YORUM | ADEM YAVUZ ARSLAN
Bu köşeyi ve Youtube kanalımı takip edenler biliyor. Eğer ortada şehitler olmasa 15 Temmuz ‘darbe’sine dair absürt komedi tarzında bir film çekebilirdim. Çünkü o gece yaşananlar o kadar saçma ki, oturup belgesel çekmeye çalışsan ortaya kara mizah bir tiyatro çıkıyor.
Darbe istihbaratı alınmış ama generaller topluca halay çekmeye gidiyor, Genelkurmay Başkanı çay kahve eşliğinde televizyon seyrediyor, ‘darbenin 1 numarası’ denen general kızının evinde pijamalarıyla oturuyor, bir grup askeri okul öğrencisi Boğaz Köprüsü’ne bırakılmış tek yön trafiği kesiyorlar, Erdoğan 4 uçak hazırlatmış Facetime mizanseni yapıyor vs…
Gerçekten de ortada şehitler olmasa ben bu olaylardan ödüllük bir kara komedi çıkartırdım. Ancak gelin görün ki hayatlarını kaybetmiş insanlar var.
Onların anısına, yakınlarının acısına saygısızlık olmasın diye tersini yapıp ciddi ciddi 15 Temmuz’un neden bir darbe olamayacağını belgeleriyle anlatmaya çalışıyorum.
Aynı şeyi Hrant Dink suikastında geldiğimiz yer için de diyebilirim. Ortada Hrant Dink gibi saygın bir gazetecinin hatırası ve milyonlarca seveninin hatırı olmasa davanın geldiği yere dair kara mizah bir film çekebilirdim.
Düşünsenize; cinayeti işleyenlerle siyasi irade elele verdi suikastı planlayanları, tetikçiyi bulup yetiştirenleri, cinayetin üzerini örtenleri akladılar, faturayı hiç ilgisi olmayan insanların üzerine yıkıp çıktılar.
Öyle ki tetiği çekip cinayeti işleyen katil bile serbest kaldı ama suikastteki devlet parmağına işaret edenler müebbetle yargılanıyor.
Hrant Dink Cinayeti ile ilgili bugüne kadar iki kitap (1), (2) ve sayısız yazı yazdım.
O yüzden burada oturup bu cinayetin kimler tarafından nasıl kurgulandığını, hangi amacın güdüldüğünü, tetikçinin yetiştirilme ve kamuoyunun hazırlanma sürecini tek tek anlatacak değilim.
Kitabın ikinci baskısının tanıtımına yazdığım gibi; bu cinayette tetik 19 Ocak 2007’de çekilsede öncesinde uzun ve kapsamlı bir hazırlık evresi var.
2003 itibariyle MGK’da çerçevesi çizilen ‘azınlık ve yabancı düşmanlığı’nın Ulusalcı dalgayı şişirmek için nasıl istismar edildiği, bir anda ekranları saran misyonerlik tartışmalarının aslında nasıl bir planın parçası olduğu, Dink’in afişe edilip hedef yapılmasının Ankara’dan başlayarak Trabzon ve İstanbul’a uzanan ve ‘devletin aktif rol aldığı’bir proje olduğu, cinayette aktif rolü olmasına rağmen sorgulanmayan MİT ve Jandarmayı, emniyette yaşanan ekip savaşlarını ve cinayetin nasıl ustaca saptırıldığı kitaplarım da geniş geniş yer aldı.
Tabi cinayetin iktidarın siyasi hedefleri doğrultusunda Gülen Cemaati’ne nasıl yamanmaya çalışıldığına dair çarpıcı detayları da.
Bu aşamada gelin farklı bir şey yapalım.
Bir an için Erdoğan-Ergenekon ittifakının söylemini doğru kabul edelim. Yani Dink’in öldürülmesinin Cemaat’in ‘ilk kurşunu’ olduğunu varsayalım. Bakın ortaya nasıl bir tablo çıkıyor;
Dink Cinayeti’ne giden süreç 2003’te, AKP’nin iktidara geldiği günlerde başlatıldı. Zira Dink Cinayeti tekil bir olay sayılamaz.
Rahip Dink Suikastini Santaro Cinayeti’nden Malatya Zirve Yayınevi katliamına kadar bir dizi olayın parçası olarak görmek gerekiyor.
Bir avuç Rum ve Ermeni’nin kaldığı, sayıları bir elin parmağını ancak geçen kilisenin varlığını sürdürdüğü Türkiye’de bir anda ‘din elden gidiyor’ yaygarası çıkartılmıştı.
Normalde dinle pek ilgisi olmayan çevrelerde bile “Gençlerimiz din değiştiriyor, her yer kilise ev oldu, dinimiz elden gidiyor.” nakaratı tekrar ediliyordu.
Kitaplarımda belgeleriyle anlattım; o söylemler 17 Kasım 2003 tarihli Milli Güvenlik Kurulu’nda alınan ‘misyonerlik tehdidi’ kararının yansımasıydı. Eğer Dink Cinayeti’ni Hizmet Hareketi’nin bir eylemi sayacaksak o dönemin Genelkurmay yöneticilerini de ‘gizli Cemaatçi’ kabul etmemiz gerekecek.
Mesela dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, dönemin MGK genel sekreteri Org Şükrü Sarıışık ve MGK’ya başkanlık eden dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer de ‘Cemaatin adamı’ olmalı.
Daha 2002’de Agos gazetesini mercek altına alan Genelkurmay Psikolojik Harp Dairesi personelinin de ‘Cemaatçi’ olması gerekir.
Zira 2002 tarihli ‘Agos yazışmaları’ var.
Misyonerlik balonunun şişirilmesinde rol alan ve Genelkurmay’da ‘misyonerlik semineri’ veren Sevgi Erenerol da, 6 Şubat 2004’te Agos’ta çıkan haberi 15 gün sonra manşetine taşıyarak konuyu Türkiye gündemine getiren Hürriyet ve gazetenin o zamanki yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök de, Agos’un Sabiha Gökçen ile ilgili 1915 sonrası evlat edinilmiş bir Ermeni olduğuna dair haberi sonrası harekete geçen ve çok sert bir açıklama yayınlayan Genelkurmay Başkanlığı’nın da ‘Cemaatçi’ olması lazım.
Mesela o dönem Genelkurmay İkinci Başkanı İlker Başbuğ’du.
Eğer rejimin söylemini doğru alırsak İlker Başbuğ’un da ‘FETÖ’cü olması gerekir. O açıklama olmasa protestolar olmayacak, davalar açılmayacak, Ogün Samast’a “Bir Ermeni Var, sen vuracaksın” denmeyecekti!
Savcının mantığından hareket edersek Dink ile ilgili ilk şikâyet dilekçesini veren Mehmet Soykan isimli vatandaş da, bu şikâyeti hemen işleme koyup 301’den dava açan Şişli Cumhuriyet Savcısı da, Dink aleyhine şikayet kampanyası organize eden Büyük Hukukçular Derneği ve mahkemeye gidip ‘hain ‘ diye bağıran Kemal Kerinçsiz’ler de, adı JİTEM ve Susurluk ile özdeşleşen, Dink’in afişe edilmesi sürecinde adliyede boy gösteren Veli Küçük de, Dink’in ‘Türklüğe hakaret ettiğine’ karar veren Yargıtay 9.Dairesi üyeleri de, ‘Hrant’ın Hırlayışı’ diye yazılar kaleme alan ve günlerce Dink’i manşetlerden düşürmeyen gazeteler de, hatta Aralık 2006’daki duruşmada mahkeme önüne gelip, “Hrant Dink. Taşnak, Hınçak ve Asala seninle gurur duyuyor” pankartı açan ‘Ülkücü-İşçi Partili’ protestocular da ‘Cemaatçi’ sayılmalı.
Çünkü bu saydıklarım Dink Cinayeti’ne uzanan yolun kilometre taşlarıydı.
Dink Cinayeti’nin en kritik anlarından birisi 24 Şubat 2004’tü. Dönemin Vali Yardımcısı Ergun Göngör, Dink’i makamına çağırmış ve ‘ulusünce’ uyarmıştı.
Yanında MİT’çi Özel Yılmaz vardı.
Dönemin MİT İstanbul Bölge Başkan Yardımcısı olan ve Bedrettin Dalan’a ‘kaç uyarısı’ yaptığı iddiaları da basına yansıyan Özel Yılmaz’a ise o talimatın dönemin MİT Müsteşarından geldiği ortaya çıkmıştı. (Özel Yılmaz sonradan İzmir Bölge Başkanlığı’na atanarak ‘terfi’ etti…)
Savcının mantığından hareket edersek, yani Dink Cinayeti Cemaat’in bir organizasyonu ise dönemin MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun’un, dönemin İçişleri Bakanı Abdulkadir Aksu’nun, dönemin İstanbul Valisi Muammer Güler’in de Cemaat’in Dink Cinayeti’nde görevli elemanları olması gerekir.
Karadeniz bölgesinde 2004-2007 yılları arasında çok sayıda provokasyon yaşandı.
Özellikle de Trabzon’da.
Milliyetçiliği ve tez canlılığı ile bilinen Karadeniz insanının ‘kanının kaynaması’ için özel çaba sarf edildiği açıktı.
‘Tetikçiyi besleyen atmosfer’in oluşturulması için Karadeniz medyasında defalarca misyonerlik üzerine manşetler atan tüm gazetecilerin de bu mantıkla Cemaatçi olması gerekir!
Özellikle de her gün misyonerlik hakkında konferans veren, elindeki medya ile 7/24 “Gülen Cemaati’nin Türk gençlerini Hıristiyanlaştırdığını” anlatan Haydar Baş ve Cemaati’nin de ‘gizli Cemaatçi’ olması gerekir.
Zira hem Dink Cinayeti’ hem Rahip Santaro hem de Malatya Zirve Cinayet’lerinin failleri ifadelerinde medyadaki ‘misyonerlik ve satılan vatan toprakları haberlerinden etkilendiklerini’ anlatmışlardı.
Rejimin mantığından hareket edersek cinayet ihbarını alan ve sümenaltı eden dönemin Jandarma Alay Komutanı Ali Öz’ün (Bi Ermeni Var’da ilk kez gün yüzüne çıkan bir fotoğraf vardı. Dink’i tehdit eden Veli Küçük, net bilgi almasına rağmen olayın üzerini kapatan Ali Öz’ü makamında ziyaret etmiş ve hatıra fotoğrafı çektirmişti) emrinde ve Pelitli gibi küçük bir beldede 5 istihbarat elemanı çalıştıran Yüzbaşı Metin Yıldız da, dönemin başbakanı Erdoğan’ın 16 Haziran 2004’te ki Trabzon seferine bomba ihbarı yapan, daha sonra McDonald’sı bombalayan, kilisede papaz döven ve Dink Cinayeti için silah ve tetikçi bulan Yasin Hayal de (Yasin Hayal’in suç kaydını GBT’ye işlemeyen jandarma görevlisi de), İstihbarat elemanlarından Dink cinayetine dair tüm istihbaratı almasına rağmen gereğini yapmayan, hatta Yasin Hayal’e silah temin etmesi için para veren jandarma istihbaratçıları Okan Şimşek ve Veysel Şahin de, en kritik isimlerden biri olan Coşkun İğci de, cinayetteki ‘esas abi’ Erhan Tuncel de,soruşturmayı yürüten ve Jandarma ile Erhan Tuncel etrafında şekillenen ilişkileri ‘normal’ olarak kayda geçen Jandarma müfettişi Albay İsa Öztürk de,tetikçi Ogün Samast İstanbul’a gittiğinde nasıl bir tesadüfse (ifadesinde tesadüfen orada olduğunu, mahkûm götürdüğünü söylemişti) orada olan ve cinayetten sonra adını değiştiren jandarma asayiş başçavuşu Satılmış Şahin de ‘Cemaatçi’ olmak zorunda.
Tetikçi Ogün Samast ise tartışmasız ‘tetikçi imamı!’ sayılmalı.
Kafanız karışmış olabilir ama biraz sabredin.
Madem rejimin mantık yürütmesinden hareket ediyoruz Dink Cinayeti’nin en kritik ayağına gelelim: Emniyet…
Dink Cinayeti’nin hazırlığının yapıldığı dönemde Trabzon Emniyeti İstihbarat Daire Başkanı olan Engin Dinç hariç herkes Cemaatçi sayılıyor.
Emniyet muhbiri ve cinayetin kilit ismi Erhan Tuncel ile kendi makamında görüşen, sırtını sıvazlayan Engin Dinç, kısa zamana kadar Emniyet İstihbarat’ın başındaydı. Şimdi ise Ankara Emniyet müdürü.
Aslında hiçbir şey anlatmayıp sadece Engin Dinç şu an Ankara Emniyet müdürü deseniz Dink Cinayeti’ne dair başka bir şey söylemeye gerek kalmaz.
Mahkemeye ‘tanık’ olarak bile gelmesi olay olmuştu.
Altında çalışan personeli Muhittin Zenit tutuklandı. Amiri pozisyonundaki Ramazan Akyürek de.
‘Dink’in öldürüleceğine dair’ meşhur rapora rağmen gereğini yapmayan dönemin İstanbul İstihbarat Müdürü Ahmet İlhan Güler de Cemaatçi sayılmalı çünkü, “Cemaat’in en önemli silahlı eylemine, somut istihbarata rağmen gereğini yapıp Dink’e koruma çıkarmayarak katkı sağlamış (!)” oldu.
Aynı mantıktan hareket edince dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah ve “Dink cinayeti Ogün ve Yasin’den ibaret, ardında başka bir şey yok.” diyen Hanefi Avcı da Cemaat’in adamı oluyor.
Dönemin İstanbul terör müdürü Selim Kutkan’ı da (bu isme dair kulislerde çok çarpıcı bilgiler vardı) ‘Cemaatçi polisler’ listesine almak lazım çünkü Ogün Samast’a dair en net görüntülerin olduğu iddia edilen Akbank kamera kayıtlarının onun döneminde ‘kaybolduğu’ iddia edilmişti.
Cinayeti soruşturan ve organizatörlere dair hiçbir şey bulamayıp, MİT’e tek soru dahi sormayan, Jandarma ile ilgili şüpheleri göz ardı eden Başbakanlık Teftiş Kurulu müfettişlerinin de Cemaatçi olması gerekir.
Aradan geçen bunca zamana rağmen soruşturmada ilgili yerlere bakmayan, ‘ihmal tartışması’ etrafında dönüp duran savcılar-hâkimler de tümden Cemaatçi olmalı ki cinayetteki asıl faillere bakmadılar.
Özellikle de savcı Gökalp Kökçü hazırladığı iddianameyle soruşturmayı sulandırdığı için Cemaatçi sayılmalı. Rejimin mantığından hareket edersek Nedim Şener’de sıkı bir Cemaatçi oluyor. Cinayetin üzerinin örtülmesindeki katkıları yadsınamayacak kadar büyük çünkü.
Liste böyle uzayıp gidiyor.
Saçma mı geldi?
Bence de öyle ama madem bir an için bile olsa rejimin mantığıyla hareket ediyoruz devam edelim…
Sırf siyasi niyetlerle ayan beyan ortada olan zincirin halkalarını görmezden gelip işi Erdoğan’ın direktifi doğrultusunda ‘Cemaat’in ilk silahlı eylemi’ olarak tanımlarsanız saydığım tüm bu isimlerin Cemaatçi ve ‘Cemaatin gelecek planlarını hayata geçirmeye programlanmış kişiler’ olduğunu varsaymanız gerekir ki böyle bir denklem olasılık hesabı olarak imkânsıza eşittir.
Dahası şu; savcı ‘Cemaat İstanbul Emniyeti İstihbarat Şubeyi ele geçirmek istiyordu’ diye iddia ediyor.
İyi de Hrant Dink medyada afişe edilip, mahkeme önlerinde fiili saldırıya uğrarken İstanbul Emniyeti ya da Valiliği koruma kararı aldırsa cinayet engellenecekti.
İddia edilen cemaat nasıl bir örgütse yıllar boyu hazırlık yapacak, inanılmaz detayları planlayacak ama bir ‘B’ planı olmayacak!
Emniyet yapması gerekeni yaparak tüm planı suya düşürecek!
Ayrıca savcının bahsettiği türden bir komployu yazacak olan kurum, istihbaratı kayda geçmez, haber elemanını kayda geçmez, iz bırakmaz. Bu olayda emniyet her yerde iz bırakmış. Devletin diğer istihbarat kurumları ‘büyük abi’ Erhan Tuncel’in telefonunu sorgulasa emniyetin istihbarat elemanı olduğunu anında görür.
Cemaatçi bir kadro komplo kuruyor ama projenin en kritik iki yerinde Trabzon ve İstanbul, emniyet müdürleri, istihbarat müdürleri cemaatçi değil. Cemaat komplo kursa Erhan Tuncel’i kayda geçirmez, bilgiyi İstanbul’a göndermez, kayıt altına almazdı.
Yazıya başlarken Dink Cinayeti’nin ardındaki elleri ve delilleri kitaplarıma havale edip daha çok yorum yapacağım demiştim ama rejim söylemi-iddiası o kadar absürt ki ister istemez detaya iniyorsunuz.
Kısacası o kadar saçma bir tez ki, inanmak için aklınızı devre dışı bırakmanız gerekiyor.
Rejim savcısı Gökalp Kökçü’ye göre mahkemeye kadar gidip Hrant Dink’i tehdit eden Veli Küçükler, Kemal Kerinçsizler, Levent Temiz’ler, İstanbul Valiliği’nde Dink’i tehdit eden MİT’çi Özel Yılmaz’ın bu cinayete hiç dahli olmamış.
Hatta cinayeti organize eden birileri de yok.
Jandarma yok, MİT yok, Trabzon ve İstanbul Valiliği yok, Hrant Dink’i 301’den yargılayıp ‘vatan haini’ diye manşetlere taşıyanlar yok.
Onlar yok ama gazeteciler var.
Gazeteciler deyince özetlemeye çalıştığım absürtlükleri anlatıp ‘böyle saçma şey mi olur’ diyen gazeteciler var sanmayın. Aksine Nedim Şener ve Merdan Yanardağ başta olmak üzere tüm Saray gazetecileri rejimin söylemini tekrar edip duruyorlar.
Bir cümlelik soruyla çöp olacak iddiaları papağan gibi tekrar edip duruyorlar. Neredeyse -medya dahil- herkes ‘yerli ve milli’, herkes Ogün Samast oldu memlekette.
Bitirirken tekrar söyleyeyim; Hrant Dink mezarından kalkıp gelse ‘böyle saçma bir şey mi olur’ deyip hepinizi sopayla kovalardı.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***