üst yapının o kadar zengin ve esnek olmadığını gösteriyor bir bakıma. Okul yöneticileri, öğretmenler dahil olmak üzere herkes aslında ‘kuralları’ uyguluyor ve görünüşte bu kurallar oldukça rasyonel! Oysa öğrencilerin her hamlesinde bu rasyonel kuralların yaldızları kazınıp, altındaki peşin hükümlü uygulamalar ortaya çıkmaya başlıyor.
Filmde karakterlerin hiçbiri yargılanmadığı gibi, hiçbirine hak vermeye de gerek görmüyor yönetmen. Hatta çocuklara bile hak verme ihtiyacı duymuyor. Okul idaresinin soğuk kuralcılığı, Carla’nın saf iyi niyeti, çocukların acımasızlığı empatiden çok rahatsızlık olarak geçiyor seyirciye. İkinci Dünya Savaşı sonrası inşa edilen ‘kurallı toplum’ düzeninin artık bugünün Almanya’sına yetmediğini anlatıyor bir yerde “Öğretmenler Odası”. Sistemin katı kurallarıyla, yeni neslin gerçekliği birbiriyle çatışır ve gerilim tırmanırken, Carla gibi iyi niyetlilerin ancak ortalığı cehenneme çevirecek yollara taş döşemeye yaradığını anlatıyor öte yandan.
“Öğretmenler Odası”, 2008 yılında Cannes’da Altın Palmiye kazanıp, Oscar’da uluslararası film dalında aday olmuş Laurent Cannet imzalı “Sınıf / Entre Les Murs” filmiyle eşleştiriliyor çoğu yerde. Haksız bir eşleşme değil ancak iki film aradan geçen 15 yılda Avrupa’nın görünümü açısından çok ayrışıyor kanımca. “Sınıf”, Fransız eğitim sistemini eleştirirken farklı etnik kökenlerden gençlerin birlikte yaşama olasılığına inanmak istiyordu bir yandan. Oysa “Öğretmenler Odası” geri dönülemez bir parçalanmanın ipuçlarını veriyor daha çok.
“Öğretmenler Odası” filmi, İlker Çatak’ın önceki yapımları düşünüldüğünde büyük bir sıçrama olarak kabul edilebilir. Bunda “Babylon Berlin” dizisinden hatırladığımız Carla’ya hayat veren Leonie Benesch’in performansının payını da unutmayalım. Bir de ilk filminde Oskar karakterinde harikalar yaratan Leonard Stettnisch’i not düşelim. Ki bütün çocuk oyuncular oldukça iyi.
“Öğretmenler Odası”, haftanın en dikkat çeken yapımı olarak izlenmeyi hak ediyor.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***