AHMET KURUCAN | YORUM
Enes Ergene Hocama ait bir tespittir: “Hocaefendinin misyonu söz üzerine kuruludur.”
Sözün yerine sohbet de diyebilirsiniz. Osman Şimşek Hoca da bana 2004-2005’li yıllarda demişti ki: “Hocaefendi günde 9 saat gerek biz talebeleriyle gerek ziyaretine gelen misafirlerle vakit geçiriyor ve bu vaktin neredeyse tamamında aktif konuşuyor.”
Ben 1985-1988 yılları arasındaki kendi şahitliğimden biliyorum, 9 saat değil 12 saati buluyordu bizimle ve misafirlerle günlük zaman geçirmesi.
İşte bu misyonun ürünü olarak yapılan sohbetlerden bir tanesi daha matbaa mürekkebi ile buluştu. Kırık Testi serisinin 20. kitabı yayınlandı. 1999’da başlayan Amerika sohbetlerinden bunlar. 1999 öncesi Türkiye yıllarına ait sohbetler herkesin malumu ‘Fasıldan Fasıla’ ve ‘Prizma’ serisi isimleri altında okuyucu ile buluşmuştu. Cami vaazları ve sohbetlerine gelince onlar ‘Asrın Getirdiği Terettütler’ serisi başta Sonsuz Nur’dan ‘Kitap ve Sünnet Perspektifinden Kader’, ‘İnancın Gölgesi’nden ‘İrşad Ekseni’ne kadar uzayan bir çok kitap ile raflarda yerini almıştı.
Evet, bereketli bir ömür diyorum ben buna. Dikkatinizi çekerim hayat değil, ömür. Eğer illa hayat tabirini kullanalım derseniz şunu diyebilirim, bir ömre sığan beş-on hayat derim. Gerçekten de Hocaefendi gerek kalemi eline alıp yazdığı kitaplar, gerek kitaplaştırılan sohbetleri gerekse kitaplaştırılmayan sözlü müdevvenatı ile belki beş-on değil çok daha fazla bir insanın hayatını yaşamıştır.
Çoklarının dikkatinden kaçan bir şey daha ilave edeyim, yıllar boyunca yaptığı kitap imzalarında yazmış olduğu satırları toplasanız inanın bana 2-3 Sonsuz Nur kalınlığında kitap karşımıza çıkar.
Neyse döneyim ben bu kitaba. Yayınevinin imzasını taşıyan “Takdim” yazısında kitaptan bazı ana başlıklar verilmiş ve o başlıklarla muhteva arasında zihni bağı okuyucunun kurduğu varsayılarak şöyle devam edilmiş:
“Elinizde tuttuğunuz eser bu konuların yanı sıra Habil ile Kabil kıssasından alınması gereken dersleri nazara vermiş, günümüz dünyasında fıkıh alanında yapılması gereken çalışmalar üzerinde durmuş, ümmet-i Muhammed olarak Allah Resulü’ne karşı yerine getirmemiz gereken vazifelere vurgu yapmış, dinde kolaylığın esas olmasının ne anlama geldiğini izah etmiş, Müslümanların başkaları üzerinde mahalle başkısı oluşturacaklarına yönelik eleştirilerin yersiz ve gereksiz olduğunu açıklamış, din kardeşliğinin gereklerini ele almış, Müslümanları dünya sevgisine karşı ikaz etmiş, günümüzde yaşanan zulüm ve baskılar karşısında nasıl bir tavır alınması gerektiği konusunda rehberlik yapmıştır.”
Ben kitabı okurken ona isim olarak verilen “Işık-Karanlık Devr-i Daimi” konusunu müstakil olarak ele alan bir sohbet aradım. Bulamadım. Beklentim şuydu; Hocaefendi, ihtimal Uhud savaşı sonrası moralleri bozulan sahabeye bir taraftan kevni kanunlara işaret eden diğer taraftan yaşanılan mağlubiyetin İlahi muradı diyebileceğimiz hikmetini nazara veren Ali İmran süresi 140. ayetini öncesi ve sonrası ile birlikte tefsir etmiş ve bu sohbet kitaba isim olarak verilmiş.
Allah o ayette şunu söylüyor: “Uhud savaşında sizin canınız yandıysa o müşriklerin canları da Bedir savaşında çok yanmıştı. Biz acı ve tatlı günleri kah size kah onlara gösteririz. Dolayısıyla gün olur siz zafer sevinci yaşarken müşrikler üzülür, gün olur onlar kazanır siz üzülürsünüz. Bunun böyle olması Allah’ın imanda samimi ve sebatkâr müminlerin ortaya çıkmasını sağlaması ve aynı zamanda tevhid uğruna canını ortaya koyan örnek şahsiyetler çıkarması içindir. Bilin ki Allah kafirleri ve zalimleri hiç sevmez.”
Fakat bulamadım. Sonra bakış açımı değiştirip mahruti bir bakış sergiledim. İşte o zaman buldum ve şunu gördüm, kitabın neredeyse bütünü bir devr-i daimden söz ediyor. Hayatın içinden misallerle, gerektiğinde insanın iç dünyasına yolculuk yaparak gerektiğinde toplumun kılcallarına inerek ferdi ve toplumsal hayatımızda karşılığı olan hemen her bir meseyi bu perspektiften ele alıyor. Dolayısıyla tavsiyem bu bakış açısını merkeze koyarak bir okumanın yapılmasıdır.
Bir de eleştirim olacak yayınevine ve editöryal ekibe. Daha önce de defalarca gündeme geldi; sohbetlerin yapılış tarihlerinin yazılması. Bu defa da yapılmamış maalesef. Halbuki söze güç kazandıran en önemli unsurlardan bir tanesi o sözü kimin söylediği ise de en azından onun kadar önem arz eden bir başka unsur o sözün ne zaman ve hangi şartlar altında söylendiğidir. Hepimiz zamanımızın çocuğuyuz. Yaşadığımız çağı aşkın sözler elbette söyleyebiliriz. Hele Hocaefendi gibi bir insan bir çok sohbetinde ve yazısında bunu yapar. Ama dengeli olmak lazım, her sohbeti ve her yazısında bunu yapıyor derseniz hata etmiş oluruz.
Ben şahsen sohbetlerin yapılış zamanlarının tarih olarak verilmiş olmasını muhtevayı daha iyi anlamaya yönelik okuyucunun merakı tetikleyeceğini düşünürüm. O tarihte nasıl bir ortam vardı, ne olmuştu da bunu söylemiş veya söylemek zorunda kalmıştı diye soracağını ve bunun da muhtevayı dana anlaşılır kılacağı kanaatindeyim. Bir de gelecek nesilleri düşünün deyip kapatayım.
Bana göre bu eksiklik bir yana güzel bir çalışma. Yapılmasaydı büyük emekler sarfederek sözlü müdevvenat arasında iğne ile kuyu kazma sabrı içinde ulaşabileceğimiz düşüncelere ve yorumlara bir tık mesafesi kadar yakınlaştıran yayınevine çok teşekkür ediyorum.
Ama teşekkürün büyüğü tabii ki Hocaefendi’ye. Allah ömrünüzü müzdad kılsın. Vücuduna sağlık, sıhhat, afiyet versin ve bizlere daha nice böyle sohbetlerini dinlemeyi, izlemeyi ve okumayı nasip eylesin.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***