YORUM | PROF. DR. MEHMET EFE ÇAMAN
Hafta sonunu “Crimes against Humanity in the 21st Century” (21. Yüzyılda İnsanlığa Karşı İşlenen Suçlar) konferansına katılmak için gittiğim Belçika’da geçirdim. Uluslararası bu konferansa katılanlar arasında sürgünde yaşamak durumunda kalan birçok Türkiye kökenli akademisyen de vardı. Çok eski arkadaşım ve değerli bir meslektaşım olan akademisyen, iletişim profesörü Vedat Demir hoca gibi daha önceden tanıdığım isimler dışında birçok meslektaşla tanışma fırsatı elde ettim.
Leuven Üniversitesi (KU Leuven) ve insan hakları alanında faaliyet göstermekte olan Solidarity with Others adlı Belçika merkezli sivil toplum kuruluşu tarafından düzenlenen bu konferansta Türkiye’de otoriterleşme dinamikleri ile sistemik insan hakları ihlallerini ele alan akademik bir sunum yaptım. Yıllar sonra yeniden özgürce bir başka ülkeye gidip akademik bir faaliyete katılmak gerçekten çok özel ve güzeldi.
Leuven Üniversitesi dünyanın en önde gelen akademik kurumlarından biri. Bir araştırma üniversitesi ve dünyada ilk 50 en iyi üniversite arasında. Bu üniversite ile bağlantılı bir konferansa katılmanın onuru dışında, insan hakları mağduriyetlerini akademik bir bağlamda ele almak da ayrıca çok önemliydi ve gerekliydi.
Sürgündeki Türkiye kökenlilerin tamamının ortak sorunu olan ağır ve sistemik insan hakları sorunları karşısında bu sorunları akademik dünyaya izah etmek ve sorunların altında yatan nedenleri araştırmak gerekiyor. Konferanstaki Türkiye odaklı sunumlar bu doğrultuda atılmış önemli adımlardı ve bu çalışmaların devamlılık göstermesi gerekir.
1425 senesinde kurulan Leuven Üniversitesi’nin bu konferansa ev sahipliği yapmış olmasının yanında, tüm katılımcıların konferans süresince Leuven’deki 1607 yılında inşa edilmiş olan Irish College binasında kalmaları da ayrıca anlamlıydı. Konferansta bilimsel bildiri sunmak dışında, Belçika’da hem Türkiye kökenli akademisyenlerle, hem de Türkiye kökenli insanlarla uzun ve derin sohbetler yapma olanağım oldu. Her biri bir kitap okumak kadar değerli bu sohbetlerde, Belçika’da ve Belçika dışındaki ülkelerde yaşayan sürgündeki Türkeli topluluğunun dertlerini, günlük yaşamlarını, beklentileri ve gelecek planlarını, yaptıklarını ve yapacaklarını konuştuk, dertleştik.
Avrupa’nın birçok ülkesinde “karaya vuran” meslektaşımızla konuşmak terapi gibiydi. Onlarla aynı gemide olduğumu gördüm, benzer sorun ve sıkıntıları yaşadığımızı anladım. Onlarla Türkiye’yi, özgürlüğü, insan haklarını, demokrasiyi, çok sesliliği ve geleceği tartıştık. Onlardan çok şeyler öğrendim ve boşalan enerjimi yeniden şarj ettim. Her biri inanılmaz değerli, kalifikasyonları dünya standartlarında olan bu insanlarla beraber olmak, onların başlarına gelenleri bire bir kendi ağızlarından dinlemek inanılmaz değerli bir deneyimdi. Türkiye bu insanları kaybetti. Kaybettiklerinin telafisi mümkün değil. Bu insanlar Türkiye’nin yetişmiş insanları, en iyi eğitimli binde bir giren, yetişmeleri 20-30 yıl alan elit ve aydın kesimi.
Her birinin doğal olarak dünya görüşleri, hayata bakışları, uzmanlık alanları, kişilikleri, hataları öyküleri birbirinden farklı. Ortak noktaları zeki olmak, eğitimli olmak, idealist olmak olan bu insanlar, bir cadı avının kurbanı oldular. Ne acıdır ki kimse onların başlarına gelenleri önemsemedi. Rakamlara indirgendiler. Aileleriyle birlikte büyük bir zulme ve adaletsizliğe uğradılar. Kendi toplumları ve öz vatanları onlara ihanet etti. Paradoksal olarak onları hainlikle suçladı. Oysa asıl hainlik, onlara, onların ailelerine, en başta da çocuklarına yapılanlardı.
Irish College’in 1607’de yapılan kalın ve eski duvarları, bu tanık oldukları hikayeler karşısında neler hissetti? 416 yıldır ayakta olan bu yapı, hiç bu tür zulüm hikayeleri dinlemiş miydi? O konuşmalar esnasında, meslektaşlarımın gücüne ve dirayetine duyduğum saygının yanı sıra, işte bunu düşündüm.
Brüksel’de sadece akademisyenlerle bir araya gelmedim. Aynı zamanda gazetemizi hayatta tutan ana omurgayla, Brüksel tesislerinde çalışan değerli meslektaşlarımla bir araya geldim. İsimlerini buraya yazmak istemiyorum, çünkü onlar da, her ne kadar bunu tebessümlerinin arkasına saklamaya çalışsalar da, tıpkı bilim insanı kardeşleri gibi büyük baskılar altındalar. Zulüm hepimizi vurdu ama galiba en çok onları vurdu. Bizler bir şekilde Türkiye dışında kendi akademik kariyerlerimize güç bela da olsa devam edebildik. Fakat onların binalarına, matbaalarına, stüdyolarına, kameralarına, arşivlerine çullanıldı. Karşımızdaki canavar barbarlık, önce basın ve haber alma alanına yağmaladı, hunharca talan etti.
Buna karşın, TR724 Brüksel Merkezi inatçı bir anıt gibi duruyor.
İşte Vedat Demir Hoca ile beraber o binaya gittik, ziyaret ettik. Değerli meslektaşım Abdülhamit Bilici ile yaptığımız haftalık programımıza o stüdyodan katıldım. Üstelik yayına konuk olarak Vedat Hoca’yı da kattık. Son derece güzel bir yayın oldu.
İlk kez o stüdyodan yayına katılmak ve Türkiye’den alışık olduğumuz profesyonellikte, muhteşem bir teknik altyapıyla ve deneyimli gazeteci ve teknik ekipteki dostlarımızla birlikte birkaç saat geçirmek çok güzeldi. Program sonrası bize yaptıkları muhteşem kahvaltı da unutulmaz anılardan biri oldu. Ekip sağ olsunlar, bizi Brüksel’in en güzel yerlerine götürdüler, ayrıca Belçika’daki birçok Türkiye kökenli insanla bir araya geldik. Onlarla konuştuk, dertleştik.
Son 10 yılda Türkiye’de meydana gelen siyasi ve hukuki tektonik felaket, ezici heyelan, bunlara neden olan rejim değişikliği ve eksen kayması sonrasında çok nitelikli bir kitle ülkeyi terk etti. Bu insanların Belçika’da kendi yaşamlarını yeniden inşa ettiklerini, entegrasyonlarına büyük mesafeler kat ettiklerini, vatandaş veya kalıcı oturum sahibi olduklarını, çocuklarının eğitim yaşamlarında büyük başarılara imza attıklarını gözlemlemek çok güzeldi.
Ayrıca muhteşem lezzetler tatma fırsatı bulduğumuz nezih kebapçıda (Beyranet) ve Çankaya Pastanesi’ndeki candan ağırlama ve misafirperverlik için çok teşekkür ediyorum. Okurlarımdan Brüksel’e yolu düşenlerin mutlaka uğramaları gereken yerler olduğunu da belirtmek istiyorum.
Hayat devam ediyor ve tünelin ucundaki ışığa kendi gösterdikleri çabalarla ulaşanların sayısı artıyor. İnsan hakları, hukuk ve demokrasi mücadelesi çeşitli platformlarda devam ediyor. Bu mücadelede akademi ve özgür gazetecilik alanlarındaki çabalar elbette önemli. Fakat aynı şekilde önemli olan, Türkiye’deki rejime inat, hayata devam etmek ve tutunmak, hayatın tüm alanlarında daha fazla başarılı olmaya çalışmak.
İnsanlığa Karşı Suçlar Konferansı: Uygur nüfusu yok ediliyor
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***