(Serbest Görüş) – H. AGAH KALENDER
Akif’i ne kadar biliyoruz? ‘Nasıl bilirsiniz?’ sorusuna istisnasız bütün cemaatin ‘İyi biliriz’ cevabı vereceği muhakkak. Bu tanıklık cami cemaatiyle de sınırlı değil, toplumun ekserisinin kanaati de aynı yönde. Zıt kutuplarda yer alan Aziz Nesin bile ‘Yokuşun Başı’ adlı anı kitabında ‘Keşke Mehmet Akif gibi bir güzel bir hayat yaşasaydım da size hep güzellikleri yazsaydım’ der.
Üç günce Akif’in ölüm yıldönümüydü. Hakkında birkaç yazı gördüm. Turkishpost sitesinde Ümit Toprak, Hakkı Süha Gezgin’in kaleminden Akif’in hayatını yazdı. Uzun şeb-i yelda gecemde Mithat Cemal Kuntay’ın Mehmet Akif’in hayatı, seciyesi ve sanatını anlatan muhteşem kitabını sindire sindire okudum. Akif hakkında yazılan en iyi kitabın bu eser olduğunu söyleyebilirim. Makalelere, sohbetlere hatta kitaplara konu olan birçok anekdot ve hatıra buradan alınma.
Ben öteden beri Mehmet Akif’in siyasi yönüne odaklandım. O yüzden hakkında yazılmış bütün kitaplara göz attım. Kimini satır satır okudum, kiminin sayfalarını karıştırıp bıraktım. Kuntay’ın kitabını başucuna koydum, fırsat buldukça elime alıp bakıyorum. Bütün okumalarıma rağmen aradığım soruların cevabını bulamadım. Siyasi ilişkileri, siyasi düşünceleri ve yaşadığı hayal kırıklıkları yok denecek kadar az.
‘Akif’in edebi yönü çok daha önemli… Onu anlamaya ve anlatmaya şiirleri yeter’ diyebilirsiniz. Hayır, Akif’i doğru ve tam anlamak için ‘Safahat’ kâfi değil. Şiirlerinde de siyaset var. Ama siyasi ilişkilerini çözebilmek ve siyasi fikirlerini anlayabilmek için başka bilgiler gerekli. Maalesef okuduğum kitaplar ve makalelerde siyasi yönünü bütün boyutlarıyla aydınlatan bir esere rastlamadım.
Oysa Akif gibi şahsiyeti anlayabilmek için hayatının temel noktaları kadar ayrıntılarını bilmek ve öğrenmek zorundayız. İstiklal Marşı, Çanakkale Şehitleri ve Bülbül gibi şiirlerini ezberlemek ve sık sık okumak yeterli değil. O çok bilinen şiirleri de sadece okumak için yazmış gibi, mesajları çeneden öteye geçmiyor. ‘Kenar-ı Dicle’de bir kurt aşırsa koyunu – Gelir de Adli İlahı sorar Ömer’den onu’ dillere pelesenk olan mısralardır. Siyasetçilerin de dilindedir.
Bırakın bir kurdun bir koyunu aşırmasını, kurt sürüsü dört koldan koyunların içine dalıp hepsini yere serse, bu şiiri durmadan okuyanların kılı kıpırdamaz. Kıpırdamıyor da… Çeneden öte geçmiyor dememin sebebi bu. ‘Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem – Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem – Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam – Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam – Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim – Onu dindirmek için kamçı yerim çifte yerim – Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu…’.
Hatırladınız değil mi şiiri. Tamamını yazmadım, mısraları seçerek bir kısmını aktardım. Meclislerde, sohbetlerde ne de çok okunur. Bir etkisi olur mu peki? Bakınız, sağınıza solunuza bu şiir durmadan okuyup da mesajına göre tavrını, davranışını belirleyen kaç kişi gördünüz? Çifte yiyen, kamçı yiyen bir tanıdığınız var mı? Mazlumu seven, yanında hizalanan kaç kişi var?
Mehmet Akif’i iyi biliriz, şiirlerini ezbere okuruz, o kadar. Çenede kalır, yüreğimize dokunmaz kalbimize değmez, davranışlarımıza etki etmez.
Akif bir şiirinde ‘Sessiz yaşadım kim beri nereden bilecektir’ der. Son dönemini istisna tutarsak pek sessiz de yaşadığı söylenemez, fakat öngörüsünde son derece haklı.
Yaşamının siyasi yönü aradan geçen yıllara rağmen hala karanlıkta. Beni bu noktaya çeken Abdülhamit hakkında yazdığı şiirler oldu. İlk okuduğumda şok oldum, inanamadım. Abdülhamit ‘Ulu Hakan, Cennet Mekandı’ benim ve çevrim için, nasıl olur da Akif salvo halinde atışlar yapardı. Bana eleştiri yapanların ağırlığı imparatorluktaki gayr-i Müslim unsurlar olduğu anlatıldı.
Sonra Akif’in Abdülhamit’e sert ve ağır sözlerini anlamaya çalıştım. Siyasi ilişkilerini inceledim. Çıkardığım bazı sonuçları bir yazının sınırları içinde sizinle paylaşıyorum.
Kuntay’ın kitabından kısa bir Abdülhamit anekdotunu birlikte okuyalım: ‘Abdülhamit’ten yalnız manen değil, maddeten de iğreniyordu. 1908 meşrutiyetinde Meclis-i Mebusan’ın açılacağı gündü. Akif’le Büyük Reşit Paşa Türbesi’nin önünden geçiyorduk. Halk koşmaya başladı. İzdihamın koşması saridir. Biz de koştuk. Akif beri bıraktı, kalabalığı yardı, yarmasıyla beraber geri kaçtı, sapsarıydı. ‘Bir cinayet mi var?’ dedim. ‘Aman dur midem bulanıyor’ dedi. Midesinin bulanması ifade tarzı değildi, bütün safrası yüzündeydi. (Hasta mısın yoksa?’ dedim. Hasta filan değildi. Ömründe ilk defa Abdülhamit’in yüzünü görmüştü. Padişah açık bir arabada Meclis-i Mebusan’ın küşat resmine gidiyordu. Akif ‘Boyalı sakalıyla suratı birdenbire karşıma çıktı, fena oldum’ dedi. Halk geçip giden arabayı hala alkışlıyordu. Akif ‘Aman Yarabbi otuz üç sene bu! Hala alkışlıyorlar, kaçalım. Bir sokağa sapalım’ dedi. Alkışların duyulmayacağı bir yer arıyordu’.
Noktasına virgülüne dokunmadan aynen aktardım. Abdülhamit’e tepkisini ve onu alkışlayan halka öfkesini görüyor musunuz? Daha önce duydunuz mu böyle bir şey? Tahmin eder miydiniz? Bize anlatılan Akif’le gerçek Akif arasında büyük farklar var.
Doğrudan Abdülhamit’e hedef alan şiirleri de var Akif’in. Hem de ne şiirler… ‘Abdülhamit’e tepkisi neden?’ sorusunun cevabı çok basit. Tek kelimeyle ‘istibdattan…’ Ülkeyi ağır baskı altında yönetmesinden… Hafiye teşkilatını konuşan, yazan herkesin peşine takmasından… Kahve köşelerindeki sohbetlere bile müdahale etmesinden…
Akif’ten iki mısra: ‘Hamiyyetgamz (vatansever) eden bir pak alın her kimde gördünse – ‘Bu bir cani’ dedin sürdün, ya mahkum eyledin hapse’. Saray’a ve kendisine yan gözle bakan kim varsa soluğu ya İstanbul’dan fersah fersah uzak diyarlarda aldı, sürgüne gönderildi ya da zindana atıldı, zapt-ü rap altına alındı. Akif’in tepkisi işte Abdülhamit’in bu istibdat siyasetine, baskı politikasına.
Ve kalemi sivridir Akif’in. Korkudan eser yoktur. Söylenmesi gerekenleri söyler, yazması gerekenleri şiire döker. İşte şu mısralar cesaretin örneğidir. ‘Zalimin hasmıyım’ diyen bir şairin duruşudur: ‘Gölgesinden bile korkup bağıran bir ödlek – Otuz üç yıl bizi korkuttu Şeriat diyerek – Vahdeti muhlisiniz, elde asa çıktı herif – Bir alay zabiti kestirdi. Sebep: ‘şer-i şerif’ – Ah o Yıldız’daki baykuş ölüvermezse eğer – Akibet çok kötü…’. Bu mısraların üzerinden bir asırdan fazla zaman geçti.
Devr-i istibdatta Akif gibi bir adam çıktı cılız sesle değil en gür sedasıyla haykırdı. ‘Çoktan beridir vardı benim bir derdim – Gideyim zalimi ikaz edeyim, isterdim’ dedi.
İkaz da etti. Coşkulu mısralarıyla yüzüne ayna da tuttu. Kimsenin söylemeye cesaret edemeyeceği sözleri söyledi. Şimdi bize de bunları okumak düştü. Okumak da cesaret ve nasip işidir. İki mısra daha, oklar yine Abdülhamit’e: ‘Ya kuzum, zaptiye ruhuyla hükümet sürenin – Yeri altındadır, üstünde değildir kürenin’. Zaptiye dediği güvenlik güçleri, hafiye, polis, jandarma, asker… Güvenlik için hürriyeti feda eden veya ikinci plana iten siyaset yani.
Abdülhamit’in istibdat devrinden bunalan Akif, İttihat ve Terakki’ye umut bağladı. Cemiyete üye oldu. Kadrosunda yer aldı. Cemiyet adına yurt dışı seyahatlere gitti. Hürriyet rüzgarlarının eseceğine inandı. Ama heyhat… İttihat ve Terakki dönemi Abdülhamit’i aratmadı. Gazeteciler, yazarlar kurşunlandı. Konuşanlar susturuldu. Ne büyük bir hayal kırıklığıdır Akif için. Hayır, gelen felakettir ama gideni de aramamaktadır. Abdülhamit hakkında yazdıklarından bir pişmanlığı yoktur. Bazı şiirlerinden farklı anlam çıkaranlar olmuştur ama bunlar gerçeği yansıtmaktan uzaktır.
İttihat ve Terakki yönetimine da sert şiirler yazdı: ‘Üç beyinsiz kafanın derdine, üç milyon halk – Bak nasıl doğranıyor? Kalk baba, kabrinden kalk’. Üç beyinsiz dediği İttihat ve Terakki üçlüsü; Enver, Cemal ve Talat Paşalar… Konu da Balkan Harbi. Kökenlerinin uzandığı Arnavutluk’un kanlı bir savaşın ardından imparatorluktan kopması. Bu şiirin bir yerinde şöyle söyler: ‘Arnavutlar size ibret olacakken hala – Ne bu şuride siyaset, ne bu fasid dava – Görmüyor gittiği yolu, zannım çoğunuz… – Size rehberlik eden haydutu artık kovunuz!’. Akif için İttihat ve Terakki de inkisar-ı hayaldir. Hem de öyle böyle değil. Kadrosunda yer aldığı, vücut verdiği bir siyasi hareket 4 yılda imparatorluğun altını üstüne getirmiştir. Yaşanmaz bir İstanbul bırakmıştır geriye.
İmparatorluğun dağılması, yurdun işgali, İstanbul’da ateşten günler… Hiç tereddüt etmeden Anadolu’da yeşermeye başlayan direnişe katıldı, Millî Mücadele’nin ateşli savunucularından oldu. Camilerde vaazlar verdi, şiirler yazdı. Cephede askeri teşvik için elinden geleni yaptı. Yeni yönetimin siyasi kadrosuna iştirak etti. Mebus oldu. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘İstiklal Marşı’nı yazdı. O günün şartları içinde İstanbul’dan Ankara’ya, Halifeden Mustafa Kemal’e dümen kırmak o kadar kolay değildi.
Ama Akif, İttihat ve Terakki’nin yaşattığı hayal kırıklıklarını onarmak ve hayatında yepyeni bir sayfa açmak için rotasını Anadolu’ya çevirdi. Savaş ve kurtuluş yılları iyi geçti. Yeni rejimle birlikte devlet kurulurken yönetimin muhaliflere aman vermeyen uygulamalarından ve din, tarih ve toplumla ilişkilerinden, inkılaplardan, devrimlerden rahatsız oldu. Devirdikleri Akif’in inanç dünyasında karşılığı olan değerlerdi, kutsallardı. Büyük ve derin bir hayal kırıklığı daha… Hisli bir şair bünyesi buna nasıl dayanır? Düşündükçe Akif’e üzülürüm. Üst üte gelen inkisar-ı hayaller…
Ankara’dan ve yeni yönetimden yavaş yavaş uzaklaştı. Yalnızlaştı. Kendi kabuğuna çekildi. Ama rahat bırakmadılar. Ankara, düşüncelerinden ve davranışlarından hoşnut olmadığı için peşine polis taktı. Hayatı tarassuta alındı. Ve daha fazla dayanamadı. ‘Peşimde polisin olması çok ağrıma gidiyor. Beni bir suçlu gibi takip ediyorlar. Buna daha fazla dayanamam’ dedi, pes etti. Sürgün hayatını kendisi seçti. Çok sevdiği vatanını terk etmek zorunda kaldı. Mısır’a gitti.
Zoraki bir sürgün onun ki. Memleketinden, ailesinden uzaklarda vatan hasretiyle geçirdi ömrünün son günlerini. Kızı Suad Hanım’a yazdığı bir mektupta ‘Civardan bülbül sesleri geliyor mu? Yoksa bizim gibi sizler de o mübarek sese hasret misiniz? Mısır’da hiç bülbül yoktur. Bülbülsüz bahardan zevk alamayız’ der. Düşünebiliyor musunuz bülbül sesine bile hasret kalan bir Akif.
Yine bir başka mektupta şöyle yazar: ‘Benim bu günlerde ruhum kabz-ı külli içinde. İhtiyarımla çekildiğim şu inziva aleminde bile muhitin, şuunun, zamanın, hadisatın, hülasa bütün kâinatın sarih istiskalini gördükçe yaşamaktan adeta iğreniyor da günden güne artan zaafımı, ihtiyarlığımı birer müjde-i halas telakki ediyordum’.
Sürgün yıllarının, Mısır günlerinin nasıl geçtiğini anlıyor musunuz? Ölümü özleyen bir Akif. İnsanın okurken bile yüreği daralıyor. İnanması zor ama gerçek şu; marşını yazdığı bir devlet ülkesinde hayat hakkı tanımadı. Bu toprakların ne kadar derin acılar barındırdığını ne trajedilerin yaşandığını görüyor musunuz? Akif’in kırgınlığı, hayal kırıklığı sadece yöneticilere, erkan-ı devlete değil.
Asıl topluma da kırgın… Cemiyetin hal-i perişanlığına öfkeli. Şu satırları okuyunca birkaç gün kendime gelemedim. Bu yazıyı yazmanın sebebi de sırf bu paragraf. Dostlarına yazdığı bir mektuptan alıntı. Toplumu ‘biz’ diyerek, kendisini de içine katıp eleştiriyor. Şair nezaketi.
Kurşun gibi insanın içine işleyen şu cümlelere bakınız: ‘Çok maskara şeylermişiz. Utanmaz yüzümüzü örten incecik riya perdesi imiş. O sıyrılır sıyrılmaz öyle bir sefil çehreyle ortaya çıktık ki bundan dünya iğrendi. Teceddüt namıyla, inkılap namıyla her türlü ifratı biperva kabul eden Ankara yaranında ebediyen affedemeyeceğim bir şey varsa o da şudur. Bizim bu yüzler karası bahtımızı meydana çıkarmayacaklardı. İnsanlıktan bu kadar binasip olduğumuzu dünyaya faş etmeyeceklerdi. Bizi böyle bir imtihan-ı aleniye çekip de bundan beterini yüzümüze tükürtmeyeceklerdi’. Yazarken bile kalbim parçalandı, yüreğim daraldı.
Benim hikayem içinde de karşılığı olan hayal kırıklıklarımı düşünüyorum da eğer bu satırları daha önce okusaydım, bir Anadolu irfanından ve ferasetinden kolay kolay söz etmez ve içinde bulunduğum topluma fazla umut bağlamazdım. Akif tespiti yapmış, teşhisi koymuş. Başka söze ne hacet.
Yaşamı Mısır’da son bulmadı. ‘İstanbul’a ölmek için geldi. Son nefesini çok sevdiği İstanbul’da, ama tek başına verdi. Yalnız yaşadı, yalnız öldü. Cenazesine devlet sahip çıkmadı. Üniversite öğrencilerinin haberi almasıyla kalabalık toplandı. Yoksa öldüğünden kimsenin haberi olmayacak, cenazesi tabutuna omuz veren üç beş kişiden ibaret kalacaktı.
Mehmet Akif, şiirleri kadar siyasi ilişkileri ve hayal kırıklıklarının da adamıdır. Keşke hayatı, kısaca temas edebildiğim siyasi yönüyle de yazılsa. Şiirleri dilimizden düşmese de Akif’i çok az biliyor çok az tanıyoruz…
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***