PROF. M. EFE ÇAMAN | YORUM
Mısır ziyareti konusu Erdoğan’ın şahsı ve İslamcılık hakkında adeta bir turnusol kâğıdı gibi!
20 Mayıs 2015’te Erdoğan ne demiş gelin beraber bakalım: “Ben uluslararası platformlarda sürekli olarak şu anda darbeci Sisi’yi, Cumhurbaşkanı olarak kabul etmediğimi hep söyledim. Bugün de aynı şeyi söylüyorum. Buradan da söylüyorum, benim indimde Mısır’ın Cumhurbaşkanı Sisi değildir, yine Mursi’dir. Öyle bakıyorum.”
Durun, hepsi bu kadar değil. Bu cümlenin ardından, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda da söylediklerini tekrarlıyor ve şöyle diyor: “Hatta aynı masada bize yer ayırdılar. Ben o masaya gidip oturmadım. Yarın olsa, yine oturmam. Eğer oturursam, bu kendimi inkâr olur. Ben kendimi inkâr edemem. O zaman demokrat olmam. Ben dünyada demokrasiyi savunduğunu iddia edenlere de söylüyorum. ‘Siz nasıl demokratsınız? Bu nasıl bir demokrasi? Öyleyse eğer demokratsanız, demokrasiye inanıyorsanız şu anda bu idam kararları ile ilgili olarak niye konuşmuyorsunuz?”
Biliyorsunuz Sisi konusu başından beri Erdoğan’ın en hassas olduğu dış meselelerden biriydi. Türkiye’nin hiçbir somut çıkarı olmamasına karşın, Mısır’da İslamcı Müslüman Kardeşler eğilimli eski Cumhurbaşkanı Mursi’nin askeri bir darbe sonrası devrilmesinin ardından, aynı şeyin kendisinin de başına geleceğinden korktuğu için, olay Mısır’da değil de sanki Türkiye’de olmuş gibi tepki veren Erdoğan, Mısır lideri Sisi’ye sayısız hakaretlerde bulunmuştu. Aynı şekilde Müslüman Kardeşler örgütüne de sahip çıkarak, dışişlerinin onlarca yıllık emeklerle oluşturduğu Mısır politikalarını yerle bir etmişti.
Tayyip Erdoğan’a göre Mısır’da yaşananlar bu ülkenin bir iç meselesi değildi. Mursi sanki ‘sütten çıkmış ak kaşıkmış’ gibi hareket eden Erdoğan, kıdemli dışişleri bürokratlarının kapalı kapılar ardındaki tüm uyarılarını görmezden gelerek, tek başına Mısır politikasını belirlemişti. Bu politikanın gerçeklerden tamamıyla kopuk olduğu ve en temel uluslararası ilişkiler arka planından yoksun olduğu birinci sınıfa giden bir uluslararası ilişkiler öğrencisinin bile rahatlıkla anlayabileceği kadar açıktı.
Erdoğan’ın Mursi’ye desteği de, Sisi’ye karşı oluşu da ideolojik nedenlere dayanıyordu. Kendisi de bir İslamcı olan Erdoğan, Müslüman Kardeşler’e ve Mursi’ye hep bu İslamcı gözlüklerle baktı. Ona göre Mısır’da olan bitenler inandığı “davaya” zarar veren bir gelişmeydi. Mursi iktidardayken en yakın destekçisi hep Erdoğan oldu. Mısır’a adeta Osmanlı döneminde kendi himayesinde olan bir valilik gibi yaklaşan Erdoğan, Mısır iç politikasını ve sosyolojisini hiçbir şekilde dikkate almayarak, Türkiye dışında bir üçüncü ülkede yaşanan sosyal ve politik olaylarda taraf oldu. Bunu yağarken sadece kendisi boşa düşmedi, başında olduğu ülkeyi de boşa düşürdü.
Aslında Mısır, Erdoğan’ın tüm Ortadoğu politikasındaki başarısızlığının sonuçlarından biridir. Suriye’de, Libya’da, Mısır’da ve diğer Arap coğrafyalarında, o dönem Arap Baharı denen süreçte, Erdoğan ve avanelerinin beklentisi Sünni İslamcı yönetimlerin iktidara gelmesi, Türkiye’nin bu coğrafyalarda “tarihi rolüne” geri dönmesiydi.
İslamcı mahallede en ucuz satılan ürün tarihtir. Tarihlerini kendilerine öğretildiği şekliyle, vakanüvis gelenekten kendilerine kakalanan, daha doğrusu kendi kendilerine kakaladıkları derin bir ütopya penceresinden okuyan İslamcılar, siyasi programlarını gerçeklerden kopuk bu tarihin üzerine inşa ederler. Çoğu iktidara gelemediğinden bu patolojinin fazlaca bir kıymeti harbiyesi olmaz. Fakat Erdoğan gibi popülist bir lidere dönüşen ve otoriterleşen liderler bakımından, bu çarpık tarihsel algıların ülkeleri ve devletleri üzerinde son derece olumsuz etkileri olur. İşte Arap Baharı sürecinde Türkiye’yi radikal İslam orijinli terör örgütlerinin eline düşüren de bu zihin haritası oldu.
Demokratikleşme kavramının sihirli etkisini kullanarak, bile-isteye Ortadoğu’da her türlü İslamcı terör örgütünü desteklediler. Bunlara “Bizim çocuklar!” olarak yaklaştılar. Bu algının sonucunda, inşa ettikleri yeni dış politika, daha önce oluşturulmuş gerçekçi yaklaşımları yok etti. Yüzlerce yılda edinilmiş olan tarihsel birikim ve bunun üzerine inşa edilen gerçekçi dış siyaset yerine, kendi Müslüman mahallesine drajeler şeklinde satabileceği irili ufaklı ütopyaları tercih ettiler.
Bunların oya çevrilmesi çok kolaydı. Böylece Rabia işareti, onun diskuru, o diskurun iç siyasette aba altından sopa olarak kullanımı tedavüle sokuldu. Tabanları bunu şehvetle satın aldı. Coşku sadece ürünü satın alan kitlelerde yoktu; bizzat Erdoğan’ı de-facto halife olduğuna inandırdılar. Böylece zaten gerçeklerle sorunu olan bir sosyopati mağduru tabana, bu profile en uygun lideri yaratıyorlar, pazarlıyorlardı.
Erdoğan artık modern bir ‘Abdülhamit’ figürüydü. Bu daha başlangıçtı. İleride ‘Abdülhamit’ figüründen Fatih’lere, Kanuni’lere geçişin hayalleri fabrike ediliyordu. Bu üretimi ve ambalajlama çalışmalarını yapan ekiplerden birçok akademisyenle tanışıklığım var. Çoğu rasyonel insanlar ve bu yapılanların doğru olmadığını bildiklerine eminim. Fakat sanırım “duygusal nedenler” bu kesimde hep ağır basıyordu. Zaten “Halife’nin” de akçalıya olan eğilimi malumdu. Alan da veren de razıydı.
Mekanizmayı kurmuşlardı. Kalabalıkların karşısında Rabia’dan, Mursi’den, demokrasiden, kötü Batı’dan, katil, zalim ve darbeci Sisi’den falan bahsediyorlar, sonra kapalı kapılar ardında İran istihbaratından “emeklerinin karşılığını” alıp üleşiyorlardı. Önemli olan bu “duygusal evrenin” işleyişinde bir sekte meydana gelmemesiydi. Modern ‘Abdülhamit’, tıpkı tarihi ‘Abdülhamit’ gibi şişirilmiş ve formata sokulmuş bir figürdü. Taklidi de aslı gibi gerçeklere tekabül etmiyordu. İyi de bu zaten kimin umurundaydı!
Böylece ‘yandı gülüm keten helva’ durumuna geldik. Suriye, bu ütopyacı İslamcılık ve bildiğin adi suç hırsızlık arasında bir yerlerde istikrarsızlaştırıldı. IŞİD’le petrol ticaretinden, Süleyman Şah Türbesi skandalına, sahada kafa kesen manyak cihatçı gruplara para, çadır, istihbarat, silah-mühimmat, sağlık hizmeti sunmaktan, gayet irrasyonel olarak Rusya’nın kucağına oturmaya kadar saymakla bitmeyecek irrasyonel ve ekine dadanan süne zararlısının veremeyeceği türden zararlar verdiler! Kime? Bana, sana, ona, bize, size, onlara – hepimize! Ülkeye.
Kitleler, seçim meydanlarında Rabia hikâyeleriyle ağlıyordu. Mahalle camiine giden orta yaşlı erkekler, hayali cihat ve hayali (ya da çakma) halife menkıbelerini birbirlerine anlatırken, doğan kızlarına Rabia adını veriyordu. Uzaktan birbirlerine dört parmak Rabia işaretleriyle selam veriyor, sabah akşam Sisi’ye ve Esad’a küfrediyorlardı. Ama artık “Müslümanların iktidarı” yakındı. Restore edilecek halifeliğin ardından “Osmanlı dirilecekti.”
Tek ilgileri Dimyat ve Dimyat pirinciydi. Dimyat’a gitme hayallerinin ateşi bacayı sarmıştı. Kimse evdeki bulguru düşünmüyordu. Hayal satan siyasal İslam, kendilerine “Yürü ya kulum!” diyen reislerinden razıydılar. Bu dönemde çoğu hızla sınıf atladı. Öyle ya, kendilerine zulmedenlerden neleri eksikti ki! Böylece boynuz kulağı geçti. Kitlelerin uhrevi ve manevi hipnozu, yankesicinin maharetiyle birleşince elbette “başarı” kendiliğinden geliyordu zaten “mirim.”
Toplum bunu kabullendi, sindirdi, benimsedi ve sorgulamadıkça kaşarlaştı. Mısır, böylece Türkiye iç siyasetinin en önemli hipnoz enstrümanlarından biri oldu. Ortadoğu’da Türkiye’yle bağlantısı olmayan neredeyse hiçbir İslamcı terör örgütü kalmadı. Sahada bildiğin IŞİD/El-Kaide prototipi gruplarla yoğun ve vıcık vıcık bir ilişkiler ağı oluşturuldu. Bu sayede Türkiye radikal İslam’ın çiftliği haline geldi. Güzergâhlıktan üs olma durumuna giden süreci beraber gözlemledik. “Hamdolsun” Erdoğan vardı!
Fakat İslamcılarda en temel “değerlerden” biri, hiçbir “değerlerinin” olmamasıdır! Geçen yıldan itibaren etrafta dedikodular dolaşmaya başladı. Diplomasi kulislerinde Türk heyetlerinin Kahire’de fink attığı, uluslararası zirvelerde Erdoğan ve Sisi’yi bir araya getirmeye çabaladıkları koşulmaya başlandı. Ardından tek tük çekinden pozlar internete düştü. Ardından Erdoğan’ın taze damat gibi yandan çarklı, tokalaşmanın elektriğinden mütevellit gülücüklerinin görselleri servis edildi. Çok istekli, motive, mahcup bir Erdoğan vardı artık! Sisi aynı Sisi’ydi de, Erdoğan değişmişti! Ya da değişmemişti! Sadece kullanacağı kartları yeri ve zamanı gelene kadar elinde tutan rasyonel bir kahvehane müdavimi gibi hareket ediyordu! Tam bir stratejist!
Bilen bilir, Mısır’da olup bitenler Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren zafiyetin tezahür noktalarından biri olmuştur. Bunu geniş anlamda tarihi gerçeklerin ve sosyolojinin dayattığı Ortadoğu’da madara oluş ve “sobaya dokunarak öğrenme” deneyimi takip eder. Böylece Türkiye üst düzey hariciye bürokrasisini oluşturacak geç Osmanlı kadroları, Ortadoğu’yu en “temkinli hareket edilmesi gereken” ve asla “tekin olmayan” bir kaygan zemin olarak algıladılar. Cumhuriyet dönemi, bu anlayışın hâkim olduğu, genel hatlarıyla dikkatli ve az hatalı bir Ortadoğu politikasına sahne oldu. Ve dahası, Türkiye ısrarla kendisini bölge aktörü olarak algılamadı, bir Güneydoğu Avrupa aktörü olmayı ve o kimlik ve davranış ilkeleriyle Ortadoğu’ya yaklaşmayı (daha doğrusu yaklaşmamayı) tercih etti. Tabi o dönem Ortadoğu siyaseti oluşturulurken İslamcı cihatçılığa ya da “hilafet” gibi konulara ilgi yoktu. Sanırım bunların yaratacağı popülist hipnoz üzerinden “duygusal nemalanma” gibi güçlü bir motivasyon da rol oynamıyordu. Her türlü zafiyetlerine karşın, “eski Türkiye” ve onun “monşer” hariciye kadrosu yurtseverlik konusunda bugünkü kadrolarla mukayese kabul etmeyecek seviyedeydiler.
Heyhat, artık Rabia bitti! Uzun adam, namı diğer (çakma) “halife”, İslam dünyasının lideri (!), masa yumruklayıcısı, düşmanlarına korku, dostlarına güven veren reis, süklüm püklüm Kahire’ye gitti. “Katil Sisi” kategorisinden “kardeşim Sisi” kategorisine ışık hızında bir geçiş yaşandı. Böylece esasında herhalde Mısır’da da demokrasi gelmiş oldu!
İbretle izlemeye devam edin, zira filmin bitmesine çok var! Daha neler göreceksiniz neler!
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***