YORUM | YUSUF ÜNAL
Mümtazer Türköne köşe yazıları yüzünden 10 sene hapis cezası almıştı. Yok yere tam 4 sene 2 ay içeride yattıktan sonra 2020 yılında tahliye olduğunda çok sevinmiştim. Bir yazar özgürlüğüne kavuşmuş, onun kelimeleri prangalardan kurtulmuştu.
Mümtazer Hoca hapisten sonra verdiği ilk ve sanırım tek görüntülü röportajda köyüne çekildiğini ve kitap yazdığını söyledi. O günden sonra hevesle beklemeye başladım. Kitap nihayet 2023’ün Ağustos ayında çıktı.
Hoca, hapishane günlüklerini de içeren, öncesi ve sonrasıyla 15 Temmuz’un siyasal bir analizini yazdığını, kitabın adının da Silivri Postası olacağını duyurmuştu röportajda. Vakur bir geçiştirmeyle, basacak yayınevi bulamadığını da araya sıkıştırmıştı. Bu durumda Hoca kendi göbeğini kendi kesmeye karar vermiş anlaşılan ve kitabını KDY etiketiyle piyasaya sürmüş. Yani Kitap Yurdu Doğrudan Yayın. Ancak çıkan kitap, haberini verdiği o kitap değil, “bindokuzyüzyetmişsekiz” adlı bir romandı. Vakıa röportajda roman çalıştığına da üstün körü değinip geçiyordu ama yine de bir sürpriz oldu doğrusu.
Romanı okumaya başlamadan evvel bazı kuşkularım vardı. Gazeteci, akademisyen ve/veya entelektüellerin bir de roman yazma heveslerinin çoğu kere hayal kırıklığıyla sonuçlandığını biliyordum.
Öte yandan edebiyatımızdaki darbe ve/veya ihtilal anlatıları ekseriyetle solcu yazarların tekelindeydi. Bunların da çoğunda ideolojik bakış açısından kurtulunamamıştı. Sol mücadeleyi yüceltme ya da masum ve mağdur gösterme gayretleri fışkırıyordu satırlardan. Propaganda, ajitasyon, nostalji, acındırma… Şimdi kalkıp Mümtazer Hoca da aynı şeyleri kendi cephesinden yaparsa benim için bu büyük bir hayal kırıklığı olurdu.
Bir de hocaların yazarken de hocalık etmeye kalkışmaları vardı, öğretmenlikten vazgeçemeyişleri… Sayfalarca verilen vaazlar, atılan nutuklar… Roman olarak başladığım bu kitap böyle öğretici bir metin çıksa buna şaşırmazdım aslında. Ömrü boyunca ders çalışmış, ders anlatmış birinin didaktizmden kurtulamayışını anlayışla karşılardım. Ancak muhtemelen onu bitiremezdim.
Bu endişelerime rağmen ‘bindokuzyüzyetmişsekiz’i elime aldım. Arka kapaktan öğrendiğime göre roman 1978 yılında gerçekleşen öğrenci olaylarının, tırmanışa geçen bombalamaların arka planında yaşananları ele alıyordu. Yalnız bunları bir gazeteci yahut siyasal analizci vasfıyla değil de bir romancı olarak yapıyordu.
Dolayısıyla olaylardan öte tüm bunları yaşayan üniversiteli gençlerin duygu dünyalarına, psikolojilerine ve onları kullanan gizli ellerin zihniyetlerine odaklanıyordu. Yazara göre safça ve iyi niyetli duyguların peşindeki idealist gençler kirli bir iktidar oyununun kurbanları olarak seçilmişti. O, bu trajediyi yeni nesillere aktarmak, gençliğinde kendisinin de takılıp kaldığı duygu fırtınalarını romanın sunduğu imkânlarla dile getirmek istediğini söylüyordu.
İlk 50-60 sayfada, beklediğim gibi, ilk 3-5 sayfadan sonra fikri meselelere saplanıp kaldı yazarımız. Kahramanlar kendi aralarında uzun uzadıya konuşmaya başladılar. Ortada insan ve insanın hikâyesi, ruh halleri değil tumturaklı laf yığınları dönmeye başladı. Biraz umutsuzlandım ama pes etmedim. Çünkü her romana 50-60 sayfa şans verme taraftarıyımdır. Olayların atmosferine ancak ondan sonra girebildiğimizi düşünürüm. Bu kitapla bu düşüncemin sağlamasını bir kere daha yaptım.
O yamaç tırmanır gibi çevirdiğim sayfalar, birden yokuş aşağı akmaya başladı. Sayfalarda insan yüzleri, şehir sokakları canlanmaya, kerkenezler nefes alıp vermeye başladı. Sonrası bir içim suydu zaten, denize akan bir nehir…
Romanda ideolojik anlatı yok. Kendini aklama, yüceltme, masum ve mağdur gösterme çabası da. Mensubu olduğu ülkücüleri nasıl ele alıyorsa karşı taraftaki öğrencileri de aynı şekilde ele alıyor. Ne onları haksız gösterme ne aşağılama ne şu ne bu… Hiçbir kesimi yargılamak veya ötekileştirmek derdi yok. Tüm kesimleri insan olarak, insanî yanlarıyla aktarmış. Hepsine karşı şefkat, sevecenlik ve anlayışla yaklaştığını hissettim ve romanın sanırım en çok bu yönü hoşuma gitti. Çünkü o dönemi anlatan romanların çoğunda en azından karşı cepheleri küçük düşürücü bir anlatım vardır.
Örneğin Orhan Pamuk’un, Sessiz Ev romanındaki ülkücü gençlere biçtiği rolde bu görülebilir. Yazarın, kendi safında olmayanları hep bir hor görme, potansiyel suçlu görme ve gösterme çabası sezilir. Oysa bindokuzyüzyetmişsekiz’de bunların esamesi yok. Herkesi insan olarak görüp insan olarak ele alıyor.
Sağcısıyla solcusuyla kuşağının durumunu şöyle tespit ettiriyor kahramanlarına: “Biz iyilerle kötüler arasındaki bir savaşın tarafı değiliz. Biz kendi kavgamızı veriyoruz. Kendi kavgamızı verirken bir şeyleri tutuyoruz. Önümüze ideolojiler, siyasi görüşler, örgütler, teşkilatlar çıkıyor. Onlara sarılıyoruz. (…) Yanlış yapıyoruz. Bu işin sonu iyi bir yere gitmiyor. Kendimi başkalarının yazdığı oyunda basit bir piyon gibi görmeye başladım. Bu yol çıkmaz sokak. Bu yüzden vazgeçiyorum. Bırakıyorum.”
Romanda fikrî tartışmalar yer yer uzayıp okumayı birazcık zorlaştırsa da bu, romana halel getirecek boyutta değil kanaatimce. Bu bölümler yer yer Peyami Safa romanlarını çağrıştırdı bana. Ama bir bütün olarak daha çok Tarık Buğra’nın 1977’de yazıp 1978’de tefrika ettiği ‘Gençliğim Eyvah’ romanını çağrıştıran bir roman.
Bindokuzyüzyetmişsekiz’deki Yarbay gibi orada da derin yapıyı temsil eden, aslında onu bizzat kurup yöneten bir İhtiyar ve onun harcadığı gençler vardı. Aşağı yukarı bir tekerrür hikâyesi. Ülkücü ve/ veya milliyetçiler o romanı anlasalardı belki de Mümtazer Türköne’nin bu romanı yazmasına gerek kalmazdı. Ama heyhat. Sanırım onlar bu eseri karşı tarafın ipliğini pazara çıkarma kitabı olarak gördüler ve onu bir propaganda aracı olarak kullandılar. Sadece karşı tarafın figüranlığına, kullanılmışlığına odaklandılar ve kendilerinin de figüran olabileceğine kafa yormayıp kulaklarının üstüne yattılar. Her neyse, olan oldu ve bir bakıma Türköne de bu romanla “gençliğim eyvah!” çığlığı attı.
Romanın satırları yaşanmışlıkların sıcaklığıyla dolu. Yazar raconu biliyor, olayların içinden geçmiş, belli. Nitekim Ramazan Akgün’ün yazılanlar gerçek miydi diye sorduğu ropörtajda şu cevabı veriyor: “Ağzında kalan kekremsi tat gerçek. Korkular, pişmanlıklar, umutlar, kapana kısılmalar… Hepsi gerçek. En önemlisi 1978 yılında Mart ayında, birilerinin işaret parmağı ile bastığı düğme gerçek. Ama en çok duygular… Romanı o zaman yaşadığımız duyguları kayda geçirmek için yazdım.”
Ramazan Akgün o günler, o yaşananlar için; “Pişman mısınız? Bugün olsa aynı şeyleri yapar mıydınız?” diye soruyor aynı röportajda. Mümtaz’er Türköne şöyle cevaplıyor: “Doğru kelime pişmanlık değil galiba. Çünkü biz önümüze geleni yaşadık. Oyuna getirildik. Omzu kalabalıkların iktidar sofrasına meze yapıldık. Pişmanlık değil de hesap sorma tutkusu kaldı o günlerden. Türk milliyetçiliği bir kültür davası idi. Bir tarih bilinci idi. Ne ara eli kanlı katiller sınıfına dâhil edildik? Bu rolü bize kim biçti? Tezgâhı kim yaptı?”
Her ne kadar Türköne, “Romanı o zaman yaşadığımız duyguları kayda geçirmek için yazdım.” dese de roman aslında en az bunun kadar, bu tezgâhı deşifre etmeye, o tezgâhı kuranlarla hesaplaşma romanı. Sık sık kin, nefret ve pişmanlık duymadığını belirten Mümtazer Hoca aynı sıklıkta hesaplaşmaktan ve hesap sormaktan söz ediyor söyleşilerinde. Kaleme yeniden sarılması bu yüzden anlaşılan.
Romanın arka fonda hep bir derin devlet heyulası dönüyor, istihbaratçılar idealist gençler arasında cirit atıyor. Bunlar kendilerini devlet, devleti tanrı gibi görüyorlar. Vazifeleri, devletin ihtiyaç duyduğu düşmanları üretmek. Çünkü onlara göre düşman olmadan devlet yaşayamaz. Vatanın onların kurtarmasına ihtiyacı olmasa da onların kurtaracak bir vatana ihtiyaçları vardır. “Hastalığın, açlığın, sefaletin, savaşın uğramadığı bir ülkede ne Tanrı’nın ne de kralın sözü geçer. Bize hakkından gelebileceğimiz sorunlar lâzım.” demektedirler.
Bunlar sonradan dönüp hayatlarını bozuk para gibi harcadıkları gençlere acırlar mı, onlarla alay mı ederler bilinmez ama yazarımız onlardan birini şöyle konuşturur: “Uğruna hayatlarını verdikleri şeyin ufalanıp dağılışını görme fırsatları olsaydı, aptal yerine konulduklarını fark eder ve geri dönüp ölmekten vazgeçerlerdi.”
Onlara göre bu gençler bir dava bir mücadele uğruna ölmeseler de zaten öleceklerdi. Kim bilir belki yaşlı bir bunak olarak sürünerek can vereceklerdi. Bu yüzden onları ölüme yollayarak pisi pisine geçecek hayatlarına anlam bile katmış olabilirlerdi.
Türköne’nin kalemi siyasal analizlere kaymadan duramıyor. Köşe yazılarından da aşina olduğumuz fikirlerini roman kurgusuyla, kahramanlarının ağzından tekrarlıyor. Örneğin derin devletin Türkiye’deki kökenini şöyle izah ediyor: Amerika’nın Sovyet nüfuz alanlarını hedef alan uygulamaları İtalya, Yunanistan, Fransa gibi ülkelerde soğuk savaş manevraları olarak kaldı. İçeriden buldukları müttefiklerle, destekledikleri iktidarlarla operasyonlarını yürüttüler. Bizde ise doğrudan devletin sahipleri, yani TSK’nın komuta kademesi bu işi sahiplendi ve yürüttü.
Ama endişe etmeyin roman siyasal analizler, komplolar ve fikir tartışmalarıyla doldurulmamış. Bunlar tuz-biber gibi aralara kurguyu destekleyecek şekilde yerleştirilmiş. İnsan hikâyeleri ve şehir manzaralarıyla sarılıp sarmalanmış.
İyi güzel de tüm bunlar bir metni roman yapmaya yeter mi diyenleri duyar gibiyim. Yetmez elbet. Söz konusu roman olunca elbette sağlam bir kurgu, boşluksuz bir olay örgüsü, içine girip dolaşacağımız bir atmosfer bekleriz. Bindokuzyüzyetmişsekiz’in bu konularda da okurunu tatmin edeceğini sanıyorum, beni etti en azından.
Bunların üstüne roman bir şehir anlatısı olarak da okunabilir. İstanbul bölümlerini bir kenara koyarsak özellikle benim gibi öğrenciliği Ankara’da geçmiş olanlar ve Ankara’yı sevenler yahut özleyenlere Cebeci, Kurtuluş, Demirlibahçe, Necatibey, Maltepe’yi neredeyse sokak sokak gezdiriyor.
Şimdi bunları sayıp döktükten sonra bu romanı sıkıp özünü, usaresini çıkaracak olsaydım o ne olurdu diye soruyorum kendime. ‘Şefkat’ olurdu diye cevaplıyorum kendimi, buna şefkat romanı denebilir zannımca. Yetmiş yaşına yaklaşmış vicdanlı bir yazarın geçmişine dönüp devrinin bütün kahramanlarına şefkatle baktığı, onlara anlayışla yaklaştığı, sağıyla soluyla hepsini kucakladığı bir roman. Ama bunu yaparken samimiyetinin, iyi niyetinin ardına sığınmamış yazarımız. Romancılığın, roman türünün de hakkını vermiş bana kalırsa…
Şimdi Silivri Postası’nı bekliyorum merakla. Tez gele…
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***