AHMET KURUCAN | YORUM
Bir önceki yazım “Bunu da Duyduk Ya Senden!” başlığını taşıyordu. YouTube kanalıma gelen bir izleyici yorumuna cevap vermeye çalıştım. Konu sünnetin taksimiydi. Kaldığım yerden yarı akademik düzlemde devam edebilirdim ama farklı bir şey yapacağım.
Yıllar önce bir yazı kaleme almıştım Zaman Gazetesi’nde. Konu itibariyle benzer ama alanı sadece hadisin taksimini değil kazuistik fıkhı içine alan hatta onu merkeze koyan bir yazıydı. Yazının başlığı bugünkü gibi hatırımda: “Cemaat fıkhı olmaz!”
Akademik camiadan çok tebrik almıştı o yazı. Bir çok insan, “İşte bu!” anlamına gelecek e-postalarla teşekkür etmişlerdi bana. Cemaat taassubunun başını alıp gittiği ve her cemaat mensubunun sadece kendi cemaatinin hocasının fetvasını dinlediği bir dönemde benim de bir cemaat mensubu olarak bu yazıyı almamın önemine değiniyorlardı o geri bildirimlerinde.
Bugün de farklı düşünmüyorum. Zaten İmam Hatip seviyesinde İslami bilgilere sahip olan hiç kimse başka türlü düşünemez.
Niçin o yazıyı yazmıştım. Çünkü birisinin bana fıkıh hocalığı yapacak seviyede ilmi olan bir-iki kişiye sormuş ve cevabını almış olmasına rağmen, “Ama sen ne diyorsun?” sorusunu sormasıydı. Nedenini tahmin ettiniz sanırım. Onlar başka cemaatlere mensup ya da hiç bir cemaatle ilişkisi olmayan kişilermiş.
Tekrar bugüne ve geçen haftaki yazıya dönüyorum. O yazı üzerinde üniversitelerde finans eğitimi veren bir arkadaşım ile telefonla konuştuk. Dejavu yaşattı bana söyledikleri. Benim yıllar önce o yazıyı kaleme almama neden olan aynı hususa parmak basıyordu. Hem de kendi şahitliğini de işin içine katarak.
O videoda söylediklerimi izah sadedinde kaleme aldığım yazıda Peygamber Efendimiz’in (sas) farklı vasıfları ile söylediği ve yaptığı söylem ve eylemlerin hadis usulündeki yerini göstermeme rağmen hala daha itirazlarını yüksek sesle dillendirenleri kastederek: “Onlara kendilerinin kabullendiği hocalarından bir delil sunmadığın müddetçe düşünceleri değişmez. Zira sabit fikirli bu insanlar.” dedi.
Ardından da mortgage sistemini kullanarak mülk alma ile alakalı yaşadığı bir misali anlattı. Finansal açıdan uzun boylu yaptığı bütün izahlara rağmen “Hayır!” demekte direnen bir insana “İyi ama senin görüşlerini kabullendiğin şu kişinin oturduğu mekan da mortgage ile alındı.” dediğin an, “O zaman başka!” diyerek görüşünden vazgeçtiğini söyledi.
Bana dejavu dedirten ve “Cemaat fıkhı olmaz!” yazımı hatırlatan da bu oldu.
O itirazları dile getiren insanların hangi cemaate mensup olduklarını bilmiyorum. Ama benim ve yazmış olduğum platformun toplumsal karşılığını bildiğimden dolayı bir tahminde bulunarak bu hafta Bediüzzaman Hazretlerinin, bir sonraki yazımda da Hocaefendi’nin konu ile alakalı görüşlerini aktaracağım. Yorum yapmama ihtiyaç var mı bilmiyorum. Zira giriş mahiyetine yazdığım bu satırlar aslında her şeyi bütün netliği ile ortaya koyuyor. Ama isterseniz sözü uzatma pahasına ilerleyen haftalarda yorum da yaparım.
Sözü uzatma pahasına dedim çünkü ben bu meselenin ehemmiyetine inanıyorum. Bugün İslam dünyasının en büyük problemlerinden birinin zihniyet sorunu olduğunu düşünüyorum. Özellikle o zihniyeti şekillendiren esaslar hakkında detaylı bir bilgiye sahip olmanın şart olduğuna inanıyorum.
Neyse…
Bediüzzaman Hazretleri sünnete ittibanın ehemmiyetini anlattığı 11. Lem’a’nın Altıncı nüktesinde aynen şunları söylüyor: “Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etmiş: “Her bid’at dalalettir ve her dalalet cehennemdedir.” Yani, “Bugün size dininizi tamamladım!” sırrı ile kavaid-i şeriat-ı garra ve desatir-i sünnet-i seniye, tamam ve kemalini bulduktan sonra, yeni icadlarla o düsturları beğenmemek veyahut hâşâ ve kellâ, nâkıs görmek hissini veren bid’aları icad etmek dalalettir, ateştir.”
Bu kısa girişten sonraki sünnet adına yaptığı taksime dikkatlerini çekerim: “Sünnet-i seniyenin meratibi var. Bir kısmı vâcibdir, terk edilmez. O kısım, şeriat-ı garrada tafsilatıyla beyan edilmiş. Onlar muhkemattır, hiçbir cihette tebeddül etmez. Bir kısmı da nevafil nevindendir. Nevafil kısmı da iki kısımdır. Bir kısım, ibadete tabi sünnet-i seniye kısımlarıdır. Onlar dahi şeriat kitaplarında beyan edilmiş. Onların tağyiri bid’attır. Diğer kısmı “âdab” tabir ediliyor ki siyer-i seniye kitaplarında zikredilmiş. Onlara muhalefete, bid’a denilmez. Fakat âdab-ı Nebevîye bir nevi muhalefettir ve onların nurundan ve o hakiki edepten istifade etmemektir. Bu kısım ise örf ve âdât ve muamelat-ı fıtriyede Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın tevatürle malûm olan harekâtına ittiba etmektir.”
“Bunu da duyduk ya senden!” diyenler şimdi Bediüzzaman’dan duymuş oldular benzer bir taksimi. Örneğini de veriyor devamında Üstad. “Mesela, söylemek âdabını gösteren ve yemek ve içmek ve yatmak gibi hâlâtın âdabının düsturlarını beyan eden ve muaşerete taalluk eden çok sünnet-i seniyyeler var. Bu nevi sünnetlere “âdab” tabir edilir. Fakat o âdaba ittiba eden, âdâtını ibadete çevirir, o âdabdan mühim bir feyz alır. En küçük bir âdabın müraatı, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı tahattur ettiriyor, kalbe bir nur veriyor.”
Sonrasında bir önem sıralaması yapıyor. Diyor ki: “Sünnet-i seniyenin içinde en mühimmi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeaire de taalluk eden sünnetlerdir. Şeair, âdeta hukuk-u umumiye nevinden cemiyete ait bir ubudiyettir. Birisinin yapmasıyla o cemiyet umumen istifade ettiği gibi onun terkiyle de umum cemaat mes’ul olur. Bu nevi şeaire riya giremez ve ilan edilir. Nâfile nevinden de olsa şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir.”
Yeter sanırım.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***