(Serbest Görüş) – H. AGAH KALENDER
Hayat hikayesini anlatmaya ‘Anamı, babamı hiç tanıyamadım. Birinci Dünya Savaşı’nın ortada bıraktığı çocuklardanım. Öksüz ve yetim olduğumu çok kimseye söyleyemedim’ diye başlar. Tek değil o, belki binlerce belki de on binlerce çocuk… Hiçbirinin yaşamı ayrıntısıyla yazılmadı.
Bu toprakların hikayeleri hep hüzün ve dram yüklüdür. Ve çok dokunaklıdır, insanın yüreğine işler. Eski türkülere bakınız söz ve musikisinde buram buram acı tüter. ‘Burası Muş’tur yolu yokuştur, giden gelmez ne iştir’. Gidenin bir daha dönmediği, gelenin ise geride bıraktığını bir daha bulamadığı yaralı yüreklerin, gariplerin coğrafyasıdır Anadolu.
Onun hikayesi biraz farklı. Adını bile hala tam koyamadığımız bir trajedinin kurbanı o. Kanın oluk gibi aktığı felaket yıllarının çocuğu o. Bir önceki yazıda ipuçlarını vermiştim. O çocuğun adı sonradan ‘Ruhi Su’ olacak. Bir müzik adamı… Sanatçı. Gür ve davudi sesiyle türkülere getirdiği yeni yorumla dinlemeye doyamazsınız.
Ne kadar tanıyorsunuz Ruhi Su’yu? Daha doğrusu toplumda ne kadar biliniyor? Hayır, hayat hikayesini kastetmiyorum. Adını duyan ve türkülerini dinleyenlerin oranını merak ediyorum. 10 gündür Ruhi Su üzerine düşünürken karşılaştığım daha çok orta yaşlı kişilere sordum, maalesef ne adından ne müziğinden haberdarlar. Gençlerde durumun çok daha vahim olduğunu tahmin etmek zor değil.
2010 yılında Hülya Avşar televizyon programında Cem Karaca’nın eşi İlkim Karaca’yı konuk etti. Karaca toplumda çok az rastlanan ‘İlkim’ isminin kendisine konservatuarda Ruhi Su tarafından verildiğini söyledi. Hülya Avşar’ın tepkisi tarihe geçti: ‘Ona da buradan selam yollayalım’ dedi. Karaca’nın Ruhi Su öldü hem de 25 yıl önce’ sözleri üzerine şaşıran Avşar ‘Aaaa öyle mi… Nur içinde yatsın o zaman’ dedi.
İtiraf edeyim, ben de çok geç duydum adını. Ben arabesk nesliyim. Başımda kavak yellerinin estiği gençlik yıllarımda Ferdi Tayfur, İbrahim Tatlıses gibi şarkıcıların tutkunuydum ve türküleri bile geri plana iterdim. Sonra duruldum ve hemen her alanda yeni mecralara yöneldim. Ruhi Su’yu ilk olarak üniversite döneminde solcu bir arkadaşın önerisi üzerine dinledim. Ve sevdim. Yaşam öyküsünü öğrenince daha bir sempati duydum. Bu yazıyı yazarken arka fonda onun su gibi gürül gürül akan sesinden parçalar çalıyor.
Türkiye’de siyasi, sosyal ve inanç toplulukları dikenli teller veya yüksek duvarlarla çevrili mahallelerinde yaşıyor. Eğer duvar değil de basit bir ‘çit’ olsaydı belki mahalleler arası geçişler daha kolay olurdu. Mahallelinin öyle bir derdi de yok. Halinden, yaşantısından memnun. Yakın ya da uzak mahallede ne olup bittiğiyle uzaktan yakından ilgili değil. Mahalleler arası yaşayanlar yok mu? Var ama ‘istisna’ kabilinden, yani yok denecek kadar az.
Yıllar önce Kemal Kılıçdaroğlu ile küçük uçakta seyahatteydim, solcu bir gazeteciyle şiir ve Nazım Hikmet üzerine konuşuyorlardı. Şiire ilgili olduğum için başımı çevirdim, Kılıçdaroğlu ‘Ben Necip Fazıl’ı da çok severim, iyi şairdir’ dedi. Oysa ben Nazım üzerine birkaç cümle söyleyecek, şiirlerinden söz edecektim. Bu ülkede benzer diyaloglar sık sık tekrarlanır. Mesele bu değil, sağ kesimle Nazım, sol kesimle Necip Fazıl konuşmak lazım.
Bir mahallenin şairi Necip Fazıl karşıdakinin Nazım Hikmet… Oysa ikisi de büyük şair, bir arada okunabilmeli. Bunu sanatın bütün dalları için söyleyebiliriz. Zülfü Livaneli ve Ruhi Su’yu yazdığım için beni yadırgayanlar çıkabilir. Nitekim var da… Siz mahallenize mahpus olmayın. Seralarınızdan çıkın. Doğada başka çiçekler de var. Bir kişinin sanatını sevmeniz, türkülerini dinlemeniz, siyasetini ve inancını benimseyeceğiniz anlamına gelmez. Yerli, yabancı filmleri izlerken oyuncuların dinine, imanına, milliyetine bakıyor musunuz?
Bu kadar ahkam yeter, gelin Ruhi Su’nun hayat hikayesini okumaya devam edelim. Onun yaşamını ve sanatı hakkında yazı yazanlar ‘Harbin ortada bıraktığı kimsesiz çocuk’ vurgusunu mutlaka yapar. Kayıtlara göre 1912 yılında kanın gövdeleri götürdüğü Van’da dünyaya gelen Ruhi Su anne ve babasını hiç tanımadı. Adını ‘Mehmet’ koydular. Onun gibi olan bütün çocuklara ‘Mehmet’ adı verildi. Neden öldüklerini ömrü boyunca öğrenemedi. Tek başına bir çocuk, değil ana babası, tutunacağı, yanlarına sığınacağı, teselli bulacağı amca, dayı gibi bir akrabası bile yoktu. Daha sonra sözlerini kendi yazdığı bir türküde şöyle diyecekti: ‘Hangi taşı kaldırsam / anam babam../ Ne güzel dünya bu / iyi ki geldim’.
Ruhi Su kendi dilinden öyküsünü şöyle dile getirir: ‘Toplumumuzda hâlâ aşiret anlayışı var.. İlk iş ‘kimlerdensiniz?’ derler. Kendini yetiştirmiş olmanın önemi hâlâ anlaşılamadı… Çok küçüktüm… Adana’ da çocuksuz, fakir bir ailenin yanına vermişler beni. Onları amcam, yengem bildim. Evdeki keçilerden, ineklerden, tavuklardan sorumluydum. Onları gütmek, yemlemek benim işimdi. Getir – götür işlerine de bakıyordum. Karanlık basıncaya kadar tarlalarda, kırlarda onları güdüyordum. Ağaçlardan meyveler topluyor, günlük yiyeceğimi çıkarıyordum. Türküler öğrenmeye, söylemeye başlamıştım’.
Felaketler bir kere geldi mi artık yağmur gibi yağar üstünüze. Ruhi Su’nun sığındığı bir ocak vardı ama Adana’da da rahat yüzü görmedi. Savaşın acı yüzüyle bir kez daha karşılaştı. Kendisi anlatsın: ‘Altı yaşıma geldiğimde; Adana, İngilizler ve Fransızlar tarafından işgal edildi. Bütün Adana halkı gibi Toroslar’a kaçtık. Kaç- kaç yılları boyunca; hep çalışıp, verilen işleri yaptığım hâlde, yengemin bana karşı olan hoşnutsuzluğu hiç bitmiyordu. Bir gün elime bir testi verip, bize su getir dediler. Suyu arayıp buldum. Ne kadar zaman içinde su bulduğumu hatırlamıyorum. Suyu getirdiğimde, bir de baktım ki amca ve yenge de dâhil, kafile yok olmuş. Bir testi suyla dağ başında kaldım. Geceleri incir ağaçlarının üzerinde uyuyarak, meyve yiyerek, kaç gün kaç gece kaldığımı hatırlamıyorum. Bir yandan da amcamın ve yengemin içinde bulunduğu kafileyi arıyorum. Sonunda onları buldum. Amcam, beni görür görmez sarılıp ağlamaya başladı. Belli ki çok üzgün. Yengemde tıs yok. İşte o zaman; kasıtlı olarak terk edildiğimi anladım, belli etmemeye çalıştım. Beni gören konu komşu ise çok sevindi. O zaman anladım ki, onlar gerçek amcam ve yengem değiller’.
Komşularının elinin tutmasıyla Öksüzler Yurdu’na verilir Ruhi Su. Oyunla, arkadaşlarla ve müzikle tanışması bu yurtta oldu. ‘Oyun ne demekmiş okula başlandığında öğrendim’ der. Yurt hayatı ona ana baba bildiği ailenin evinden daha sıcak ve müşfik geldi. Bağlama ve keman çalmaya başladı. Önce Adana Öğretmen Okulu’na sonra Ankara’da Musiki Muallim Mektebi’ne girmeyi başardı. Zoraki olarak ‘askeri okula’ yönlendirildi. İstanbul Halıcıoğlu askeri lisesine gitti. Okul komutanı askerlik mesleğiyle bağdaştıramadığı kemanını kırdı. Bir sağlık raporu alarak kendisini çürüğe çıkarttı.
Eğer biraz askerliğe merakı olsaydı onu 1960’lı yıllarda paşa olarak görecektik. Benzer kaderi yaşadığı arkadaşlarının çoğu asker oldu. Bu da aslında az bilinen ayrı bir hikayedir. Kitaplar Karabekir Paşa’nın gayretiyle ‘ortada kalan çocuklar’ askeri okullara gönderildiğini yazar.
Ben köklerle çok ilgili değilim. Bu coğrafyada kökler hakkında fazla arkeolojik kazı yapılmasını doğru bulmam. Çünkü insanları geçmişiyle yargılamak ve mahkûm etmek çok kolaydır. Ve bol örneğine rastlanır. Pek içimden gelmese de merak edenler çıkacaktır, o yüzden Ruhi Su’nun köklerini yazma gereği duyuyorum.
Köklerle oynamayı ve karıştırmayı seven Yalçın Küçük ‘Ruhi Su’nun Ermeni yetimi olabileceğini’ yazdı. Bunun üzerine Su’nun oğlu İlgin ‘Babamın 1912’de Van’da doğması, öksüzler yurdundan gelmesi, bugüne kadar hiçbir akrabasının çıkmaması düşünüldüğünde Ermeni olma ihtimali hayli yüksek’ der. Kökleri bir yana o bir insandır. Ve o etiyle, kemiğiyle, yüreğiyle bir Anadolu’dur. Benim bakışım böyle.
Arkadaşından ödünç aldığı kemanla girdiği Ankara Devlet Konservatuarı’nı bitirdi. O yıllarda tek hece ve kolay söylendiği için ‘Su’ soyadını aldı. Hocanın keman ile sesi arasında tercih yapmasını istediğin ‘sesini’ tercih etti, çok sevdiği kemanıyla vedalaştı. Okulu bitirince çeşitli yerlerde müzik öğretmeni olarak çalıştı. Cumhurbaşkanlığı Orkestrası’na seçildi. Birçok operada görev aldı.
İşte böyle bir hayat… En alttan en üste. Van’da kimsesiz bir çocukken Cumhurbaşkanlığı Orkestrası’na değin uzanan bir yaşam çizgisi. Sanmayın ‘acıları’ burada bitti. Hayır, onun toprağını kader gamla yoğurdu bir kere. Bahtı böyle. Tahtında oturamaz. O da pek oturmak istemez zaten.
Karşıdan esen sert rüzgâra, fırtınaya aldırmadan doğru bildiği yoldan milim sapmaz. Bunun bir bedeli vardır elbette. O bedel ancak zindanda yani hapishanelerde ödenir. Bu topraklarda mahpushaneler sanatçıların, aydınların uğrak yeridir ne yazık ki… Bugün bile hapishaneler düşünce ve fikirlerinden dolayı içeri tıkılan siyasi mahkumlarla doludur.
Devlet Ruhi Su’nun türkülerinden rahatsız olur. Bu memlekette sesleri susturmanın tek yolu dört duvar arasına mahkûm etmektir. Ruhi Su’yu ‘komünist’ türküler söylediği gerekçesiyle içeri attılar. Adı işkencelerle anılan Sansaryan Han’ın alt katındaki hücrelerde kaldı. Tabutluğa kondu. Buralar yere çömelemeyeceğiniz, biraz kaykılarak sırtınızı duvara dayayabileceğiniz mezar gibi küçücük odacıklardır.
Sonradan eşi olacak ’Sıdıka’ da oradadır. Rahatsızlığı sonucu doktorun Sıdıka ile konuşmasını duyar ve çok yakın bir tabutlukta yattığını böyle öğrenir. Ve buraya ‘Mahsus Mahal’ der şiirini yazar ve türkü olarak çığırır: ‘Mahsus Mahal derler, kaldım zindanda / Kalırım kalırım, dostlar yandadır / İki elleri kızıl kandadır, kanda / Ölürüm ölürüm kardeş, aklım sendedir’. Sen dediği sevgilisi ‘Sıdıka’dır.
Ruhi Su ile Sıdıka tabutluktan çıktıktan sonra ‘Harbiye Hapishanesi’nde’ birbirlerini görürler. Birbirlerini tanımakta zorlanırlar. Yaklaşık 2 yıl kaldığı tabutlukta ağır işkence ve şartlar altında zayıflamış, yüzlerindeki canlılık kaybolmuştur. Hemen orada ‘nişanlanmaya’ karar verirler. Ruhi Su dostlarından bir yüzük ister, nişanlanır ve evlenirler.
Nikah şahitleri Behice Boran ve Nevzat Hatko’dur. Harbiye’de iki sevgili 3,5 yıl kalır. Haftada görüşme süreleri sadece 10 dakikadır. Bir arkadaşı paspastan bir saz yapar. Olur mu demeyin. Şartlar insanı zorlarsa nice olmaz olura dönüşüverir. Ruhi Su o sazıyla türküler söyler ve Harbiye onun sesiyle yankılanır.
İstanbul zindan içindedir Ruhi Su’nun gözlerinde… Ve bunu türküye döker: ‘Bu nasıl İstanbul zindan içinde / Kayboluverdi gecem gündüzüm / Bu nasıl İstanbul zinden içinde / Bavoo bave… / Yattığımız yerde güller bitecek / Gün ışıyıp gelir sabret, bu bizim / Yattığımız yerde güller bitecek…’.
Hocanın vurduğu yerde değil asıl haksızca, hukuksuz bir şekilde insanların doldurulduğu yerde güller biter.
Hapishanelerden sonra sürgün günleri başlar. Başkent’e döner ve radyoda iş bulur. En çok canını yakan arkadaşlarının kendisini görmezden gelmesidir. Yolda karşılaştığı arkadaşları onunla konuşmaktan korkar, selam bile vermekten çekinirler. Artık ‘sakıncalı adam’ olduğu için devletin bütün gözleri üzerindedir. Kısa sürede kovulur.
Nedeni söylediği bir türküdür. Türkü nasıl sakıncalı olabilir? Oldu ve oluyor maalesef. Sanmayın ki gerilerde kaldı. Bazen bir türkü bazen bir yazı yetiyor itilip kakılmaya. O türküyü merak ettiniz değil mi? Resmi kayıtlara kovulma sebebi olarak geçen türkü şudur: ‘Serdari halimiz böylen n’olacak… / Kısa çöp uzundan hakkın alacak / Mamurlar yıkılıp viran olacak / Akıbet dağılır, elimiz bizim’.
Türküleri hayatın içindedir. Şişli’de öldürülen 3 kızı anlatır: ‘Şişli Meydanı’nda üç kız / Biri Çiğdem biri Nergis / Vuruldular güpegündüz / Sorarlar bir gün sorarlar / Sabahın bir sahibi var / Sorarlar bir gün sorarlar/ Biter bu dertler, acılar / Sararlar bir gün sararlar…’. Sadece sanatçının değil herkesin dileğidir. Sabahın da Alemin bir Sahibi var, kısa çöp uzundan hakkını mutlaka alır bir gün. Ama burada ama ötede…
Ruhi Su hayat hikayesini anlatırken şu ifadeleri kullanır: ‘Doğanın bütün olanaklarını kullanmasını, doğayı sevmesini bildim. Yaşamım boyunca zorlukları yenmeye çalıştım hep. Çünkü sadece zorluk gördüm ben yaşamımda. Hiçbir şey kolay olmadı. Çocuk denecek yaşta savaş denen şeyin ne demek olduğunu; bizzat içinde yaşayarak, seferberlik türküleri, marşlar söyleyerek öğrendim’.
Ruhi Su masumlara, mazlumlara seslenirken ‘Kaldırın başınızı yerden’ der. Ve umudun türküsünü söyler: ‘Dostlarım, kardeşlerim, canlarım / Kaldırın başlarınızı / Suçlular gibi yüzümüz yerde / Özümüz darda durup dururuz / Kaldırın başlarınızı yukarı / Bize göz verildi, gözleyin diye / Dil verildi söyleyin diye / Kulak verildi dinleyin diye / El, gövdede kaşınan yeri bilir / Dert bizde, derman ellerimizdedir’.
Bu acı türkülere yürek nasıl dayansın… Ruhi Su kansere yakalandı. Kemikleri günden güne eridi. Tedavisi için yurt dışına gitmesi gerekiyordu. 12 Eylül askeri yönetimin ülkenin üzerine ceberut gibi çöktüğü bir dönemdi. Ruhi Su’ya ‘sakıncalı adam’ olduğu için pasaport vermediler. Bu pasaport hikayesini ben bir yerlerden daha hatırlıyorum.
1985 yılında şiirlere, türkülere can veren ses ebediyen sustu. Devlet cenazesinden bile rahatız oldu. Zavallı ülkem cenazelere bile tahammül edemez. Mehmet Akif gibi bir şahsın cenazesi bile olay oldu bu memlekette. Cenazeye katılanların bir kısmı, yüzlerce kişi göz altına alındı, haklarında soruşturma başlatıldı. Devlet memuru olanlar işten atıldı.
Mezarında da rahat uyuyamaz. Eşiyle birlikte yattığı Zincirlikuyu Mezarlığı’ndaki kabirleri 2009 yılında kurşunlanır, mezar taşları tahrip edilir. Failleri bulunamaz, meçhul kalır.
Sanattaki yerini ‘müzik otoriteleri’ değerlendirsin… Bende çok özel bir ‘mahsum mahali’ var. Şiirde Nazım Hikmet ne ise türküde Ruhi Su odur. ‘Aydınlara türküyü sevdiren adam’ de denir ona. Aşık Veysel’in tespiti de benzer yöndedir; ‘Şehirlilere türküyü dinletti ve sevdirdi’.
Ruhi Su’yu dinlerken ben dünyaca ünlü opera sanatçısı muhteşem ses Pavarotti’nin türkü söylediğini düşlerim. Pavarotti türkü söylerse ancak böyle söyler. Ruhi Su Van’da değil de Avrupa’nın herhangi bir şehrinde doğmuş olsaydı Pavarotti’den geri kalmazdı. Söylediğimin çok iddialı olduğunu biliyorum. Benim gözümde öyle. Uzun lafın kısası müziğin Nazım’ı türkülerin Pavarottisi’dir o.
Dramatik hikayesini kısaca anlattığım Ruhi Su’nun sesine kulak vermenizi kulak türkülerini özellikle de tarihi ve hapishaneleri konu alan ezgilerini dinlemenizi öneririm. ‘Mahsus mahal’inizde davudi, Fırat gibi gürül gürül akan bu yanık sese yer açın derim.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***