Son günlerde Instagram, Gazze’de yaşanan soykırıma dair feci görüntü ve videolarla dolup taşıyor. Daha önce küvözde tutulan bebeklerin hastane yataklarında terk edildiğini, bir apartmanların ve mahallelerin bulunduğu yerlerde devasa çukurların oluştuğunu, enkazların insan kemikleriyle dolduğunu görmüştük. Özellikle bir video aklımdan hiç çıkmıyor. Telefondan tekrar ve tekrar izlediğim bir video bu.
Tozla kaplı, acılı bir baba, 10 aylık, yüzü molozla kaplanmış ve solmuş ölü bebeğine doğru sürünüyor. Onu vücuduyla örtüyor. ” Geçti, geçti, geçti” dercesine bebeği sarsıp duruyor. Elleriyle yere vuruyor. Tekrar tekrar haykırıyor. Sonra aniden dehşet verici, şoke edici bir şekilde hareketleri değişiyor. Hayatımda hiçbir insanın bedeninin içten içe delirdiğini görmemiştim. Bu zamana kadar bir insanın bacaklarının çığlık attığını ilk kez şahit oldum- hareketleri sarsıcı, kasılmış, sanki elektrik çarpmış ve kederle yüklenmiş gibi görünüyordu.
Sonra bunu çeken bir kişi olması gerektiğini fark ettim ve babanın farkında olup olmadığını ya da artık bu dünya ile bir bağı kalıp kalmadığını hatta o odada olamayacak kadar dehşete kapılıp kapılmadığını merak etmeye başladım. Ve kendime korkunç bir kederin derin kırılganlığını gerçek zamanlı olarak kaydetmenin ne anlama gelebileceğini sordum.
Akabinde bunu izlemenin bir şekilde rahatsız edici olduğundan, hak etmediğim bir mahremiyete dahil olmaktan endişe etmeye başladım. Bu baba, bir yabancı ve bu muhtemelen hayatının en berbat anı. Ama video Instagram’da. Zannediyorum ki baba filme çekilmeyi ve videonun burada yayınlanmasını kabul etmiş olmalı. Bütün bunlar bana Adını Söyle kampanyasındaki anneleri; polis tarafından öldürülen kız çocuklarının, kız kardeşlerin, torunların ailelerini hatırlatıyor. Birkaç yıl önce bir tiyatro oyunu sonrasında anıldıkları özel bir etkinliği hatırlıyorum. Bu etkinlikte hikayelerini paylaşan birkaç anneyle birlikte sahnedeydim. Annelerden biri konuşurken ağlamaya başladı ve bu ağlama yüksek sesli bir feryada dönüştü. Kadının kontrolünü kaybettiğini fark etmeye başladım. Ben de nazikçe koluna girdim ve bir dakikalığına sahneden inmek isteyip istemeyeceğini sordum. Dondu kaldı, tüm açıklığıyla bana baktı ve “Hayır, hayır, bırak bizi görsünler. Bırak bizim çektiğimiz acıları bilsinler” dedi.
Instagram reels’lerinde en acı verici zulümleri ve görüntüleri yayınlamak amacıyla hassas içerik butonuna bastığımızda tam olarak ne yapıyoruz? Bunu doğru bir şekilde tanımlayacak bir kelime ya da bir yöntem bulmaya çalışıyorum ancak nafile. Nedir tüm bu ritüel? O babanın ne hissettiğini asla hissedemeyeceğimi ya da bilemeyeceğimi farkındayım. Yatak odama doğru adım atıyorum. Midem bulanıyor. Bu şiddet ve haksızlığı desteklemek için milyarlar harcayan bir emperyalizmin yani Amerika’nın içinde yaşadığım için kendimi aşağılık, ayrıcalıklı ve iğrenç hissediyorum. Üzerimde mide bulandırıcı bir hayal kırıklığı, hain bir cesaret eksikliğinin ağır gelen farkındalığını hissediyorum.
İsrail ve Filistin’de birçok kez bulundum. Yüzlerce kontrol noktasını ve duvarı kendi gözlerimle gördüm. İsrail askerlerinin Filistinlilere yönelik zulmünü, aşağılamasını, sadizmini, ayrıştırıcı yapısını ilk elden duydum ve deneyimledim ve evet, ilk ziyaretimden bu yana neredeyse 20 yıldır, işgali, Gazze kuşatmasını ve çalınan yerleşim yerlerinin ve Gazzelilerin haklarını savundum. Bu işgali sona erdirmek için protestolara katıldım, mektuplar yazdım ve dilekçeler imzaladım. İsrail’de ve ABD’de İsrailli ve Filistinli kadın barış aktivistleriyle birlikte çalıştım. Jenin şehrindeki Özgürlük Tiyatrosu’nu destekledim. Öğretici konuşmalara ve etkinliklere ev sahipliği yaptım.
Ancak şimdi burada, bu babayı izlerken kendimi tamamen ortaya koymadığımı fark ediyorum. Gerçekten bunu yapmadım. İçimde her zaman bir çekince, bir korku, derinden hayranlık duyduğum ve tanıdığım bir kavimden aforoz edilme korkusu vardı. Dokuz yaşında Anne Frank’ın Günlüğünü ilk kez elime aldığımdan beri acılarını araştırdığım, gidip gördüğüm, ezberlediğim ve kendi kendime öğrendiğim bir kavim. Yıllarca böyle bir acının büyüklüğünü asla kavrayamayacağımı bilsem bile, acı çekenleri ve bu acıdan doğanları hatırlamanın ve el üstünde tutmanın bir yolu olarak bu kabileye, yani Yahudiliğe mümkün olduğunca yakın olmayı denedim. Yahudi halkını sevmek ve acılarına dokunmaya çalışmak için çıktığım bu yolculuk var oluş nedenimi de değiştirdi ve şekillendirdi. Bu soykırım beni dünyaya döndürdü, savaş bölgelerine ve insan acısının en uzak noktalarına götürdü. “Bir daha asla” düsturu ve yönergesiyle harekete geçirdi ve ben bu yükümlülüğü oldukça ciddiye aldım. Yahudi halkı için bir daha asla demek, Kongo halkı, Bosnalılar, Sudanlılar ya da Filistinliler dahil herkes için bir daha asla demekti. Bu yemini, kişisel kaygılarımın sınırlarını aşmak ve insanlığın büyük kısmına ulaşabilmek için siyasi ve manevi bir yükümlülük olarak kabul ettim.
Videoda baba henüz ölü çocuğunu sarıp sarmalıyordu. Dilin bu anı yansıtmadaki acı verici başarısızlığını derinden hissediyorum. Güpegündüz, bebeklerin beyinlerinin patlatıldığı, insanların açlıktan öldüğü, rüyalarında bombalandığı, tüfeklerle avlandığı, tekerlekli sandalyelerde vurulduğu ve her geçen saat değerli şairlerin, gazetecilerin, doktorların ve hemşirelerin sonsuzluğa doğru silindiği bir dünyada yaşamanın büyük utancını ve öfkesini hissediyorum. 80 gündür bir halkın ve onların yaşadığı yerin tamamen yok edilmesine (21.000’den fazla ölü, 56.000’den fazla yaralı, Gazze’nin %90’ı yok edildi) izin veren bir dünyada yaşıyorum.
Bu dünya hastanelerin, okulların, camilerin, sanat merkezlerinin, bir hayat ve bir kültür barındıran her şeyin toza dönüştüğü bir yer. Videoyu tekrar izliyorum. Bazıları bunu bir tür kendine eziyet olarak adlandırabilir ve buna bir saplantı diyebilir. Ama hiç de öyle değil. Bir görme biçimi olarak, bir dikkat etme biçimi olarak, bir bilme biçimi olarak izliyorum ve bu bilme biçiminde o babanın acısının bedenime, kalbime ve hafızama yerleşmesine izin veriyorum. O babayı yalnız bırakmamanın bir yolu olarak, yalnız değilsin, unutulmadın demenin bir yolu olarak…
Şu anda milyonlar olanları takip ediyor ve takip etmeye devam edecek. Karşı taraf ise, bizim gerçeğin peşinde olmamızın, olanları izlememizin ne kadar önemli olduğunu biliyorlar ve bu yüzden gerçeği sansürlemek için ellerinden geleni yapıyorlar. Yüzümüzü tüm bu olanlardan çevirmemizi istiyorlar. Bu katliamı yapanlar bizden daha uzun süre dayanacaklarına ve vahşetleriyle ilgimizi tüketeceklerine dair bahse giriyorlar. İzlemeyi, takip etmeyi sürdürmeliyiz çünkü ancak bu acı içinde ve bu acı sayesinde kararlılığımızı ve gücümüzü ortaya koyacak, Amerika ile İsrail’i bu kanlı savaşı sona erdirmeye mecbur bırakacağız. Bunu yapabiliriz ve başka çaremiz yok.
Çeviren: Hasan Ayer
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***