YÜKSEL ÇAYIROĞLU | YORUM
Namaz, İslâm’ın en önemli esaslarından ve mü’min olmanın en bariz alametlerinden biridir. Allah Resûlü’nün ifadesiyle dinin direğidir. Kur’ân’da namazı emreden yüz civarında âyet-i kerime olması da onun önemine işaret eder. İslam, namaz ibadetini belirli vakitlere bağlamış ve bu vakitlerde onun eda edilmesini farz kılmıştır. “Şüphe yok ki namaz, mü’minler üzerinde vakitleri belirlenmiş bir farzdır.” (Nisa sûresi, 4/103) âyet-i kerimesi açıkça bunu ifade eder. Bazı âyet-i kerimelerde mücmel olarak namaz vakitleri yer alsa da bu konu detaylı olarak hadis-i şeriflerde izah edilmiştir. Peygamber Efendimiz (s.a.s) hem sözlü beyanlarıyla hem de bizzat fiilî uygulamalarıyla beş vakit namazın hangi zaman aralıklarında eda edilmesi gerektiğini açıklamıştır.
Hadislerden öğrendiğimize göre Cebrail Aleyhisselam Allah Resûlü’ne (s.a.s) gelerek bir defasında namazları ilk vakitlerinde, bir defasında da son vakitlerinde kıldırmış ve arkasından da, “İşte bu iki vaktin arasındaki süreler, namazların vakitleridir.” demiştir (Tirmizî, salât 1; Ebû Dâvûd, salât 2)
İslâm fakihleri de konuyla ilgili naslardan hareketle vaktin, namazın hem sebebi hem de edasının şartı olduğunu, namazın geçerli olması için vaktinde eda edilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Dolayısıyla beş vakit namazın kendileri için tayin edilen vakitlerden önce veya sonra eda edilmesi caiz olmayacağı gibi sahibini de sorumluluktan kurtarmaz.
Namaz ve Oruç Vakitleri
Namaz vakitleri şu şekildedir: Sabah namazı vakti fecr-i sadıkın zuhuruyla, yani genel kabul gören görüşe göre ufukta enlemesine beyazlığın belirmesiyle girer ve güneş doğuncaya kadar devam eder. Öğle vakti, güneş tam tepe noktasından batı ufkuna meyletmeye başlayınca girer, her şeyin gölgesi bir misli olunca biter. Öğle vaktinin bitmesiyle ikindi vakti girer ve güneşin batmasıyla da çıkar. Güneş battıktan sonra akşam vakti girer, şafağın kaybolmasıyla sona erer. Akşam vaktinin çıkmasıyla da yatsı vakti girmiş olur ve bu da ikinci fecrin doğmasına yani sabah namazı vaktinin girmesine kadar devam eder. (Müslim, mesâcid 173, 176, 177, 178; Ebû Dâvud, salât 2, Tirmizi, salat 1, 114, 115; Nesâî, mevâkît 10, 15)
Namaz vakitleriyle ilgili Ebu Hanife’nin diğer müçtehitlerden faklı iki içtihadı vardır: Birincisi, ona göre öğle namazının vaktinin çıkıp ikindinin vaktinin başlaması her şeyin gölgesinin bir değil iki misli olduğu zamana tekabül eder. İkincisi de akşam namazının vakti şafaktaki kızıllığın değil beyazlığın yok olmasıyla çıkar ve yatsının vakti de bununla girmiş olur.
İslâm’ın diğer önemli bir esası olan oruç için de aynı şekilde belirli bir zaman tayin edilmiş ve onun ne zaman başlayıp ne zaman sona ereceği bizzat âyet ve hadislerle tespit edilmiştir. “Fecir vakti, sizce beyaz iplik siyah iplikten (şafağın aydınlığı gecenin karanlığından) ayırt edilinceye kadar yiyin, için, sonra geceye kadar orucu tamamlayın.” (Bakara sûresi, 2/187) âyet-i kerimesi orucun vaktini bildirir. Buna göre oruç fecr-i sadıkın girmesiyle (tan yerinin ağarmasıyla) başlar, güneşin batmasıyla sona erer.
Takvimlerin Hazırlanması
Görüldüğü üzere İslam, evrenselliğinin bir tezahürü olarak hem namaz vakitlerini hem de oruç vaktini herkesin gözlemle ve küçük bir araştırmayla tespit edebileceği kadar oldukça açık ve görünür alametlere bağlamıştır. Günümüzde genellikle Müslümanlar namaz ve oruç ibadetlerini Kur’ân ve Sünnet tarafından konulan şeri alâmetlere bakarak değil; farklı kurumlar tarafından hazırlanan takvimlere/imsakiyelere uyarak yerine getiriyorlar. Esasen ibadetlerin takvime uyarak yerine getirilmesi uygulamasının yeni olmadığını, bunun tarihinin hicri ikinci ve üçüncü asra kadar gerilere gittiğini hatırlatmakta fayda var.
Öyle ki güneş ve ayın hareketlerine bakarak ibadet vakitlerinin belirlenmesi için “ilm-i mikat” denilen bir ilim çeşidi ortaya çıkmış ve İslâm astronomisinin amaçlarından biri de ibadet vakitlerini tespit etmek olmuştur. Cami ve mescitlerin müştemilatına muvakkithaneler de eklenmiş ve buralarda görev yapan muvakkitler çeşitli aletler vasıtasıyla tespit ettikleri namaz vakitleri hakkında farklı şehirler için cetvel ve tablolar hazırlamış ve namaz vakitlerini müezzinlere bildirmişlerdir.
İbadet vakitlerinin takvimlerden veya mobil uygulamalardan takip edilmesinin büyük bir kolaylık olduğunda ve Müslümanlar arasında birliğin ancak bu yolla sağlanacağında şüphe yoktur. Ne var ki günümüzde bu konuda bazı kafa karışıklıklarının, soru ve sorgulamaların olduğu da bir gerçek. Bunun sebebi ise farklı ülkeler veya kurumlar tarafından hazırlanan takvimlerdeki namaz vakitleri arasında bazı farklılıkların bulunmasıdır. Bu farklılıklar özellikle yüksek enlemlerdeki bölgelerde daha da fazlalaşıyor. Bu farklılıklar hâliyle Müslümanların kafasını karıştırabiliyor, onlar arasında ihtilaflara sebep olabiliyor, hangi takvime uymaları gerektiği konusunda onları şüphe ve tereddüde sevk edebiliyor. Dolayısıyla pek çok Müslüman bir taraftan takvimlerdeki bu farklılıkların nereden kaynaklandığını öğrenmek istiyor, diğer yandan da namaz ve oruçlarının sıhhati adına nasıl bir yol takip etmeleri gerektiğini soruyor. Bu yazıyı kaleme almamızın sebebi de bu tür sorulara cevap verebilmek.
Takvimlerdeki Farklılıklar
Farklı kurum ve heyetler tarafından hazırlanan takvimlerdeki namaz vakitlerinde bazı farklılıklar vardır. Fakat asıl büyük farklılık, akşam namazının çıkma vaktiyle sabah namazının girdiği vakitlerdedir. Şeri ifadesiyle şafak ve fecir vaktinin tespitindedir; özellikle de sabah namazının başlangıç vaktinde. Çünkü sabah namazının girme vakti aynı zamanda imsak vaktidir, yani oruç ibadetinin başladığı vakittir. Bu yüzden takvimlerle ilgili ihtilaflar daha çok Ramazan ayında yaşanır. Özellikle son yıllarda hemen her Ramazan’da aynı tartışma gündeme gelir ve farklı fikirler ileri sürülür. Dolayısıyla biz de burada asıl bu konuya odaklanacağız.
Akşam namazının bitimiyle sabah namazının başlangıcı dışında kalan namaz vakitlerindeki farklılıklar genellikle üç beş dakikayı geçmez. Çünkü güneşin doğduğu, zeval vaktine ulaştığı ve battığı zamanı tespit etmek oldukça kolaydır. Herkes az bir çabayla bu vakitleri kendisi de tespit edebilir. Peki, bu kolaylığa rağmen sabah namazının çıktığı, öğlenin başladığı, öğlenin çıkıp ikindinin girdiği ve ikindinin bitip akşamın başladığı bu vakitlerde niye farklılıklar vardır? Bunun iki temel sebebi vardır: Birincisi, namaz vakitlerinin başlangıcına “temkin vaktinin” ilâve edilip edilmemesi, ikincisi de güneşin gözlem ve tespitinde ortaya çıkan küçük farklılıklardır. Bir de ikindi vaktinin girmesiyle ilgili İmam Azam’ın farklı görüşü söz konusudur ki buna daha önce yer vermiştik.
Yatsı ve sabah namazlarının girdiği vakitlerde ise güneş artık gökyüzünde değildir, bu yüzden gözlenmesi de mümkün değildir. Bu iki namazın başlangıç vakti güneşe bakarak değil, onun gökyüzüne yansıyan ışıklarına bakarak tespit edilir. Güneş battıktan sonra ışıkları batı ufkundan kaybolacağı ana kadar akşam namazının vakti devam eder. Sabahleyin de güneşin ilk ışıklarının doğu ufkunda belirmesiyle birlikte sabah namazı vakti girer. Fakat bunun tespiti gökyüzündeki güneşin konumunu tespit etmek kadar kolay değildir. Mesela batı ufkunda son olarak güneşten kalan veya ilk olarak doğu ufkuna yansıyan ışıkların niteliğinde ihtilaf edilir. İlk dönem fukahasından bu yana bazıları akşam namazının çıkıp yatsının girmesi için güneşin batı ufkunda bıraktığı kızıllığın kaybolmasını yeterli bulmuş, bazıları ise beyazlığın kaybolmasına itibar etmiştir. Aynı şekilde sabah namazının girmesi ve Ramazan ayında yeme içmenin bırakılması için bazıları doğu ufkunda ilk olarak beliren beyazlığı yeterli bulmuş, bazıları ise beyazlıktan sonra kızıllığın da ortaya çıkmasını şart koşmuştur.
Hatta bazı modern araştırmacılar, “Beyaz iplik siyah iplikten ayırt edilinceye kadar yiyin, için.” âyetinden hareketle bu kızıllığın da ufukta iyice yayılması, belirginleşmesi ve herkesçe görülür hâle gelmesi gerektiğini şart koşmuş, bu yüzden güneşin ufka yaklaşma açısını 9 dereceye kadar düşürmüş ve imsak vaktini güneşin doğmasına 35-40 dakika kalana kadar uzatmışlardır. Ne var ki bu görüş, imsak ve sabah namazı vaktine dair gelen hadislere ve Peygamber Efendimiz’in (s.a.s) uygulamalarına aykırı görüldüğü için çoğunluk ulema tarafından kabul görmemiştir.
Zira Allah Resûlü’nün sabah namazını vakit girer girmez kıldığını anlatan rivayetlerde sahabe, bu vaktin, yanındakinin kim olduğunu tanımayacak veya insanların birbirinin yüzünü seçemeyecek kadar karanlık olduğunu ifade etmiştir. (Ebû Dâvud, salât 2) Hatta mü’min kadınların sabah namazı için mescide geldiklerini ifade eden Hz. Âişe, namaz bitince evlerine döndükleri esnada bile ortalığın onların tanınmasına imkan tanımayacak kadar karanlık olduğunu ifade etmiştir. (Tirmizî, salât 118)
Şafak ve Fecir Vaktinin Farklı Olmasının Sebepleri
Görüldüğü üzere bu konudaki öncelikli ihtilaf, yatsı ve sabah namazlarının başlangıcı için şeriat tarafından konulan alametlerin (şafak ve fecir) yorumunda ortaya çıkmaktadır. Bunun yanı sıra söz konusu şer’i alametlerin tespitine etki eden; gözlem yapılan yerin yüksekliği, havanın/atmosferin durumu, gözlem yapılan yerdeki ışık seviyesi, doğu veya batı ufkunun konumu, bulunulan enlem derecesi, mevsimler, güneş ışıklarının aletle veya çıplak gözle gözlenmesi gibi bir kısım faktörler de takvimlerdeki farklılıklara yol açmaktadır. Özellikle gözlemin çıplak gözle mi yoksa alet yardımıyla mı yapıldığı önem taşımaktadır. Zira âletler yardımıyla yapılan gözlemlerde doğu ufkunda beliren tan ağarması (fecir) daha erken tespit edilmekte, bu da çıplak gözü şart koşanlara göre bir farklılığa yol açmaktadır.
Takvimlerdeki ihtilafların diğer bir sebebi “takdir” uygulamasıdır. Bilindiği üzere Kuzey ve Güney kutbuna doğru yaklaştıkça günler veya geceler uzamaya başladığı için normal şartlarda namaz vakitleri için belirlenen alametlerin hepsi görülmez. Ulemanın çoğunluğuna göre vakit her ne kadar namazın sebebi olsa da bu zahiri bir sebep olup asıl sebep emr-i ilâhidir; bu yüzden vakti girmeyen namazların da takdir edilerek kılınması gerekir. Takdirin nasıl yapılacağına dair farklı görüşler olsa da en çok kabul gören görüş, normal namaz vakitlerinin görüldüğü en yakın bölgenin esas alınmasıdır. Türkiye’deki Din İşleri Yüksek Kurulu, 62° enleminin ötesinde kalan bölgelerin 62° enleminin namaz vakitlerini esas alabileceğini belirtmiştir.
Bunun yanında, beş vakit namazın girdiği fakat gündüzlerin çok uzun veya çok kısa olduğu, bu yüzden de oruç, teravih, yatsı ve sabah namazlarının edası gibi ibadetlerin zorlaştığı bölgelerde de takdir uygulamasına gidilebileceğini savunan ve yılın belirli aylarında takvimlerini buna göre hazırlayan bazı kurumlar vardır. İşte bu da ihtilafın kaynaklarından bir diğerini oluşturmaktadır.
Gün Batımı ve Gün Doğumu Açıları
Şafağın ne zaman kaybolduğu ve fecrin ne zaman doğduğu tespit edildikten sonra yatsı ve sabah namazlarının girme vakti güneşin batı ve doğu ufkuna yaklaşma açısıyla ifade edilmiştir. Gün doğumu ve gün batımı açılarının tespiti yeni değildir. Asırlardır Müslümanların bildiği ve uyguladığı şeylerdir. Habeş el-Hâsib, Neyrîzî, Bîrûnî ve İbnü’l-Heysem her iki açıyı da 18, Ebü’l-Hasan İbn Yûnus ve İbnü’ş-Şâtır gün doğumunu 19, gün batımını 17 ve Hasan b. Ali el-Merrâküşî gün doğumunu 20, gün batımını 16 derece olarak hesaplamışlardır. (DİA, “İlm-i Mîkât”)
Bugüne kadar sabah namazının da girdiği vakit olan imsak için tespit edilen gün doğumu açısı genellikle 18° veya 19° olmuştur. Diyanet 1983 yılına kadar namaz vakitlerinin hesaplanmasında temkin vaktini de göz önünde bulundurduğu için 19 dereceyi, takvimlerden temkin vakitlerini çıkardıktan sonra ise 18 dereceyi esas almıştır. Türkiye’de farklı zamanlarda ve farklı yerlerde yaptığı gözlemlerin ortalamasının da 17.8 derece olduğunu açıklamıştır. Günümüzde astronomik tan olarak da 18° kabul edilmektedir.
Aynı şekilde fecrin zuhuru için Egyptian General Survey Authority 19.5 dereceyi, Pakistan’daki University of Islamic Science 18 dereceyi, Suudi Arabistan’daki Ümmü’l-Kura Üniversitesi 18.5 dereceyi, Islamic Religious Council of Singapore 20 dereceyi, Kanada’da bulunan Muslim World League 18 dereceyi, Amerika’da yer alan Islamic Society of North America (ISNA) Amerika için 15, Kanada için 13 dereceyi, Grande Mosquée de Paris 15 dereceyi, Fransa İslamî Organizasyonlar Birliği 12 dereceyi, Abdülaziz Bayındır’ın başkanlık ettiği Süleymaniye Vakfı ise 9 dereceyi esas almışlardır.
Bu farklılığın altında yatan sebepleri yukarıda izah etmiştik. Burada şunu hatırlatmakta fayda var. Özellikle güney ve kuzey kutbuna yaklaştıkça sabit bir dereceyi esas almak daha zor hâle geliyor. Uzmanların belirttiğine göre güneşin ufuk çizgisine yaklaşma açısı, bulunulan enleme ve mevsimlere göre değişebiliyor. Hesapla veya gözlemle elde edilen sonuçların dünyanın bütün yerleri için doğru olduğunu iddia etmek çok zor. Bu yüzden ISNA ve Fransa İslâmî Organizasyonlar Birliği gibi bazı kurumlar, gözlem yükünü hafifletmek, ibadetleri kolaylaştırmak ve birliği sağlamak amacıyla beş vaktin girdiği enlemlerde de gün doğumu ve gün batımı derecelerinin belirlenmesinde belli ölçüde takdir yöntemine gitmişlerdir. Bu yüzden sabah ve yatsı namazlarının üç beş dakika geciktirilerek kılınmasının, oruç tutacaklar için yeme içmenin üç beş dakika erken bırakılmasının bir zorunluluk olmasa da ihtiyata daha uygun olacağını da hatırlatmışlardır.
Peki, mevcut tabloya göre Müslümanlar namaz ve oruç ibadetlerini nasıl yerine getirecek, bu ibadetlerin vaktini hangi takvime göre tayin edeceklerdir? Uyulan takvimlerde hata bulunması, onların oruç ve namaz ibadetlerine halel getirir mi?
Hangi Takvime Uymalıyız?
Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki Müslümanların tamamının konunun inceliklerini bilmesine ve buna göre bir tercihte bulunmasına imkân yoktur. Aynı şekilde her bir Müslümanın namaz ve oruç ibadetlerinin başlangıç ve bitiş vakitlerini astronomik alametler üzerinde gözlem yaparak tespit etmesi gerektiğini ileri sürmek de ibadetleri oldukça zorlaştıracaktır. Bu zorluğun farkında olan İslâm uleması da uzun asırlardan beri namaz vakitleri için cetveller/takvimler hazırlamış veya bunu tecviz etmiş ve Müslümanlar da ibadetlerini buna göre yapmışlardır.
Takvimlere uymanın caiz olması, elbette onların doğru olmasına bağlıdır. Takvimlerde yer alan namaz vakitlerinin doğru olup olmaması da din tarafından konulan şeri alâmetlere mutabakat etmelerine bağlıdır. Bu da ya gözlem yoluyla anlaşılır ya da güvenilir ilim ve tecrübe sahibi kişilerin onay vermesiyle.
Şayet aynı bölgede uygulamada olan birden fazla takvim var ve bunlar da birbiriyle çelişiyorsa nasıl hareket etmeliyiz?
Eğer gerek takvimi hazırlayan şahıslara veya kuruma olan itimadımızdan gerekse bizzat kendi gözlem ve araştırmalarımıza mutabakatından yola çıkarak bunlardan birinin daha doğru olduğuna kanaat getiriyorsak ona tâbi oluruz. Çünkü herhangi bir vaktin namazını kılabilmemiz için o vaktin girdiğini bilmemiz, buna inanmamız gerekir. Daha önce de belirtildiği üzere vakit, namazın edasının şartıdır. Namaza başlamak için vaktin girmesi, girdiğinin bilinmesi gerekir.
Şayet mevcut takvimler arasında bir tercihte bulunamıyorsak ne yapacağız? Pek çok meselede olduğu gibi burada da cumhura uyacağız. Yani çoğunluk tarafından kabul gören ve kendisiyle amel edilen takvimi, yani namaz ve oruç vakitlerini esas alacağız. Böyle hareket edilmesi, namazların cemaatle kılınmasını, ibadetlerde birliğin sağlanmasını, davetlerde veya toplu programlarda iftar ve sahurların birlikte yapılmasını da kolaylaştıracaktır. Ancak biraz önce ifade edildiği üzere burada da takvimi hazırlayanlara güvenmemiz ve namaz vakitlerinin sıhhatine kanaat etmemiz gerekir.
Bazı âlimler ibadetlerde ihtiyatın esas olmasından hareketle, namaz vakitlerini daha geç veren takvimlere göre amel edilmesi, oruçta yeme içmenin ise imsak vaktini en erken veren takvime göre kesilmesi görüşünü (ihtilaf alanının dışına çıkılmasını) benimsemişlerdir. Tabii ki bu takvimlerin ehil kişiler tarafından hazırlanmış olmasını da şart koşmuşlardır. Buna göre hareket eden bir kimse, namazlarını bütün takvimlere göre vakit girdikten sonra kılmış ve aynı şekilde orucunu da şüpheden uzak kalarak tutmuş olacaktır. Çünkü asıl olan (kesin olarak bilinen), mevcut vaktin devam ediyor olması ve yeni bir vaktin girmemiş olmasıdır. Bu kesin bilgi zanla değil ancak yine kesin bir bilgiyle değişir. Bu kesin bilgiyi bize verecek olan da uzman kişiler tarafından hazırlanan takvimlerin ittifakıdır. Yani hepsine göre yeni namaz vaktinin girmiş olmasıdır. Fakat mevcut takvimlerden birinin daha bilgili ve daha güvenilir kişilerce hazırlanmış olduğu biliniyorsa ona itibar edilmesi gerekir.
Bu yaklaşımın, ihtiyata en uygun ve şüpheden en uzak görüş olduğunda şüphe yoktur. Dolayısıyla bununla amel etmeye güç yetirebilenler amel ederler. Fakat böyle bir görüş en fazla bir tavsiye olarak ileri sürülebilir ve takvanın bir gereği olarak görülebilir. Böyle bir görüşün, bütün Müslümanların uymaları gereken objektif bir mükellefiyet olarak görülmesi ve genel bir fetva olarak ortaya konulması doğru olmaz. Çünkü buna göre amel etmek hem mevcut ihtilafları daha da büyütür, ibadetlerin birlikte yapılmasını zorlaştırır hem de yerine göre şahsi gözlem ve araştırmadan bile zor olabilir.
Sonuç Yerine
Özetle İslam, ibadetleri bütün zaman ve mekânlarda yapılabilecek kolaylık, genişlik ve objektiflik içinde emretmiştir. Güneş ve Ay’ın hareketlerini gözlemleyerek, gözlem imkânı olmadığında da takdir yöntemine giderek ibadetlerin rahatça eda edilmesi mümkündür. Modern zamanlarda teknolojinin gelişmesiyle ay ve güneşin hareketlerini takip etmek daha da kolaylaşmış, buna göre imsakiyeler hazırlanmış, mobil uygulamaları yaygınlaşmış ve bu da ibadet hayatını daha da kolaylaştırmıştır. Özellikle yolculuk imkânlarının genişlediği günümüzde dünyanın farklı ülkelerine giden kimseler bu kolaylıktan istifade etmektedirler. Güvenilir ve ilim ehli insanlar tarafından hazırlandığı sürece takvimlerdeki içtihat kaynaklı farklılıkları problem olarak değil, birer rahmet, kolaylık ve genişlik olarak görmek de mümkündür. Bu farklılıklar karşısında yukarıda verilen ölçülere göre hareket edilmeli ve bu konu ihtilaf ve fitne vesilesine dönüştürülmemelidir.
Kesin bilgiyle veya zann-ı galiple sıhhatine inandığı bir takvime tâbi olarak namaz ve oruç ibadetlerini yerine getiren bir kimse kendine düşen sorumluluğu yerine getirmiş ve mükellefiyetten kurtulmuş olur. Böyle birinin yaptığı ibadetlerin sıhhatiyle ilgili ileri geri konuşmak doğru olmadığı gibi, onun kendisinin de ibadetlerinden şüphe etmesi doğru olmaz. Zira içtihadî konularda tek bir doğru yoktur; olsa bile bu doğrunun kimin yanında olduğu bilinemez.
Mutlak doğru ancak Allah katındadır; bizler içtihat ve araştırmayla onu bulmaya çalışır ve buna göre amel ederiz. İçtihat şartlarını haiz itimat ettiğimiz bir görüşe tâbi olup ibadetlerimizi yerine getirdikten sonra da onların sıhhatine inanır, Allah’ın kabul edeceğini umarız. Dolayısıyla tek doğrunun kendi görüşü olduğunu, başka görüşlerle amel edenlerin ibadetlerinin batıl olacağını iddia eden kimselere itibar edilmemelidir.
Çoğu Müslüman gibi biz de Ramazan ve bayramların başlangıcıyla ve ibadetlerin vakitleriyle ilgili Müslümanlar arasında birliğin sağlanmasını; tam bir birlik sağlanamasa ve bir kısım şaz görüşler varlığını devam ettirecek olsa bile, en azından âlimlerin, fetva heyetlerinin ve dinî kurumların birlikte çalışmalar yaparak mevcut ihtilafları en aza indirmelerini arzuluyoruz. Ne var ki Müslümanlar arasındaki sosyal ve siyasi ihtilafların şimdilik buna müsaade etmediğini de görüyoruz. Bu birliği sağlamak ve mevcut ihtilafları gidermek elimizde olmadığına göre bize düşen mevcut şartlarda en güzel şekilde Müslümanlığımızı nasıl yaşayacağımıza dair çözümler bulmaktır. Bu yazıda da bu çözümlere işaret etmeye çalıştık.
Son olarak şunu belirtelim ki namaz vakitleriyle ilgili bu tür tartışmalar bize işin özünü ve aslını unutturmamalıdır. Asıl olan, ibadetlerin ihlas ve samimiyetle yerine getirilmesi ve ibadetler vasıtasıyla Allah’a kurbiyet kazanılması, O’na yaklaşılmasıdır.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***