ANKARA – Panelde bir araya hukuk ve sağlık örgütleri, Yüksek Güvenlikli Cezaevi ve S Tipi Cezaevleri’nde sürdürülen tecridi, “ideoloji, hukuk ve sağlık” olmak üzere üç boyutta değerlendirdi.
Ankara Tabip Odası (ATO), Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD), İnsan Hakları Derneği (İHD) Ankara Şubesi, Özgürlük İçin Hukukçular Derneği (ÖHD) ve Toplumsal Hukuk’un düzenlediği “Yüksek Güvenlikli Cezaevi (YGC) ve S Tipi Hapishanelerindeki Tecridin Üç Boyutu: İdeoloji, Hukuk ve Sağlık” başlık panel, Türk Tabipleri Birliği (TTB) Genel Merkezi’nde gerçekleşti.
TTB Konferans Salonu’nda gerçekleşen panelin moderatörlüğünü İHD Ankara Şube Eş Başkanı Ömer Faruk Yazmacı üstlenirken, TİHV Genel Başkanı Doktor Metin Bakkalcı, Avukat Kazım Bayraktar ve Avukat Çiğdem Kozan konuşmacı olarak yer aldı. Panele ayrıca kurum temsilcileri ve çok sayıda izleyici katıldı.
FİNCANCI: MÜCADELEYE DEVAM EDECEĞİZ
İlk olarak söz alan Şebnem Korur Fincancı, panelin dayanışma amacıyla TTB’de düzenlendiğine dikkat çekti. Fincancı, “TTB Merkez Konseyi olarak 14 gün önce görevden alınma kararı verildi ama hala görevimizin başındayız. Merkez Konseyi’nde seçilmiş olmanın ötesinde her birimizde bu meslek örgütünde üstendiğimiz görevleri var. O yüzden biz mücadeleye devam edeceğiz. Mücadelemizin ne kadar güçlü olduğuna bağlı olarak bu süreç şekillenecek. Cezaevleri de bizim mücadele alanlarımızdan biri. Türkiye’de çok yakıcı süreçler yaşadık. Yeni cezaevleri tipleriyle birlikte tecridi nasıl daha fazla derinleştirebiliriz zihniyeti var. Koskoca bir Türkiye toplumu her alana tecrit ediliyor. Bu yalnızlaştırma hali aslında mücadeleyi durdurma amacı taşıyor. Biz de buna karşı birlikte mücadele ediyoruz” diye konuştu.
‘CEZAEVLERİNDE YAŞANANLAR BİZİM HİKAYEMİZ’
Panelin açılış konuşmasını Ömer Faruk Yazmacı gerçekleştirdi. “Cezaevlerinde yaşananlar bizim hikayemiz” diyen Yazmacı, tecridin çözümü için görünürlüğün önemine dikkat çekti. Yazmacı, “Türkiye’nin gündemine oturmadan çözülemeyecek bir durum bu. Türkiye maalesef hapishanelerde bütün halkını hapsetmek gibi bir hedef önünde koydu. 2000’li yılların başında izolasyon cezaevleri gündeme konuldu ve 14 tane F Tipi yapıldı ancak bununla yetindiler. 2021 yılından bugüne kadar bugüne kadar 60 tane izolasyon hapishanesini yaptı. YGC’ler 3 yıl içinde 6 katına ulaşmış durumda. Bunun amacı ne?” diye sordu ve sözü tecrit kavramını “ideoloji” boyutuyla ele alan Kazım Bayraktar’a bıraktı.
BİREYSEL ÖZGÜRLÜK MASKESİ
Tecridin tarihsel gelişiminin kavranması gerektiğini belirten Bayraktar, “Kapitalizmin geldiği aşamada öncelikle dışarıda tüm bireyleri bireysel özgürlük maskesi arkasında atomize etmeye çalıştığını görüyoruz. Bunu perdeleyen söylemler özgürlük eşitlik ve benzeri şeyler. Bireyin altını çizerek ideolojik gerçekilği gizlemeye çalışıyorlar. Biz bireysel hakların düşmanı değiliz ancak bunun arka planındaki hedefi göz ardı edemeyiz” dedi.
‘TECRİT İNSANİ ÖZELLİKLERİMİZİ TAHRİP EDER’
Margaret Thatcher’ın, “Toplum yoktur birey vardır” sözünü anımsatan Bayraktar, “1700’lü yıllardan bugüne kadar insan birey olarak tanımlandı. Bireyin gelişimi sanki tek başına bir gelişimmiş gibi tanımlanıyor. Tecritte yüzbinlerce yıllık evrimde kazandığımız insani özelliklerimizin de tahrip edilmesi söz konusu. İnsan yeryüzüne birey olarak fırlatılmadı. İnsanı hayvandan ayıran temel özellik kendi geçim araçlarını dönüştürmesidir. Bu bireylerin eylemleriyle gerçekleşmedi” sözlerini kullandı.
UTANDIRMA CEZASI
Bayraktar şöyle devam etti: “Bilinciyle ve diliyle insan kolektif emek kullandı. İnsani özelliklerimiz köklü tarihimizde bugünkü ahlaktan çok daha üstündü. Komünal toplumlar hukuksuz toplumlardır ama düzensiz ve kuralsız değildi. Düzenin oluşması geçim araçlarının ne biçimde kullanıldığı ile ilgilidir. Biz kolektif emek içerisinde birey olduk. Biz bu insani özellikleri böyle kazandık. 40 bin yıl boyunca insan kendi düzeninin kurallarını ihlal ederken, ceza odalarının öne çıktığını görüyoruz. Utandırma, zarar verenin kapısında şarkı söyleme, sürgün etme gibi cezalar vardı ama en yaygını utandırmadır. Evrimimizde kazandığımız en önemli şeylerden bir tanesi utanma duygusudur. Utandırmak kuralı ihlal edene dair önemli bir yaptırım.”
‘BİR TARAFTA TOPRAK AĞALARI BİR TARAFTA KÖLELER’
Özel mülkiyetin tamamlandığı aşamada ilk kent cumhuriyetlerinin yazılı yasalarında komünal toplumlardan farklı ceza sistemlerinin geliştiğine dikkat çeken Bayraktar, “Komünal toplumda gasp, yalan söyleme gibi suçlar yok. Bu tür şeyler kent cumhuriyetlerinde karşımıza çıkıyor. Bir başka şey de köleleştirme. İnsan insanın mülkiyeti haline gelebiliyor. Bir tarafta toprak ağaları bir tarafta köleler. Çıkar tartışmaları ekseninde bir sürü suçlar ortaya çıkmış. Bu süreçte ilk cezalandırma yöntemleri bedene yönelikti, şimdiki gibi ruha değil” diye belirtti.
‘ÖZEL MÜLKİYET GENİŞ KESİMLERİ KÖLELEŞTİRİR’
Günümüz Avrupa Hukuku’nun temelini oluşturan Roma Hukuku’nun gelişiminde, yazılı olmayan hususların yazılı biçimde hukuki kurallar haline getirilmesi devrine ait hukuk kaynağı olan 12 Levha Kanunu’na değinerek bedene yönelik cezalardan örnek veren Bayraktar, “Bir kimse kendisine borçlu olan vatandaşı hakim önüne görür. Borçlu borcunu ödeyemezse ona el koyar. Yine ödeyemezse köle olarak satar” maddesine atıfta bulundu. Bayraktar, “Bu cezalandırma özel mülkiyet biçiminin bedene dönük ilk cezalandırmasıdır. Özel mülkiyet eşit dağılmaz ve küçük bir azınlığın elinde büyük, geniş kesimleri ise köleleştirir. Küçük demokrasi devletleri de bu eksende dönüşür ve geldiğimiz noktada 13-14’üncü yüzyıldaki en doruğa ulaşan devletlerdeki en çarpıcı cezalandırma yöntemleri Enginizasyon mahkemelerinde uygulanmıştır” dedi.
PANOPTİKON UYGULAMASI
Cezalandırma yöntemlerinin tarih içerisinde değiştiğini ifade eden Bayraktar, sermayenin tekelleşmesiyle birlikte burjuva demokrasilerinin gericileşmeye başladığını ifade ederek, “Burjuvazi bu aşamada esas cezalandırma biçimi olarak tecride yöneldi. Kendi ideoloji çerçevesinde yöneldi, yani bireyselleştirme. Liberal felsefenin öncülerinden Jeremy Bentham’ın cezaevlerine dönük Panoptikon uygulamasını tarifleyen Bayraktar, birkaç katlık tek odalı hücrelerden oluşan ve bir halka üzerine kurulu tecrit sisteminin, “Her hücre bu halkanın iç kısmına açıktı ve halkanın dış cephesindeki duvarda birer pencere vardı” özelliklerini anlattı.
PANOPTİKON İLKELERİ
Bayraktar, Panoptikon’un temelinde yatan ilkeyi anlattı: Tek odalı hücrenin içindeki sakine saklanacak hiçbir yer bırakmaması, buna karşılık dış cephedeki duvarın penceresinden gelen dış ışığın kuledeki nöbetçilere mahpusun her hareketinin bir silüetini izleme olanağını sağlamasıydı. Bentham’ın yaklaşımına göre, gözlemlenen her yanlış davranışının ceza getireceğini bilen, ama davranışlarının aslında ne zaman gözlemlendiğini bilmeyen mahpusun, aklını başına toplayarak her zaman izleniyormuşçasına davranmaktan başka seçeneği yoktu. Böylece mahkûm bizzat kendi hareketlerini kollamak durumunda kalacaktı. Bayraktar, “Bu cezaevi bu bize şunu gösterdi. Cezalandırma sadece siyasal değil biçimi itibariyle de ideolojik bir dönüşüm amacı taşır” sözlerini kullandı.
‘TECRİT İDEOLOJİK BİR SORUNDUR’
Ceza tehdidi altında düşünce ve eylemden vazgeçirmenin en yeni örneklerini günümüz infaz sisteminde görüldüğünü ifade eden Bayraktar, “İnfaz hakimi, ‘sen daha uslanmamışsın’ diyerek infaz yakıyor. Cezaevi içerisindeki düzeni bozduğundan falan değil. Hedef ‘sen değiştin mi, rehabilite oldun mu’ sorusuna cevap bulmak. Düşünceden ve eylemden vazgeçirme özel mülkiyet sistemlerinin ortak noktasıdır. Tecrit ideolojik bir sorundur” diye ifade etti.
YGC’LERDE KAFES SİSTEMİ
Sonrasında söz alan avukat Çiğdem Kozan ise “Hukuk” başlıklı sunumunu gerçekleştirdi. YGC ve S Tipi Cezaevlerini görsellerle anlatan Kozan, son yapılan cezaevlerinin çoğunun YGC ve S Tipi olduğunu belirterek Türkiye’de 7 tane S Tipi 22 tane ise YGC mevcut olduğunu aktardı. YGC’lerdeki tecrit biçimini “kafes” olarak tanımlayan Kozan, Antalya YGC’de bulunan bir tutsağın bulunduğu cezaevini ve bulunduğu odayı gösteren çizimlerini gösterdi.
HAVA İLE TEMAS YOK!
Tutsakların bulunduğu her modüllerinin (hücre) 12 metre karelik bir alandan ibaret olduğunu aktaran Kozan, “Yataklar camın önüne konuluyor ve eşyaların yeri dahi değiştirilemez. Değiştirdiğinizde farklı cezalandırma yöntemleriyle karşı karşıya bırakılıyorsunuz. Hücre içerisinde kameralar var. Sürekli olarak izlenildiğiniz ve özel alanınızın olmadığı bir yaşam alanı. Odaların hiç biri havalandırmaya açılmıyor. Odaların havalandırma görev tek yeri pencereler. Birkaç tutsak bir araya getirilerek başka bir koridordaki havalandırmaya çıkarılıyorlar. Bu da 1 saat civarında bir süre. Odanızda havayla bile temas edebileceğiniz tek yer pencerelerken orası da tel örgülerle kapalı” dedi.
‘YGC’LERDE İNSAN HAKLARI TANINMIYOR’
1987 Avrupa Cezaevleri Standart Kuralları’na atıfta bulunan Kozan, Türkiye’deki cezaevlerinin bu kurallara aykırı olduğunu ifade etti. Kozan, “İnsan saygı, maddi manevi sağlığın korunmasına dönük koşullara uyulmuyor. Bakanlar Komitesi’nin Avrupa Cezaevi Kurallarına Dair Üye Devletlerine gönderilen tavsiye kararına değinen Kozan, kararda yer alan, “Özgürlüğünden yoksun bırakılan tüm kişilere insan haklarına saygılı bir şekilde davranılmalıdır” ve “Cezaevi yaşamı genel toplum yaşamının olumlu yönlerine mümkün olabildiğince yaklaşmalıdır” gibi ilkelerine riyayet edilmediğini aktardı. Kozan, cezaevlerinde sivil toplum kuruluşlarının yapması gereken incelemelere izin verilmediğini, avukatların dahi kısıtlandığını belirtti.
‘SOHBET HAKLARI ELLERİNDEN ALINIYOR’
Türkiye ve Kürdistan’daki cezaevlerinin tamamında hak ihlallerinin yaşandığını ifade eden Kozan, “YGC’lerdeki tutsaklar, revirden randevu alınamadığını, modüldeki buton ile gardiyanlar ile acil durumlarda iletişim kuramadıklarını anlatıyor. Gece uykularında dahi rahatsız edici alarm sesleriyle uyandırılıyorlar. Tutsaklar, güneş ışığından mahkum kaldıklarını, farklı suç tipleriyle aynı yerde kalmak zorunda kaldıklarını ifade ediyorlar. Sohbet hakları ellerinden alınıyor. YGC ve S Tiplerinde artan haklara müdahale durumu diğer cezaevlerine de yansıdı. Bu cezaevlerinde her ay kitap alamazsınız. Kadın cezaevlerinde böyle bir uygulama yoktu ancak şimdi onlar da bir ay verip bir ay vermiyorlar” sözlerine yer verdi.
‘ABDULLAH ÖCALAN ÜZERİNDEKİ TECRİT YAYILIYOR’
Kozan, Türkiye’de mutlak tecridin İmralı Adası’nda PKK Lideri Abdullah Öcalan üzerinde başlatıldığına dikkat çekti ve şöyle devam etti: “Sayın Öcalan tek kişilik hücrede. İletişim kanallarına izin verilmemesinin yansıması diğer tutsaklara YGC ve S tiplerinde karşılık buldu. Sayın Öcalan’a mektupları hiç verilmiyor. İmralı Adası’nda 2015’ten beri yoğun bir tecrit, 2021’den beri mutlak iletişimsizlik hali var. 25 Mart 2021 tarihinden bu yana Öcalan’dan haber alınamıyor. Tutsaklar orada artan tecridin kendileri için de artan bir tecrit olacağını biliyor. Cezaevlerinde Sayın Öcalan üzerindeki tecride karşı ve Kürt sorunundaki demokratik çözüme dair 18 gündür açlık grevinde. Bu hapsetme hali siyasi ve ideolojik bir biçimde ortaya kondu. Bu tecrit toplumun tecrididir.
‘ÖLÜME DÖNÜŞ OPERASYONU’
Son olarak konuşan Metin Bakkalcı ise “sağlık” başlığına dair değerlendirmelerde bulundu. 19 Aralık 2000’de gerçekleştirilen Hayata Dönüş Operasyonu’nu hatırlatan Bakkalcı, “22 Ekim 2000’de bir açlık grevi başlatılmıştı ama 19 Aralık’a kadar tek bir ölüm yoktu. 19 Aralık’ta 32 insan yaşamını yitirdi ve açlık grevlerinin devam etmesiyle 68 kişi açlık grevinde, toplamda ise 100 insan yaşamını yitirdi. Hayata Dönüş dedikleri operasyon yüzünden 100 kişi öldü. Bu bir ölüme dönüş operasyonudur. Operasyonlar sürerken TTB Merkez Konseyi olarak, ‘Herkes bilmelidir ki cinayeti kör bir kayıkçı gördü, ben gördüm kulaklarım gördü’ açıklaması yapmıştık. Burada ben dahil hepimizin sorumluluğu var. Bu katliamlar hiç birimiz için kader değil” dedi.
‘HER YIL 300 BİN KİŞİ CEZAEVİNE GİRİP ÇIKIYOR’
Bakkalcı sözlerini şöyle sürdürdü: “2005 yılında bu ülkede cezaevlerinde 55 bin insan yaşıyordu. 2022’in sonunda bu 55 bin insan, 341 bin 957’ye çıktı. 12 Eylül Darbesi’nde dahil böyle bir trend olmadı. Adalet Bakanlığı verilerine göre bu ülkede her yıl 300 bin insan cezaevine giriyor ve 300 bin insan cezaevinden çıkıyor. Hapishaneler insan hakları ihlalinin olağan üstü repertuarıdır. Daha girişte çıplak arama dahil olmak üzere ihlaller manzumesi var. Tecrit bir insanı fiziksel veya sosyal olarak diğer insanlardan veya şeylerden ayrıma tabi tutarak duygusal ve sosyal uyaranlardan yoksunluk sonucuna ulaşma amacı güder” diye belirtti. 19 ve 20’inci yüzyılda başlayan “kapatılma” cezalandırılması sonucunda kişinin bedeninin ve ruhunun hapsedildiğini belirten Bakkalcı, YGC’lerin kuruluş felsefesinin tecridi esas aldığını dile getirerek, İmralı Cezaevi’nin ise kabul edilemez ve örneği olmayan bir yapıda olduğunu aktardı.
‘20’NCİ YY’NİN İKİNCİ YÜZYILINDAN SONRA ARAŞTIRMALAR DEĞİŞİYOR’
1854 yılında “cezaevi psikozu”, “tek başına kapatılma psikozu” tanımlarının yapıldığını ifade eden Bakkalcı, “O araştırmalarda tecridin ruh sağlığına yıkıcı etkileri biliniyordu. Bunun bir yansıması olarak tecride dair bir geri ittirme olanağı yakalanmıştı ama 20’nci yüzyılın ikinci yüzyılından sonra araştırmaların bir kısmı değişime uğruyor. ‘Bu işi kötüye nasıl kullanırız’ telaşıyla birlikte mesela tecridin ABD hapishanelerinden uygulanabilirliğine dönük tartışmalar yürütülüyor” ifadelerini kullandı.
‘ANKSİYETE, DEPRESYON, ÖFKE, BİLİŞSEL BOZUKLUKLAR, ALGI BOZUKLUKLARI…’
Son 150 yıldır hapishanelerdeki tecridin etkilerinin araştırıldığını vurgulayan Bakkalcı, “Bir insanın uygun, yeterli ve değişken, duyusal ve sosyal uyarana gereksinim duyar. Bu bizim doğumumuzdan itibaren olan bir şey. Hapishanelere de özgü değil. Bütün çalışmalarda istek dışı tek başına tutulmanın 10 günden fazla sürdüğü koşulların ruh sağlığına olumsuz etki etmediğine dair tek bir çalışma bile yok. Anksiyete, depresyon, öfke, bilişsel bozukluklar, algı bozuklukları, paranoya ve psikoz, intihar gibi ruhsal sorunlar yaşatabileceğine dair birçok araştırma mevcut” diye aktardı.
Uzun süreli cezaevi yaşantısı olan ve tahliye olan 150 tutsağın 2023 Kasım sonu itibariyle TİHV’e başvurduğunu ifade eden Bakkalcı, “Cezaevine kapatmak zaten bir cezadır. Bundan daha fazlasını yapmak işkencedir. Kapatılma zaten acı verici bir süreç iken onun dışındaki her acı verici işlem işkencedir. Biz de İstanbul Protokolü 2022 baskısında işkence yöntemleri arasında tecrit ve izolasyona yer vermiş olduk. Tecrit tahakkümü esas alan bir rejimin uygulama biçimidir ve bir topluluk tahayyülünün bir unsurudur. Tecridin kaldırılması için hepimizin yapması gerekenler var.
Panel, katılımcıların yönelttiği sorularla son buldu.
Kaynak: Mezopotamya Ajansı.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***