(Serbest Görüş) – H. AGAH KALENDER
Duyan duysun, bilen bilsin böyledir bizim sevdamız…
Bugün size iki insan öyküsü anlatacağım. Daha doğrusu kahramanı müzik adamı olan iki hayat hikayesinden söz edeceğim. Hikâye dediğim kurgu, senaryo değil. Bir hayalden bahsetmiyorum ama bir masal gibi gerçek üstü unsurlar barındıran iki yaşamı pazar yazısına konu edeceğim. Ortak noktaları sadece müzik değil aynı mahallenin, aynı siyasi iklimin insanları…
Bana çarpıcı gelen şarkıları, türküleri kadar dokunaklı hayat öyküleri de… Yaşamın nasıl tevafuklara – siz tesadüf de diyebilirsiniz – gizemlere bağlı olduğunu göreceksiniz. İki hayatın üzerinde kaderin nasıl cilveleştiğini okuyacaksınız. Yalnızca müzikseverlerin gönlündeki tahtlarına değil gelin, bahtlarına da birlikte bakalım.
Bu iki ismin şarkıları bu topraklarda yaşayanların kulağına az çok değmiştir. En azından isimlerine aşina olduğunuzu düşünüyorum. Belki siyasi çizgileri sebebiyle mesafe koymuş, seslerinden uzak durmuş olabilirsiniz. Çünkü her iki ismin de rengi ve politik duruşu belirgin ve keskin. Ceviz gibi yuvarlak değil, köşeli.
Kendilerini bilinçli olarak, sesleriyle cisimleriyle siyasi yelpazenin solunda konumlandırmış durumdalar. Hatta birisi için solun da solunda yani daha uç noktada yer aldığı söylenirse yanlış olmaz.
İsimlerini hemen vermememin sebebi ilginizi çekebilmek ve sizi yazının iklimine sokabilmek için. İddia ediyorum, şarkılarını, türkülerini dinlemiş olsanız bile bu iki ismi biraz sonra yazacağım yönleriyle bilmediniz, tanımadınız. O yüzden yazıyı sonuna kadar okumanızı öneririm.
Eminim ki bu yazıyı bitirdikten sonra şarkılarını, türkülerini farklı hislerle dinleyecek, kendilerine farklı gözle bakacaksınız.
Kim mi bu iki isim? Zülfü Livaneli ve Ruhi Su… Tamam, isimlerini duydunuz… Peki ne kadar tanıyorsunuz?
Önce Zülfü Livaneli… Kendisini yazmayı haftalar öncesinden planladım. Bugün bu yazının yayınlandığı sitede ‘Gazze’de ölen çocukları konu edinen bir şiirini okudum. Ve duygulandım. Hissederek yazmış. Her bir kelime yüreğinin derinlerinden geliyor. Bu yazıyı o şiirin etkisiyle yazmıyorum. Biraz sonra anlatacağım, aylar önce hayat hikayesini okumuş ve hakkında yazmaya karar vermiştim. Gazze şiiri de tevafuk etti. İyi de oldu.
‘Mohsen’in son nefesi’ adını verdiği şiiri Gazze’de ölen tüm çocuklar için yazdı: ‘Duydunuz mu bilmem / Şu anda / Tam şu anda / Bir Gazze sokağında / Son nefesimi verdim ben / Umurunuzda mı / Onu da bilmem / Ama / Bir dakika önce ayaktaydım / Şimdi paramparça / yerdeyim ben / Geçen hafta amcam / Dün annem / Bugün kardeşim ve ben / Üstelik / Niye öldüğümüzü bile bilmeden / tik tak / tik tak / tik / Ve çekildi tetik / şu anda şu saniyede / Bir ölüyüm artık ben / Gazze’nin bir sokağında / Oyun oynarken / Ruhsuz bir sayıya dönüşen / Haberlere / Yirmi bin küsur / diye geçen / İşte o küsurum / Ben / Said’in kardeşi, Hasna’nınoğlu / Mohsen / Ey analar ey babalar / Hayır duanızı eksik etmeyin / Üstümüzden’.
Mohsen bizim bildiğimiz Muhsin… Arapça farklı dillere aktarılırken telaffuzdan kaynaklı değişikliklere uğruyor. Şiirin aslına halel getirmemek için yazıldığı gibi paylaştım sizinle. Siz Mohsen’i Muhsin olarak okuyun… Ve şairini de bu yüzden yadırgamayın. İsme takılmayın, şiirdeki duyguya odaklanın ki şiirin atmosferine girebilesiniz.
Zülfü Livaneli’nin adının başında ‘Ömer’ ismi de var. Yazının kilit ismi işte bu ‘Ömer’… Hikâye Ömer’le başlıyor, Ömer’le bitiyor. İsimler kaderdir. Karaktere dönüşür. Livaneli çok yönlü ve üretken biri. Elinde sazıyla da görmek mümkün kalemle de… Doğrusu, eline bağlama da yakışıyor, kalem de… İkisini birlikte götürmekte pek mahir.
Özgün bir sese sahip. İnsanın yüreğine dokunan şarkılar söylüyor. Bir yazar ve şair aynı zamanda. Çok satan romanları ve herkesin dilinde şiirleri var. Film sektörünün de içinde. Yönettiği ve müziğini yaptığı filmler var. ‘Yer Demir, Gök Bakır’ filmini üniversite yıllarımda izlemiş ve beğenmiştim.
Livaneli bir siyasetçi… İki dönem CHP’den milletvekilliği yaptı. Bir ara CHP Genel Başkanlığı’na aday oldu, usta siyasetçi Deniz Baykal’la yarıştı. Recep Tayyip Erdoğan’ın Belediye Başkanı seçildiği 1994 seçimlerinde SHP’nin İstanbul adayıydı. Siyaseti özellikle parti içi kavgaları sevmedi ve aktif politikaya noktayı koydu.
Güneşsiz, ışıksız geçen uzun şeb-i yelda gecemde ‘Güneş topla benim için’ şarkısı dilime takılırdı. Şarkının güneşsiz karanlıkta dört duvar arasında kalanları konu edindiğini düşünürdüm. Güneş kime toplanır? Güneşe hasret kalanlara elbette… Şarkının sözlerini ünlü şair Ülkü Tamer’in yazdığını biliyorum. Karanlık gecelerde başımı göğe kaldırarak Tamer’in ‘İçime çektiğim hava değil gökyüzüdür’ mısraını bağırarak okurdum. Kürsünün karşısında halimi anlatırken haykırmıştım.
Sesiyle şiire ruh veren Livaneli’nin bu şarkısını dinliyorum şu an. Sözleri ne kadar anlamlı: ‘Seher yeli çık dağlara / Güneş topla benim için / Haber ilet dört diyara canım / Güneş topla benim için / Umutların arasından / Kirpiklerin karasından / Geceleyin gök yüzünden canım / Güneş topla benim için…’.
Ne kadar anlamlı değil mi? Yaşamlarını güneşsiz, karanlık duvarların arkasında geçirenlere verilecek en iyi hediye güneştir. Onlara giderken güneş toplayın…
O uzun gecede Livaneli’nin hayatını anlattığı bir kitabı geçti elime. İnce ve büyük harflerle daha çok öğrenciler için yazdığı izlenimi veren kitabı soluksuz okudum. Spot ışıklarının altında pırıltılı, yıldızlı görünen Livaneli’nin meğer ne ilginç hayat öyküsü varmış. Kitap çok etkiledi beni. Sesini beğenirdim, şarkılarını dinlerdim. Yaşamındaki ince, garip çizgileri öğrenince hayranlığım daha da arttı.
Soyadı, ‘Livane’ Artvin’in eski ismi. Babasının dedesi Ömer Bey, yerel yönetici olan Yusuf Ağa’nın oğlu. 93 Harbinde yani 1878 Osmanlı – Rus savaşında Yusuf Ağa’nın köyü Ruslar tarafından kuşatılır. Yusuf Ağa kendisi için bir çıkış olmadığını düşünür ve küçük oğlu Ömer’i köyden kaçırır.
Eline verdiği bir mektupla gizlice Ömer’i Cephe kumandanı Ahmet Muhtar’ın bulunduğu Erzurum’a gönderir. Birkaç gün sonra Ruslar saldırıya geçer, köy kanlı çarpışmaya sahne olur. Yusuf Ağa’nın yöneticiliğini yaptığı köy tümüyle yok edilir. Hiç kimse hayatta kalmaz. Eğer yaşama tutunabilirse Ömer yaşatacaktır aileyi ve köyü.
Erzurum’da Paşa Ömer’le yakından ilgilenir. Onu özel muhafızı yapar. Kış aylarında şartlar iki taraf için de ağırlaştığı için mütareke yapılır, ateşkes ilan edilir, silahlar susar. Erzurum Rusların işgali altındadır. Ruslar halka türlü türlü eziyetler yapmaktadır. İşgal komutanı Erzurumluları canından bezdirmiştir.
Rusların tavırlarına daha fazla dayanamayan mülazım rütbesindeki Ömer iki subay arkadaşıyla birlikte Rus kumandana pusu kurar ve soğuk Erzurum gecesinde meyhaneden iki korumasıyla çıkan komutanı öldürürler.
Bu olay üzerine Erzurum karışır. Ve Ruslar her kapıyı çalarak eşkalini bildikleri komutanlarını vuran kişiyi arar. Ömer ve iki arkadaşı tedbiren askeri hastaneye yatırılır. Tanınmamaları için yüzleri ve vücutları katranlarla ovulur. Ruslar hastaneyi aradıklarında karşılarında siyahi esmer tenli kişileri görünce kuşkulanmazlar.
Bu önlem de bir yere kadar… Ruslar arayışlarını daha da sıkılaştırır. Bunun üzerine Ömer Harput Redif taburuna gönderilir. Ve buraya yerleşir, bir Çerkez kızla evlenir. Zülfikar adını verdikleri bir erkek çocuğu dünyaya gelir. Çok geçmeden bir seferde hayatını kaybeder. 10 yaşındaki Zülfikar babasız kalır. Zülfikar da babası gibi devlette görev alır ve suçluları bulmak için şüphelileri sorgulayan ‘müstantiklik’ yapar.
İleride savcılık yapacak olan Livaneli’nin babası Asım Zülfikar’ın oğludur. Ömer ve Zülfü isimleri dedesinden mirastır. İlginç bir tesadüf veya tevafuk dedesi Zülfikar Livaneli’nin doğum günü olan 20 Haziran’da yaşamını yitirir. Livaneli bu kader anı için ‘Dedemin ölümü ve benim doğum tarihim bir çeşit devir teslim taşımakta ailem için…’ der.
Zülfikar’la birlikte ailede hukukçu geleneği başlar. Zülfü Livaneli aile büyüklerinin hukukçu kimliklerine vurgu yaparken şöyle diyecektir: ‘Hukukçu geleneğimizde soyadımızın ilk kez ‘sanık’ olarak anılışı benim sayemde olmuştur’. Çünkü Livaneli siyasi düşünceleri dolayısıyla kendisini kürsünün karşısında sanık olarak bulmuştur.
Sanatçılar tehlikeyi göze alarak rüzgara karşı yürümekten çekinmezler ve bedelini de ağır öderler. Zülfü Livaneli askeri vesayetin kabus gibi ülkenin üzerine çöktüğü 12 Mart döneminde bir yıl hapis yatar. 1972 yılında tahliye olmasına rağmen ‘tekrar tutuklanacağı’ söylentileri üzerine yurt dışına çıkar ve uzun yıllar tam 11 yıl İsveç’te sürgün hayatı yaşar.
Şarkılarında, şiirlerinde, romanlarında mahpusluğunun izlerine sıkça rastlanır. Güneş topla benim için şarkısı eğer mahpus hayatı olmasaydı ortaya çıkmazdı. Duvar şarkısındaki şu sözler hayatından çizgiler taşır: ‘Ne böyle gurbet olsun / Ne böyle ayrılıklar / Kaldırın duvarları / Yıkın gitsin hepsini / Ne böyle zulüm olsun / Ne böyle şarkılar’. Keşke olmasa zulüm de ve mazlumun sesi olan şarkılar…
Son günlerde çok sık dinlediğim ve hislerime tercüman olan ‘Böyledir bizim sevdamız’ parçasına da dikkatinizi çekmek isterim: ‘Kırılsa da kanadımız / Asiye çıksa adımız / Duyan duysun bilen bilsin / Böyledir bizim sevdamız’. Her dinleyişimde sözlerini haykırasım gelir.
Dönem 19’uncu yüzyılın sonları… Ömer, Livane Sancağı’na bağlı bir dağ köyünden gizlice cebine konan bir mektupla Erzurum’a yollanan bir çocuk… Bir tohumun toprağa düşmesi gibi o çocuğun yeşerip serpilerek bir ağaca dönüşmesi ve bugün şarkılarını kimi zaman keyif kimi zaman hüzünlenerek dinlediğimiz Ömer Zülfü Livaneli adında bir meyve vermesi… Kaderin cilvesi değil de nedir?
Bu acıyla yoğrulmuş, yokluklarla örselenmiş savaşlarla kanlanmış Anadolu topraklarında yaşam çizgilerinin ne denli gizemler barındırdığını görüyor musunuz? Biraz köklere eğildiğinizde karşınıza ne sürprizler çıkıyor.
Siyasi ve düşünce olarak kendisini solda görmesine rağmen hayatının bir bölümünde babasının görev yaptığı Konya’da Risale-i Nur’larla tanışır. Gençlik yıllarıdır. Bir genç vasıtasıyla öğrendiği Said Nursi ve eserlerinden çok etkilenir. İsterseniz kendi kaleminden okuyalım: ‘Birçok kelimeyi anlamakta güçlük çekmeme rağmen yeni bir fikir ediniyordum. Kitaplar ilginç ve ateşli bir üslûpla yazılmıştı, yazarın bambaşka bir Türkçe anlayışı vardı. Doğrusu kitaplarda bir edebiyat tadı bulmuştum. Öylesine hırslı, kuvvetli bir üslûptu ki, ister istemez etkileniyordunuz. İlkokul yıllarında dedemin sıkı dini eğitiminden geçmiş olduğum için terminoloji bana yabancı değildi’.
Livaneli mahallesinin ön yargılarla dolu tepkilerine aldırmadan hayatını yazdığı kitapta da yer verdi Said Nursi’ye… En çok etkilendiği bölüm ise ‘kader’ bahsidir. Kader dinin en çetrefilli konusudur. Nice alim kader çıkmazında yitip gitmiştir. Nursi’nin söyledikleri çok ilgisini çeker Livaneli’nin.
Kader Risalesi’ni okur ve aradığı soruların cevabını bulur: ‘İlk okuduğum bölüm kader kavramı ile ilgiliydi. Eğer insanın kaderi alnına yazılmışsa, uğraşmasına ne gerek var sorusu soruluyordu. O zaman insanoğlunun işlediği günah da sevap da Allah’a ait değil miydi? Bu soru beni müthiş ilgilendirmişti. Çünkü hem varoluşçuluk felsefesinin temel sorusuydu hem de Balzac aynı soruyu öğretmenine sormuştu. Said-i Nursî adlı yazarın yorumu ve cevabı ilginçti: Ay tutulmasını örnek gösteriyordu, insanlar Ay’ın hangi tarih ve saatte tutulacağını bilirdi, ama bilgi, insanların Ay tutulmasına neden olduğu anlamına gelmezdi. Ay, kendi kuralları ve tâbi olduğu disiplin gereğince tutulurdu, biz sadece bunu önceden bilirdik. Kader de aynı biçimdeydi. İnsanın kaderi davranışına bağlıydı. Ne var ki bu Tanrı katında önceden bilinirdi. Alın yazısı denilen şey buydu’.
Bediüzzaman Said Nursi’yi Livaneli’nin ağzından dinlemek birçok kişiye şaşırtıcı gelebilir. İlk olarak yıllar önce bir dergideki yazısında okuduğumda çok şaşırmış ve etkilenmiştim. Çekinmeden, kınanmayı göze alarak bu satırları yazabilmek entelektüel duyarlılığıdır. Ve takdire şayandır. Fısıltıyla değil yüksek sesle konuşur.
Şu cümleler de Livaneli’nin: ‘Bu bölümü okuduktan sonra kavaklıktaki ince esintide gözlerimi kapatıp düşündüm. Bu kitapları yazan ne kadar zeki bir kişiydi. Sanki Balzac’la, Kierkegaard’la, Camus’yle polemiğe giriyor, aynı konuları irdeliyordu; doğrusu çok da mantıklı bir cevap veriyordu. O gece sabaha kadar bana verilen bütün Said Nursî kitaplarını okudum. İrade-i Külliye ve irade-i cüziye bölümü benim cevap aradığım birçok soruyu aydınlatıyordu. Ertesi gün gençlerle gene buluştuk. Kitapları çok beğendiğimi söyledim. Sevindiler, bana yeni kitaplar verdiler. Onları okudum. O yaz Said-i Nursî’nin kitapları ve düşünceleri epeyce ilgilendirdi beni…’.
Bu yazdıklarını tahmin edileceği üzere kendi mahallesinden bazı kişiler ona karşı acımasızca kullandı. Keşke sadece kendi mahallesi olsa, karşı mahalleden de salvolara muhatap oldu. 1994 seçimlerinde Melih Gökçek de aynı üslup ve sert ithamlarda bulundu sonraki yıllarda Hüsnü Bozkurt da… Belli ki derdi sağa, sola yaranmak değil doğru bildiğini söylemek.
Risale-i Nur’larla ilişkisini niye devam ettirmedi? Eğer o yoldan yürüseydi bugün karşımızda bambaşka bir Zülfü Livaneli portresi yer alacaktı. Kitaplara ve müellifi Said Nursi’ye olan tutkusu yazılanların şerh edildiği ortamla örtüşmez, bunun üzerine o çarpıldığı inanç ikliminden uzaklaşır.
Oysa asıl olan kitabın kendisidir. Onu okuyanlar, takipçisi ve taşıyıcısı olanlar tali unsurlardır. Eleştirdiği noktaların üzerine giderek, kişilere takılmadan bizzat kendisi o yolun doğru ve sağlam yolcusu olabilirdi.
Onun bir şarkısıyla söyleyelim, ‘Neylersin’ ki başka taraflara yöneldi.
Fark etmiş olmalısınız, yazıya otururken planladığım içeriği tutturamadım. Bir düşünürün dediği gibi ‘Yola sen çıkarsın, nereye ulaşacağını kaderin belirler’. Yola çıktık ama menzile ulaşamadık. Ruhi Su’yu bir başka yazıya bırakmaktan başta seçenek kalmadı. Livaneli hikayesinin bu kadar uzayacağını öngöremedim. Şu sıralar bende bir hastalık bu. Klavyenin freni yok, yazılar uzadıkça uzuyor. Ne kadar kendimi sıksam da klavyeye söz geçiremiyorum.
Toparlayacak olursak… Livaneli’nin başta ‘Güneş topla benim için’ olmak üzere ‘Böyledir bizim sevdamız’, ‘Eğil salkım söğüt eğil’, ‘Nefesim nefesine’, ‘Duvarlar’, ‘Leylim Ley’ parçalarını özellikle dinlemenizi öneririm. Ve tabii Nazım Hikmet’in şiirinden bestelediği ‘Karlı kayın ormanında’ şarkısını da. Livaneli’den ilk dinlediğim eser buydu. Bunu dinledikten sonra sesinin ve bestelerinin tutkunu oldum. Nazım da ne güzel yazmış: ‘Memleket mi, yıldızlar mı / Gençliğim mi daha uzak?’.
Size hangisi daha uzak? Bana hepsi yıldızlar da gençliğim de hayalini kurduğum memleket de çok uzak.
Uzun gecelerimde okuduğum romanlarından da günümüzün siyasi iklimiyle paralellikler kurduğum ‘Son Ada’yı pek beğenmiştim. Özgürlük adasını emekli bir paşanın nasıl yaşanmaz bir kara parçasına dönüştürdüğünü görüyorsunuz. O da muhtemelen içinde bulunduğu siyasi şartları göz önünde bulundurarak kurguladı romanını. ‘Serenad’ kitabından da çok etkilenmiştim. Kitaplarından sadece ikisinin adını verdim. Livaneli’nin tüm eserleri şu soğuk ve uzun kış gecelerinde şarkılarının eşliğinde keyifle okunacak akıcılıkta…
Bir başka açıdan Zülfü Livaneli’nin hikayesini ve hayatından kesitleri bilmem anlatabildim mi? ‘Duyan duysun, bilen bilsin, böyledir bizim sevdamız…’. Bu sevdaya kendimi dahil ederken ey okur sizleri de davet ediyorum.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***