2021 yılının Temmuz ayında Konya’nın Meram ilçesinde yaşanan ırkçı saldırıda aralarında çocuklar ve kadınların da bulunduğu 7 kişilik Kürt aile katledilmişti.
PROF. DR. MEHMET EFE ÇAMAN | YORUM
Kürtler, Türklerin(1) veya başka ulusların benzer koşullarda isteyeceklerinden daha fazla bir şey istemiyor. Bu taleplere Türk devletinin tepkisi son 100 yıldır gayet rijit, ırkçı, Türk-üstünlükçü asimilasyon politikaları olageldi. Bu politikanın resmi belgesi Şark Islahat Planı’dır ve gayet açık olarak Kürtlerin asimilasyonunu sağlamaya yönelik bir stratejidir. Dikkat çekmesi gereken, bu planın adeta Türkiye Cumhuriyeti’nin kimlik politikalarını daha ilk kuruluş yıllarında şekillendirmiş olmasıdır. Zira Şark Islahat Planı 1925 tarihinde, yani cumhuriyetin ilanından yaklaşık iki sene sonra yürürlüğe sokuldu.
Planın diğer bir özelliği, İttihat’çıların homojen ulus ve etnik temizlikçi yaklaşımının genç cumhuriyet rejimi tarafından benimsenmiş olmasıdır. Dolayısıyla Şark Islahat Planı, aynı zamanda Ermeni Soykırımı’nın, Rum Soykırımı’nın ve Süryani Soykırımı’nın devamıdır. Çok etnisiteli bir yapısı olan Anadolu’nun Türk dili ve Türk kültürü içinde asimile edilmesi üzerinden, tamamen Türkleştirilmiş, yani dil anlamında yeknesak Türkçe konuşan bir topluluğun meydana getirilmesi hedeflenmiştir. Ve böylelikle de linguistik manadaki homojen yapıya Türk-üstünlükçü tarih tezinin dayatılması ve bu sayede kendilerinin “Orta Asya’dan gelmiş Türk ırkı” olduğuna inanan bir millet tasarımının hayata geçirilmesi amaçlanmıştır.
Daha açık bir dille ifade etmek gerekirse, Kürtlere Türkçe öğretilecek, Kürtçeyi unutmaları sağlanacak (asimilasyonun nihai hedefi), bu sayede Kürtlere Orta Asya soylu Türk oldukları dayatılacaktı. Dikkat ederseniz 1925’te kurgulanan bu strateji, tüm cumhuriyet tarihi boyunca farklı yoğunlukta ve değişik nüanslarla da olsa kesintisiz olarak devam ettirildi.
Peki, nedir Kürtlerin başka ulusların istediğinden farksız olan talepleri?
Kürtler asimile olmak istememektedir. Yani Kürtler dillerini konuşmaya devam etmek istiyor. Çocuklarına Kürtçe öğretmek, Kürtçe eğitim vermek, onlara Kürt isimleri koymak istiyor. Kürtler uzun ve zengin tarihlerini unutmamak, onu genç kuşaklara öğretmek, ona da devletleri tarafından sahip çıkılmasını istiyor. Kendi topraklarında kendi kendilerini en azından yerel seviyede yönetebilmek istiyor. Kürtler yaşadıkları kentlerin, kasabaların ve köylerin, dağlarının, ovalarının, ırmaklarının ve göllerinin otantik, kadim Kürtçe adlarını kullanmak, bu adların Türkçeleştirilmesi politikasına son vermek istiyorlar.
Kürtlerin yüz yıl boyunca gerçekleri siyasi nedenlerle çarpıtarak Kürtlerin esasında var olmadıklarını öne süren bir siyaseti kabul etmemesini yadırgıyor musunuz? Siz Kürt olsaydınız devletin çocuklarınıza ne isim vereceğinize karışmasını kabullenir miydiniz? Dedelerinizin ve ninelerinizin köyüne devletin farklı bir isim vermesinden memnuniyet mi duyardınız? Ana dilinizde çocuklarınızla konuşabilmek istemez miydiniz? Milli varlığınızı reddeden bir zihniyet karşısında ne hissederdiniz? O zihniyetin cisimleşmiş hali olan devletle kendinizi özdeşleştirebilir, kendinizi ona ait hissedebilir miydiniz? Soruyorum, lütfen üzerinde düşününüz; size bunlar yapılsaydı itiraz etmeden bu asimilasyoncu, anti-Kürt, Türk-üstünlükçü siyaseti tolere eder miydiniz?
Biraz daha açayım…
1980’lerin sonlarında Bulgaristan’daki Komünist rejim, Bulgaristan’daki Türkçe konuşan Müslüman nüfusu asimile etmeye girişti. Bulgaristan’daki Türk-Müslüman isimleri Slav isimleriyle değiştirildi. Türkçe köy ve kasaba adları Bulgarcalaştırıldı. Türk-Müslüman Bulgaristan vatandaşlarının varlığı reddedildi. Türkiye Todor Jivkov rejiminin bu yaptıklarına karşı çıktı, Bulgaristan’ı uluslararası topluma şikâyet etti ve yapılanları asimilasyonculuk olarak niteledi.
Türkiye haklıydı. Peki, Bulgaristan’ın yaptıkları size bir yerlerden tanıdık gelmiyor mu? Bulgaristan’ın Türklere yaptıklarının aynısını Türkiye Kürtlere yapıyor. Türkiye devleti ve Türk nüfus, Bulgaristan’ın bu asimilasyoncu politikalarına haklı olarak karşı çıkarken, gayet ikiyüzlü bir şekilde bu faşizan politikaların aynısını Kürtlere yapan Türkiye’yi asla eleştirmediler. Bulgaristan’a ayrı, Türkiye’ye ayrı kriterler uyguladılar.
Konunun diğer bir boyutu, Türkiye’deki dominant tarih yazımı ile ilgili. Tıpkı resmi tarihin “Orta Asya’dan göç” miti gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nun (Oİ) genişlemesine yönelik takınılan pozisyon da patolojiktir. Oİ tarafından fethedilen topraklarda yaşayan yerli halklar vardı. Anadolu Osmanlılar döneminden önce Selçuklular tarafından fethedilmiş, büyük oranda dini ve linguistik asimilasyon tamamlanmıştı.(2)
Oysa diğer bölgeler çok daha yakın tarihlerde fethedildi. Balkanlar, Kuzey Afrika, Karadeniz bölgesi gibi bölgeler bu nedenle dini-linguistik asimilasyona çok daha sınırlı düzeyde uğradı. Dini ve linguistik asimilasyonun bu bölgelerde daha sınırlı gerçekleşmiş olmasının bir diğer nedeni de, Osmanlı vergi sistemidir. Buna göre mevzubahis bölgelerden cizye toplanması devlet hazinesi açısından stratejik önemdeydi. Dolayısıyla 11.-14. yüzyıllar arasında Anadolu’da gerçekleşen dini-dilsel asimilasyon adı geçen bölgelerde gerçekleşmedi. Bu bölgelerin yerli halklarının Oİ yönetimi tarihi konusundaki algıları, Türkiye’deki insanların sandığının aksine gayet olumsuzdur.
Oİ bu halklar bakımından yabancı bir güçtü. Etkilerini diğer kolonyalist imparatorlukların etkileriyle karşılaştırmak mümkündür. Bu durum salt Oİ kontrolünden kurtulmuş bu bölgelerin halklarının ulusal tarihleri açısından önemli değildir. Aynı zamanda Türkiye’deki insanların dünyaya bakışları ve kendi ülkelerine yönelik algıları bakımından da önemlidir. Türkiye eğitim sisteminden çıkan insanlar Oİ’nun sonlanmasına ve eki topraklar üzerinde yeni devletlerin kurulmasına “elden çıkan topraklar” olarak bakıyorlar ve bu durumu bir “yenildi” olarak algılıyorlar. İmparatorluktan ulus devlete geçişe dair algılarda böyle bir öznel ama yaygın patoloji söz konusu. Dolayısıyla, toprak kaybı sendromu, Oİ’nun gerileme ve çöküş dönemlerine olduğu kadar Türkiye’nin kuruluş dönemine de damgasını vurdu. Kürt sorununu algılayışta bu büyük kompleks önemli bir belirleyici rol oynamaktadır.
Ulus devlet kuruluşunun bazı objektif ölçütleri vardır. Eğer ulusunuzu coğrafi ve civic bir kimlik üzerine inşa ederseniz ve gerekli hukuk devleti ve demokrasi kıstaslarının gereğini yaşama geçirirseniz, bu size geniş topraklar üzerinde federal ve çok kültürlü bir devlet olarak var olma şansı sunabilir. Ancak eğer etnik aidiyet temeline dayalı bir ulus devlet kurmak istiyorsanız, bu durumda kuracağınız devletin toprakları çok daha küçük olur. Sizinle aynı etnik gruptan olmayan insanlar sizin devletiniz altında yaşamak istemez. Türkiye’de bu hata yapıldı ve bu hatada ısrar edildi.
Oysa birçok başka örnekte gayet başarılı çok kültürlü ve çok dilli, federal, ademi merkeziyetçi, coğrafi-civic kimlik üretebilmiş devlet örnekleri mevcut. Bunlardan biri Britanya ya da nam-ı diğer Birleşik Krallık devleti. Oİ gibi çok etnisiteli bir imparatorluğun mirasçısı olan Britanya, Britanyalı ortak coğrafi-civic aidiyet üzerinden İngiliz, İskoç ve Galler etnisitelerini ortak bir kimlikte birleştirmeyi başardı.
Aynı durum İspanya’da da söz konusudur. Bu iki örnek de birer üniter devlettir işin ilginç tarafı. Fakat üniter devlet çatısı altında geniş özerklik ortamı sunarak potansiyel ayrılıkçı açımları olabildiğince merkeze bağlamayı başardılar.
Elbette ayrılıkçılık her zaman potansiyel bir ihtimaldir. Fakat ayrılıkçılığın panzehiri kesinlikle ceberut ve asimilasyoncu ırkçılık ve şovenizm değildir. Diğer iki örnek, federal iki devlet olsun. Bunlardan biri İsviçre, diğeri de Kanada’dır. Her iki örnekte de birden çok etnik unsur kendi federal bölgelerine sahip ve bu bölgelerde gayet geniş yönetsel statüleri bulunuyor. Örneğin eğitim politikalarını kendileri belirliyor, polis teşkilatlarını kendileri yönetiyor, vergilerini yerel seviyede kendileri topluyor.
Belçika da bu konuda örnek verilebilir… Federal bir devlet yapısına sahip ülkede Felemenkçe’nin resmi dil olduğu Flaman Bölgesi ve Fransızca’nın resmi dil olduğu Valon Bölgesi var… Brüksel bölgesinde ise her iki dil de resmi dil olarak kullanılıyor. Yıllardır barış içinde yaşıyorlar. Hiç kimse diğerine ‘Ana dilini konuşamazsın’ demiyor; bunu söylemek aklına bile gelmiyor…
Tüm bu örnekler, esasında Türkiye’de nelerin yanlış yapıldığını ve nelerin doğru yapılabileceğini özetliyor. Oysa Türkiye hatalarında ısrarcı oldu ve sorun olarak gördüğü şeye devamlı aynı çözüm stratejisini uyguladı. Dolayısıyla aynı çözümün stratejisinin başarısızlığından ders almayarak hatalarında ısrarcı oldu. İşte bu nedenle ben sorunun Kürt sorunu değil, aslında bir Türk sorunu, bir Türkiye devleti sorunu olduğunu ileri sürüyorum.
Devamını bir sonraki yazıda ele alalım müsaadenizle.
1- Türkler derken anadili Türkçe olan ve kendisini Türkiye’de tanımlandığı üzere etnik Türk olarak tanımlayan insanları kastediyorum. Bu seride ve diğer yazılarımda sıklıkla vurguladığım üzere, anadili Türkçe olan Anadolu insanları, yani Türkofon nüfus, genetik ve fenotipik bakımlardan Orta Asyalı yani Türkî (Türk soylu) değildir. Birçok genetik saha araştırtmasının sonuçlarına göre Anadolu’daki Türkofon nüfusta birey başı ortalama yüzde onluk bir Orta Asya Orta Asya oranı söz konusu. Geri kalan yüzde doksanlık oranın büyük kısmı ise Anadolu yerlisi halklara (kadim Anadolulular, Greko-Romenler, Ermeniler, Süryaniler) aittir. Türklük gibi marjinal etnik etki bazı başka coğrafi-etnik gruplardan da gelmekte (Kafkasya, İran, Ortadoğu, Balkanlar, Kuzey Afrika, Avrupa’nın diğer bölgeleri).
2- Bu konuyu daha önce Türk tarih tezlerini ele aldığım birkaç yazımda işlemiştim. Merak eden ve ilgilenenler bu yazıları Google üzerinden rahatlıkla bulup okuyabilirler. Konuyu dağıtmamak adına bu meseleyi detaylandırmıyorum.
Kürt sorunu yok, Türk sorunu var (1)
Kürt sorunu yok, Türk sorunu var (2)
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***