M. AHMET KARABAY | HABER İNCELEME
Kaçak göçmenlerle ilgili görüntüler yaz aylarından bu yana medya gündemine pek yansımaz oldu. Bunda ayyuka çıkan kaçak girişlerin ivmesinde biraz kırılma olduğu gerçeği var. 28 Mayıs’ta Türkiye’de yaşanan iktidar değişiminden(!) sonra bakanlık koltuğuna oturan İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın parlatılması girişimleri çerçevesinde yaptığı operasyonların da payı var. Ne var ki durmaksızın Türkiye’nin Araplaştırılması çalışmaları devam ediyor.
Amacım Türk ya da Kürt milliyetçiliği yapmak olmadığı gibi Sünni ya da Alevi mezhep güzellemesi peşinde de değilim. Kendimce gördüğüm bazı sorunlara dikkat çekmeye çalışıyorum.
TÜRKLERİN ARAPLARLA İLK TANIŞMASI
Türklerin Araplaştırılmaya çalışmasının yükünü, AK Parti iktidarının omuzlarına yüklemeye çalışmak insafsızlık olur. Bunun tarihi 8. yüzyılda Emevi halifesi I. Velid (hd.705-715) döneminde komutan Kuteybe bin Müslim’in Göktürk İmparatorluğu’nun altını üstüne getirme girişimiyle başlar.
Hiçbir savaş kuralını gözetmeyen, verdiği taahhütlerin neredeyse hiçbirine uymayan Kuteybe, Türkleri kılıçtan geçire geçire kadim Türk kentleri Buhara’yı, Harizm’i, Semerkant’ı birer birer hükümranlığına aldı.
Kaynaklara bakıldığında, Türklerin Müslümanlaşması öyle bazı tarihçilerin güzellemesinde olduğu gibi gönüllü olarak başlamadı. Türklerin geniş çaplı Müslümanlaşması Abbasiler döneminde olduysa da İslâm ile tanışmaları ve Müslüman olmalarının miladı, Kuteybe’nin bu girişimleriyle gerçekleşti.
Bu üstün hizmetlerinden dolayı günümüz tarihçilerinden bazıları, eli kanlı Kuteybe’ye minnet ve şükranlarını sunmaktan geri kalmazlar.
Tarihin sayfaları arasında kalmayıp bugüne geleceğim ama bir isme daha işaret etmeden de geçmeyeceğim. Abbasilerin hizmetkarlığıyla başlayan Türklerin İslâm’ı kabul etmeleri, halifenin Şii Büveyhoğulları’ndan (945-1055) kurtulmak için Selçuklulardan yardım istemeyesiyle başka bir aşamaya evrilir.
Türklerin asıl Araplaşmaya başlamaları tam da bu dönemde yaşanır. Araplar, sonradan Müslüman olan ve “mevali” adını taktıkları toplumlara İslam’ı Arap kültürü ile birlikte takdim ettiler. Oysa katı milliyetçiliklerinden vazgeçmeyen Araplar, İslam öncesi Arap toplumunun bir kavramı olan ve sonradan kabileye katılan insanlara/kölelere verilen ad olan “mevali” ismini, sonradan Müslüman olanların hepsine taktılar. Türkler de hiçbir zaman Emevi ve Abbasiler için mevaliden öteye hiçbir zaman geçemedi.
Selçuklu Veziri Nizamülmülk’ün adıyla anılan Nizamiye Medreseleri, İmam Gazali’nin felsefeyi günah sayan meydan okumasının da etkisiyle Sünni tek tip ve ezbere dayanan molla üretim tesislerine dönüştü.
Osmanlı devlet kültürünün “tu kaka” yaptığı Karamanoğlu beyliğinin ünlü hükümdarı (birileri niçin Bey değil, hükümdar dediğime takılabilir) Mehmet Bey olmasaydı bizler bugün Türkçe ya da Kürtçe değil, büyük bir ihtimalle Arapça konuşuyor olacaktık. Bugün Türkçe konuşup yazışmamızı büyük ölçüde 1277’deki, “Bugünden sonra hiç kimse divanda, dergâhta, bargâhta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka dil konuşmayacak.” fermana borçluyuz.
- Tıpkı antik Mısır kültürünü bir tarafa bırakıp Mısırlının kendini Arap sayması,
- Tıpkı, Berberi Tunuslunun kendini Arap bilmesi,
- Tıpkı Tuareg Libyalının kendini Arap kabul etmesi,
- Tıpkı Peştun Afganın Müslüman kültürüyle yoğrulduktan sonra kendini Arap görmesi gibi…
MGK RAPORLARININ GEREĞİ YAPILIYOR
Dedim ya tarihin sayfalarında kalmayacağım diye. Bugüne geleyim.
Türkiye’de “devlet aklı” denilen yapı, sistemin hücrelerine kadar işlemiş durumda. Bugün yurt dışından nüfus ithal ediliyorsa, arkada çalışan başka bir sistem var. Üstelik bu tesadüfen işleyen bir sistem de değil…
Milliyet Gazetesi, 18 Aralık 1996 tarihinde Milli Güvenlik Kurulu’nun son raporlarından birini manşetine taşımıştı. 20 Kasım 1996 tarihli MGK raporu, Kürt nüfusunun artış hızındaki büyük tehlikeye dikkat çekiyordu. Rapora göre Kürt nüfusu 2010’da nüfusu yüzde 40’ına, 2025’te ise yüzde 50’sinden fazlasına ulaşacaktı.
Nüfus sayımlarında ırki bir veri kayıtlara girmediği için bugün Türkiye’de nüfusun yüzde kaçının Türk, yüzde kaçının Kürt olduğuna ilişkin net bir bilgi yok. Ancak iddia edilen oranların isabetsizliği konusunda toplumun her kesiminin mutabık olacağı muhakkak.
Türkiye’nin muhatap olduğu Suriye ve Afgan göçünün temelinde elbette başka etkenler de söz konusu. Ankara yönetiminin, Esad’ı devirmek için güney komşumuzun içini karıştırmasının yan etkisi olarak milyonlarca Suriyeliyi topraklarında buldu.
Türkiye’ye Afgan göçünün ardında ise ABD’nin Afganistan’dan çekilmesi sonrasında, Taliban’la mücadelede kendisine hizmet edenlere güvenli liman arayışının büyük payı var.
Bütün bunların haricinde ülkenin bu kadar büyük göç almasına göz yumulmasının altında iki büyük korku var. Türk devletinin artan Kürt nüfusu ve adını dillendirmekten korktuğu Alevi varlığı endişesi…
Yurt dışından gelen sığınmacıların bir tür Kavimler Göçü niteliği taşıdığını 17 Nisan 2022 tarihli yazımda detayları ile anlatmıştım. Türkiye’nin bugün taşıdığı sığınmacı sayısının, 1000 yıl önceki Anadolu nüfusundan daha fazla olduğunu tarihi kayıtlar önümüze koyuyor.
Yani, bugün ithal edilen ve pek çoğu emin adımlarla vatandaşlık yolunda ilerleyen milyonlarca insanın getirilmesindeki en önemli etken Kürt ve Alevi nüfusu dizginlemek ve dengelemek.
Türk devletinin yapı taşları, bu coğrafyanın en kadim insanları olan Kürtlerden korku üzerine kurulmuş durumda. Türklerin ve Kürtlerin birbiriyle yakın ilişkilerini anlatmak için çoğu zaman “et ve tırnak gibi” yakıştırması yapılır. Malum et vücudun kalıcı bölümünde yer alır. Ama tırnak uzadığı zaman rahatsız edici olur. Bundan dolayı da uzadığına kanaat getirince ilk fırsatta tırnağın fazla kısmı vücuttan kesilip atılır.
ALEVİ KORKUSU DAHA DERİN
Türk devlet sisteminde Alevi korkusu, Kürt korkusundan çok daha derinlerde. İnsan kendine yakın olanla ayrıştığı zaman en büyük düşman olarak dünkü dostunu bilir. Kardeşler arasında bir şekilde ortaya çıkan düşmanlığın kolay kolay giderilememesinin temelinde de bu dürtü yatar.
Kürtler ile Türkler arasındaki uçurum, bazı dönemlerde kapanmaya yüz tutsa da Alevilere karşı olan öfke, kin, düşmanlık, ötekileştirme adına ne derseniz deyin bir türlü dinmek bilmiyor.
Türkiye, kendi asli unsurları olan Kürt ve Alevi paranoyası yüzünden Pakistanlaşma yolunda emin adımlarla ilerleyişini sürdürüyor. 1979 Rus işgali sonrasında güneye göçen milyonlarca Afganistanlı yüzünden Pakistan, 1990’lardan itibaren bambaşka bir ülkeye dönüştü.
Kendi aşamadığı paranoyası yüzünden “Pakistanlaşma sürecini devam ettiren Türkiye’nin bu yolda ilerleyişini durdurmak mümkün olabilir mi?”
İyimser bir yaklaşımla bakıldığında elbette ki her aşamada bu geri çevrilebilir. Umalım, akl-ı selim politikalarla bu gidiş durdurulsun.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***