M. AHMET KARABAY | HABER YORUM
Türkiye’nin etrafındaki ateş çemberi daralıyor. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırarak başlattığı savaş ikinci yılını doldurmak üzere. Hamas’ın 7 Ekim’de saldırarak Netanyahu canavarını uyandırması üzerinden ise 3 ay geçti. Savaşın bırakın bitme eğilimi göstermesini, İran ve Lübnan’ı da içine alacak şekilde genişleme riski ortaya çıktı.
En ilkel kabileler bile dışarıdan bir tehlike sezdiklerinde, dış tehlike geçinceye kadar kendi içlerindeki birtakım sorunları bir süreliğine askıya alırlardı. Bu kabile dürtüsünü modern ülkeler revize ederek kullanageldiler.
Türkiye’de de yakın zamana kadar bu ilkeye titizlikle uyulduğu bilinir. İstiklal Savaşı yıllarında, sonrasında İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş döneminde bir dış problemler ortaya çıktığında içerideki sorun bir süreliğine rafa kaldırılırdı. En somut örneği ise 1974 Kıbrıs Savaşı sırasında yaşandı.
BİRGÜN İÇİNDE HEM LÜBNAN, HEM İRAN VURULDU
Hizbullah lideri Hasan Nasrallah, 7 Ekim saldırılarını takip eden günlerde yaptığı açıklamada, “İsrail Lübnan’a doğrudan saldırmadığı sürece savaşa katılmayacaklarını, Filistinlilere stratejik destekle yetineceklerini” açıklamıştı.
İsrail, bu kez Hamas’ın ikinci adamı olarak bilinen Salih el-Aruri’yi Lübnan’ın başkenti Beyrut’taki Maşrafiye semtindeki Hamas ofisinde SİHA ile hedef aldı. El-Aruri ile birlikte 5 kişi daha saldırıda hayatını kaybetti.
İsrail’in saldırısı bununla sınırlı kalmadı. Lübnan’da Hizbullah’ın bölge sorumlusu Hüseyin Yazbek’i kaldığı evde silahlı dronla öldürdü. Bu saldırıda Yazbek’le birlikte 4 adamı da can verdi. Hamas ve Hizbullah kanatları kayıplarını doğrularken İsrail, saldırıların kendileri tarafından gerçekleştirildiğini duyurdu.
İsrail, Aralık ayının son haftasında, “Hizbullah sınırdan 30 kilometre içeri çekilmezse kendisine bunu tehdit olarak algılayacağı uyarısında” bulunmuştu.
Hizbullah’ın bu saldırılara ne cevap vereceği ve Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ın nasıl bir açıklama yapacağı beklenirken, henüz kimin yaptığı konusu açıklığa kavuşmayan bir başka saldırı daha yaşandı. Bölgenin en güçlü ülkelerinden biri kabul edilen İran, tarihinin en kanlı olayıyla sarsıldı.
İran’da patlamalar, ABD’nin dört yıl önce bir drone suikastıyla öldürdüğü Kasım Süleymani’nin mezarı başındaki anma törenleri sırasında oldu. Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı Süleymani’nin mezarı yakınlarında art arda yaşanan iki patlamada 100’e yakın insan can verdi.
https://twitter.com/Mostafa_Najafii/status/1742541201423696229
İran dini lideri Ayetullah Ali Hamaney, “İran’ın şeytani ve suça bulaşmış düşmanları yine bir felakete neden oldu ve Kirman’da çok sayıda insanın şehit olmasına yol açtı. Allah’ın izniyle bu felaketin bedeli büyük olacak.” dedi.
İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi ise İran tarihinin en kanlı saldırısı olarak kayıtlara geçen gelişmeler üzerine 4 Ocak’ta Türkiye’ye yapacağı ziyareti iptal etti. Hamaney, isim vermeden saldırının nereden geldiğini dillendirirken ABD tarafı ise patlamalarda hem kendilerinin hem de İsrail’in bir dahli olmadığına dünya kamuoyunu ikna etmeye çalıştı.
SAVAŞIN KADERİNİ NASRALLAH BELİRLEYECEK
İran’ın doğrudan bir savaşa taraf olması kısa vadede beklenmezken, Hizbullah üzerinden açıkça bir çatışma kaçınılmaz olabilir. Hizbullah lideri Nasrallah’ın yeni açıklamaları bunun işaretlerini verecek.
İsrail, İran’daki saldırıyla aslında “Düşük yoğunluklu savaş yerine topyekün savaşa hodri meydan” tavrı takınmış gibi. İran saldırıların ardında İsrail’in olduğuna ilişkin isim vererek bir tavır almaması durumunda, bu doğu komşumuzun İsrail ile doğrudan bir çatışmaya girmek yerine tansiyonu yükseltmeme yolunu seçtiği anlamına geliyor.
BEŞTEPE SARAYI, HÂLÂ GÜÇ DEVŞİRMEK İÇİN SÜTUN KESME PEŞİNDE
Türkiye’nin etrafındaki savaş yangını genişliyor. Suriye ve Irak on yıllardır kargaşa içine sürüklenmiş durumda. Türkiye, yayılmacı politikalarla Irak ve Suriye’de ‘Yeni Osmanlıcılık’ hülyasıyla kendine alan açma havucunun peşinde koşuyor.
İçeride ise devleti ayakta tutan sütunları keserek koruduğu iktidarını, daha da güçlendirmek için atılmış görünen adımlar peşinde. Yeni anayasayı topluma dayatmak için devlet kurumlarını kendi aralarında çatışmaya sürüklüyor.
Yargıtay 3. Dairesi, TİP milletvekili Can Atalay dosyası hakkında Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) verdiği hak ihlali kararına “hukuki değeri olmadığı” iddiasıyla uyulmamasına hükmetti. Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu Başkanvekili Mehmet Uçum’un paylaşımlarına bakarsanız, Yargıtay’ın AYM kararlarını yok sayan tavrının arkasında Beştepe Sarayı’nın olduğunu rahatlıkla görebilirsiniz.
AYM’nin kurulduğu günden bu yana hukuk ihlallerinde bulunan hastalıklı bir yapı olduğunu öne süren Mehmet Uçum, “Yargıtay 3. Ceza Dairesi anayasanın gereğini yapıyor. Anayasayı ihlal eden ise AYM” olduğu iddiasında. Uçum’un kendi adına değil, Cumhurbaşkanı Erdoğan adına konuştuğunu hatırlatmaya gerek yok.
Aklı selim politikalar izleyen devlet yöneticileri, ülkenin etrafındaki riskler çoğaldığında bırakın iç ihtilafları kaşımayı, sorunlu noktalara girmemeye özen gösterir.
MUHALEFET, KINAMAYLA SORUNU ÇÖZEBİLECEĞİ YAKLAŞIMINDA
Beştepe Sarayı, padişahlarda olan yetkinin tek adamda toplanmasını yetersiz buluyor olmalı ki güç devşirme yolunda yeni adımlar ve yeni oyunlar peşinde.
“Oğlan bizim kız bizim” yaklaşımıyla “yargıyı siyasetin köpeği” yapanlar, anayasayı yok saymayı güç gösterisi olarak sunuyorlar. II. Abdülhamid bile 1870’te anayasayı rafa kaldırmak için savaşı gerekçe göstermek durumunda kalmıştı. Meşruiyet kaynağına ihtiyacı vardı ve zorla onaylamak durumunda kaldığı anayasayı kaldırmak için İstanbul Yeşilköy’e kadar ulaşan Rus işgaline sığınmıştı.
ANAYASA BUGÜN DEĞİL 10 YIL ÖNCE ASKIYA ALINDI
Esas itibariyle anayasa bugün değil, 17-25 Aralık polislerinin hırsızı yakaladığında, hukukun işletilmemesiyle askıya alınmıştı. O da yetmedi, 15 Temmuz tiyatrosuyla muhalefetin iktidarla işbirliği yapıp muhalif kurumları yok etmesiyle…
Yargıtay’ın bu kararından sonra muhalefetin hâlâ Meclis’te yer alabilmesi, hukuken yıkılmış olan Türkiye Cumhuriyeti’ni bu hale getirenlere meşruiyet kaynağı olmuş olur.
Kurumları işleyen bir ülkede anayasa askıya alındığında devlet sistemini savunanlar;
- Bulundukları görevlerden istifa ederler.
- AYM üyeleri görevlerinden çekilir,
- Muhalefet üyeleri Meclis’i terk eder,
- Barolar yargılama sisteminde yer almayacaklarını ortaya koyarlar.
Darbenin en basit tanımı, anayasanın rafa kalkması olarak bilinir. 12 Eylül ve öncesinde ülke yönetimine el koyanlar, “Anayasal hak ve özgürlükler askıya alındı” diye açıkça deklare etmişlerdi.
Şimdi aynı yöntemi ‘Tek Adam’ rejimi yapıyor. Muhalefet bile “Bu yaptığınız darbedir!” deyip gereğini yapmaktan korkuyor. Hukuk ortadan kaldırıldığında, devlet diye bir aygıt da kalmamış demektir.
17-25 Aralık’ta suçüstü yapılanlar, Ergenekon olarak bilinen yapıyla işbirliği yoluna giderek kurtulmanın yolunu buldu. Ergenekoncular ise, “Erdoğan Cemaati nasıl yok edecekse etsin, biz istediğimizde onu alt etmesini biliriz!” yaklaşımıyla hareket etti. Şimdi ise gidişatın başka yönlere olduğunu görmenin şaşkınlığı ile olup bitenlere ses yükseltmeye çalışıyorlar.
Muhalefet, “atı alanın Üsküdar’ı geçtiği” 2017 ve aynı zarftan çıkan dört oydan üçünün geçerli sayılıp birinin iptal edildiği 2019 seçimlerinde yaşanan deneyimlerden sonra hâlâ iktidarı sandıkta devireceği inancıyla hareket ediyor.
Anayasayı rafa kaldıran Yargıtay kararı ardından, muhalefet seçimleri kazanılsa bile kararlarına itiraz edilemeyen Yüksek Seçim Kurulu (YSK) eliyle başkası kazanmış ilan edilebileceğini görmek istemiyor.
Türkiye seçim yoluyla kazanmayı seçen yarı otoriter rejimden tam otoriter rejime geçiş yaptı.
Anayasanın resmen askıya alındığı bir dönemde sistemin mağdur edip üzerinden silindir gibi geçtiği yüzbinlere hâlâ “Aklan da gel!” diyebilenlere yazıklar olsun.
Beştepe Sarayı’nın sakini, BOP Eş Başkanlığı görevini hakkıyla yerine getirip Türkiye’yi Irak ve Suriyeleştirme sürecindeki rolünü ustalıkla hayata geçiriyor.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***