Can ÖKTEMER
Önder Esmer’in geçtiğimiz günlerde MUBİ üzerinden izleyiciyle buluşan “Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri: Türk Sinemateki ve Onat Kutlar”, Türkiye sinema tarihinin önemli bir dönemine projeksiyon tutuyor. Film, sinemamızın hafıza katmanlarındaki en özel bölümlerden birini uzak geçmişten geri çağırıyor.
Yönetmen Önder Esmer, Onat Kutlar’ın personası üzerinden Sinematek’in kuruluşuna ve o yıllardaki tartışmalara odaklanıyor. Bu anlamda film her şeyden önce bugün o döneme yetişemeyen bir kuşakla, 1994 yılında The Marmara Oteli’nin önündeki bombalı saldırıda Yasemin Cebenoyan’la birlikte hayatını kaybeden Onat Kutlar’ı tanıştırarak, onu hatırlatarak kıymetli bir karşılaşma anı yaratmış. Film boyunca Adnan Özyalçıner, Cevat Çapan, Atilla Dorsay, Giovanni Scognamillo, Burçak Evren, Jak Şalom, Rekin Teksoy, Hülya Uçansu ve Vecdi Sayar gibi isimler bizlere Sinematek’in hikayesini anlatıyorlar.
‘BİR GÜN BİR FİLM İZLEDİM VE HAYATIM DEĞİŞTİ’
Belgeselin anlatısı bir taraftan Onat Kutlar’ın hayatına diğer taraftan da Sinematek’in kuruluşu ve mekân üzerinden dönen tartışmalara odaklanıyor. Böylelikle Onat Kutlar’ın bir tür inat hikayesine dönüştürdüğü Sinematek’in varlığı, orada neler yapılmak istendiği ve dönemin entelektüel tartışmaları derinleştirilerek yeni bir boyut kazanıyor.
Bir sanat formu olarak ortaya çıkmayan ve sanatsal olarak kurumsallaşması için neredeyse 1960’lı yılları beklemesi gereken sinema, o tarih aralığından itibaren birçok insanı derinden etkileyen, düşündüren bir hale dönüşmüştü. Özellikle Fransız Yeni Dalga ekolü gibi gelenek yıkıcı yapımlar, Bergman ve Tarkovski gibi teoloji ve felsefeyi merkeze alan yönetmenler dönemin birçok aydınını etki altına almaya başarmıştı. İşte böyle bir zaman aralığında o tarihlerde İshak adlı öykü kitabıyla edebiyat dünyasında dikkat çeken Kutlar’ın hayatı eğitim için Fransa’ya gitmesiyle değişiyor. Burada meşhur Sinematek gösterimlerine giden Onat Kutlar’ın, Ingmar Bergman’ın unutulmaz Yaban Çilekleri filmini izlemesiyle beraber hayatının merkezi bir anda sinema oluyor. Sonradan oradaki film gösterim mantığını buraya uyarlamak için kolları sıvayan Kutlar, Fransız Sinematek’inin kurucusu Henri Langlois ve Şakir Eczabıcabaşı’nın desteğiyle Beyoğlu’ndaki yeri açıyor. Filmler yine bin bir zorlukla yurtdışından getiriliyor. Filmlere altyazıyı eklemek de başka bir masraf elbette. Dolayısıyla filmler ya simültane çeviriyle yayınlanabilmiş ya da altyazısız karelerden filmin hikayesinin çözümü yapılmaya çalışılmış. Simültane çeviride de bazı zamanlar sorunlar yaşanmış.
YAN YANA GELMENİN HİKAYESİ
Türk Sinematek’nin kuruluşu, yurtdışından getirilen filmler ve orada filmler üzerinden dönen tartışmalarla başka bir hassas konun kapısını aralıyor. Peki Yeşilçam bu hikâyenin neresine düşüyor? 1960’lı yıllar Türkiye’sinin oldukça hareketli ve bereketli bir düşünce hayatı olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla nasıl bir sanat yapacağız meselesi o dönemki sanatçılar için öncelikli bir soru olagelmiş. Türk Sinematek’in sadece yabancı film gösterimleri yapması Yeşilçam’ın Halit Refiğ, Metin Erksan gibi yenilikçi yönetmenlerinden eleştiri almasına yol açmış. Taraflar Sinematek’te bir araya gelmiş ve hararetli tartışmalar yaşanmış. Dünyaya nasıl entegre olunur? Ulusal sinema nasıl yapılır? Sinemada kendimize ait bir sesi nasıl bulacağız? Pek tabii sorular, soruları zincirlemiş ve yanıt bulunamamış. Bugün bile kendimizi dünyanın neresinde konumlandıracağımıza karar verebilmiş değiliz. Filmin çağırdığı geçmişe bugünden bakınca bile yeni tartışma patikaları bulabileceğimiz aşikâr. Bununla beraber 1960’lı yıllardan 12 Eylül’e doğru ilerlerken yaşanan sansürü, darbeleri, muhtıraları da yine film boyunca bir kez daha tanık oluyoruz.
Mekanlar yaşayan bir organizma gibidir. Yaşananları kaydeder. Geniş zamana yayılan bir yeri kaybedersek oradaki tüm hatırları da yitiririz. Bu telafisi olmayan bir melankolik kayıptır. Tıpkı bugün sadece fotoğraflarda yaşayan Sinematek binası gibi. Yönetmen Önder Esmer de film yapımı sürecince sadece kayıp bir hafıza mekanıyla değil aynı zamanda arşiv sorunuyla da karşılaşmış. Film boyunca tanıkların anlattıkları bu durumu dengelese de görsel arşiv yetersizliği bir eksiklik olarak karşımıza dikiliyor. Netice itibariyle hafıza aktarımı sınırlıdır. Bizler unutmaya teşneyizdir. Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri de Onat Kutları, Rekin Teksoy, Giovvani Scognamillio gibi kaybettiğimiz insanları, o dönemi bize hatırlatarak, belleğimize imgeleri serpiştiriyor.
Sinematek sadece film gösterimlerinin yapıldığı bir mekân değil tam aksine yan yana gelmenin, dayanışmanın da hikayesi. Film muhalif, solcu ve devrimci yazar, yönetmen, müzisyen ve akademisyenin bir araya gelip kolektif bir tavırla zorlu şartlara rağmen Sinematek’i yaşatmaya çalışıp, filmler üzerine düşünüp, yeni fikirlerin nasıl ortaya konulduğunu çarpıcı bir şekilde anlatıyor. Bu anlamda Onat Kutlar’ın sinemaya dair söylediği şu ifade aslında Sinematek’in ruhuna dair çok şey söylüyor sanki:
“Bütün sinema el kitapları şu sözlerle başlar: Sinema ortaklaşa bir sanattır. Bir yazar 25 kuruşluk bir kurşun kalemi, bir paket kağıtla tek başına büyük bir roman yazabilir, bir besteci için gerekli araç bundan daha fazla değildir. Bir ressam, bir şair tek başlarına eserlerini yaratırlar. Ama sinema… Sinemada her şey değişir.”
Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri: Türk Sinemateki ve Onat Kutlar belgeseli önemli bir tarihsel dönemi Onat Kutlar’in personasiyla hafıza ve mekân üzerinden ele almış. Kişisel hafıza ve kolektif hafızayı aynı hat üzerinden buluşturabilmiş. Sinematek’in ülke sinemasına katkısı, açtığı entelektüel patikaları bir kez daha dönemin tanıkları bağlantısıyla inşa etmiş. Bu da önemli bir tarihsel geri çağırma bence. 1960’lı yıllardan 12 Eylül’e kadar Türkiye’de çok canlı bir entelektüel ortamı olduğunu, o dönemin yazarları, düşünürleri, sanatçılarının dünyayla kurdukları yakın ilişkiyi ve daha da önemlisi yan yana gelebilme dayanışmasını gözler önüne sermiş. Onat Kutlar’in inatçılığı, tutkusu, mücadelesi de hâlen ilham verici.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***