YORUM | M. NEDİM HAZAR
Mansur Bin İkrime, Hayf-i Beni Kinane’de (Muhassab Vadisi) toplanıp alınan kararları Kabe’nin duvarına astırmaktaydı. Kureyş uluları burada toplanıp birtakım kararlar almışlardı. Onlara göre çıkan bu yeni din, kendi iktidarlarını mutlak surette sarsacaktı ve onu durdurmak için geliştirdikleri stratejinin yeni bir fazına geçmek gerekiyordu.
Öyleydi…
Ebu Süfyan, Ebu Cehil ve Halid’in babası Velid gibi Kureyş uluları iktidarlarını yitirmekten ölümüne korkmaktaydılar. Çok ağır kararlar almışlardı.
Buna kendilerini mecbur hissetmişlerdi çünkü o güne kadar ne yaptılarsa ön alamamışlardı.
Evet öyledir sevgili okur…
Önce görmezden gelinir haklı olan…
Ardından mesafe konur…
Sonra iltifatlar ile sağdan yanaşılır. Her türlü izzet ü ikram yapılır.
Olmadı, uzaklaştırılır.
Yine mi olmadı, artık savaşılır…
Hz. Peygamber, o güne kadar uygulayıp hepsinde başarılı olduğu hiçbir hamlelerine arzu ettikleri gibi cevap vermemişti.
Görmezden gelmişlerdi…
Olmamıştı.
Ardından gönlünü, sonra ruhunu satın almayı denediler.
“Ne istiyor yeter ki söylesin?” dediler.
“Para mı, mal mı, mülk mü, kadın mı, makam mı?”
“Hepsine verebiliriz” dediler, “derdi nedir bilelim!”
Avuçlarını aracıya uzattı Efendiler Efendisi, “Şu avcuma güneşi, şuna da ayı koysalar yine olmaz! Dönmem davamdan” dedi.
Bu çok ağır geldi Kureyş ulularına.
“Demek öyle ha!” dediler.
Ve girişte bahsini ettiğim kararları aldılar. Ve evet, çok ağırdı bu kararlar.. Dışlama, izolasyon, ötekileştirme, şeytanlaştırma… Her şey vardı.
Buna göre Hâşimoğullarıyla hiçbir sosyal ilişkiye girilmeyecek, onlara kız verilmeyecek ve onlardan kız alınmayacak, onlarla oturulup konuşulmayacak, evlerine girilmeyecek, ölüleri için taziyede bulunulmayacak, hasta ziyaretine gidilmeyecekti. Ayrıca Hâşimoğullarıyla ticarî hiçbir ilişkiye girilmeyecek, onlara bir şey satılmayacak ve onlardan hiçbir şey satın alınmayacak, çarşı ve pazarlar kendilerine kapatılacaktı. Muhammed’i (SAV) korumaktan vazgeçip Kureyş’e teslim edinceye kadar Hâşimilere merhamet edilmeyecek ve onlardan gelecek barış teklifleri asla kabul görmeyecekti!
Taş çatlasın (Köle ve Mevlalar -azat edilmiş köle- dahil) 15 bin nüfuslu (Arabistan’da ziyaret ettiğimiz İslam müzesinde 5 bin yazıyordu) bir şehirdi Mekke ve burada oluyordu bunların hepsi.
Müşrik Stratejisi diyebileceğim kadim yol haritasının amacı belliydi aslında.
Önce akrabalık bağlarını koparıp, yabancı statüsüne alacaklar, ardından ekonomik, sosyal ve psikolojik açıdan onları çökertmeyi ve onları baş düşman olarak (haşa) şeytanlaştırdıkları Hz. Peygamberi bitireceklerdi. Sosyal açıdan soy kırıma uğratacaklardı bir avuç Müslümanı.
Kendileri kalabalıktı çünkü. Halk yanlarındaydı, güç ellerinde, iktidar onlardaydı.
Hiçbir sosyal ve içtimai faaliyete izin verilmeyen, Mekke gibi ancak ticaretle yaşamın idame edilebileceği bir şehirde sosyal hakları tamamen ellerinden alınmış insanlar, bu duruma elbette dayanamayacaktı sonunda! Eğer bu da olmazsa, bir sonraki faza geçilecekti; düşmanlaştırma!
Nübüvvetin henüz 7. Yılıydı.
“Bilemiyorum, belki de “Ne istediğiniz de vermedik, nankörler” filan diyorlardı Dar-un-Nedve’de.
Sosyal olarak bir kıyım başlamıştı. Ötekileştirilmiş, şeytanlaştırılmış ve yokluğa mahkûm edilmişti Müslümanlar.
Muharrem ayının ilk gecesinden itibaren tüm şiddetiyle uygulanmaya başlandı müşriklerin mutabakatı.
Doğal olarak Şi’bi Ebî Talib denilen Peygamberimizin amcası Ebû Talib’in mahallesine toplandı Müslümanlar. Dışlandıkça mecburen buraya yöneliyorlardı. Şehirden çıkmalarına da müsaade edilmiyordu zira.
Mekke bir açık hava hapishanesine döndürülmüştü.
Bu mahallenin çarşı ve pazarlara giden yollarını kestiler. Bu yolların başın gece-gündüz nöbet tutan korumalar koydular. Mahallede ikamet edenlerin dışarı çıkmasına sadece Hac mevsiminde Kabe’ye gitme izni vardı. Mahalleye gıda maddelerinin girmesine engel oldular. Ebu Süfyan, Ebu Cehil ve Velid B. Muğire işlerini güçlerini bırakmış tamamen bununla ilgileniyordu. Fişlemeler yaptılar, önce güçsüz olanların listelerini çıkarıp her türlü baskıyı yaptılar. Olmadı, mallarına mülklerine el koydular. “Asla acımak yok onlara” diye bağırıyordu Ebu Süfyan!
Ellerinde avuçlarında ne varsa tükenen Müslümanlar, bir süre sonra korkunç bir açlıkla baş başa kaldılar. İnsanlar açlıktan ağaç yapraklarını yiyor, buldukları deri parçalarını ateşte yumuşatıp günlerce emerek açlıklarını bastırmaya çalışıyorlardı. Yaşlılar ve çocuklar şiddetli boykot altında açlıktan ölüyor; ağlayan çocukların, feryat eden kadınların sesleri Mekke sokaklarında yankılanıyordu.
İslam dini zuhur ettiğinde en büyük putperest Velid b. Muğîre idi. Kâbe yıkıldığı vakit yeniden inşasında önemli bir rol alan bir Kureyş ulusuydu Mugire. Dönemin silah teknolojileri onun imalathanelerinde üretime dönüşüyordu. Hem Bizans hem de Perslere silah satacak kadar dışarıya dönük biriydi. Oğlu Halid, birkaç dil bilen müthiş bir askerdi. Aslında dışarıdan bakıldığında iyiliksever, fedakâr ve vicdanlı gibi biri görünüyordu. Ancak, kendisinden başka birine peygamberliğin gelmesini asla içine sindirememişti.
Müddesir Suresi tam da bu zamanda nazil oldu. Ayrıntıları o surenin tüm tefsirlerinde okuyabilirsiniz.
Velid B. Mugire bir askerdi ve çözümü de o şekildeydi. Boykotun filan işe yaramayacağını düşünüyor, doğrudan peygamberin öldürülmesinin bu işin en kısa çözümü olduğuna inanıyordu. Evet, cahiliye dönemiydi ama yine de belli başlı kuralları vardı. Misal, öyle canınız her istediğinde gidip istediğiniz öldüremezdiniz. Gücünüz ne kadar büyük olursa olsun bunu yapamazdınız. Birini katletmek istiyorsanız önce gerekçenizi sunacak ve o kabilenin liderinden izin alacaktınız. Ebu Talib elbette böyle bir şeye yanaşmadı. Ve Muğire’ye “Ne yaparsan yap davasından dönmeyecek!” cevabını verdi.
Daha önce “”Ey Ebû Talib, yeğenin putlarımıza sövdü, dinî inançlarımızı kötüledi, akılsız olduğumuzu, babalarımızın, dedelerimizin yanlış yolda gitmiş olduklarını söyleyip durdu. Şimdi sen, ya onu bunları yapmaktan ve söylemekten alıkoy veya aradan çekil.” Demişlerdi.
Sonra ise, “”Ey Ebû Talib! Sen bizim yaşlı ve ileri gelenlerimizden birisin. Yeğenini yaptıklarından vazgeçirmek için sana müracaat ettik. Fakat sen istediğimizi yapmadın. Vallahi, artık, bundan sonra onun babalarımızı, dedelerimizi kötülemesine, bizi akılsızlıkla itham etmesine, ilâhlarımıza hakaretlerde bulunmasına asla tahammül edemeyiz. Sen, ya onu bunları yapıp durmaktan vaz geçirirsin yahut da iki taraftan biri yok oluncaya kadar onunla da seninle de çarpışırız.” dediler.
Şimdi ise, “Ey Ebû Talib! Sana Kureyş gençlerinin en güçlü, en kuvvetli, en yakışıklısı ve akıllısı olan Umâre bin Velid’i verelim, kendine evlat edin. Aklından, yardımından istifade edersin. Buna karşılık sen de bize, kardeşin oğlunu teslim et, öldürelim! İşte sana adam karşılığında adam, daha ne istersin?” diyorlardı.
Velid 80 yaşını çoktan aşmıştı ama dinçti.
Ara ara gösterişli kostümü, görkemli atıyla Şib-i Ebu Talib’e geliyor ve atın üzerinden halka bağırıyordu:
“Ey Haşimoğulları, Muhammed’i ne zaman teslim edeceksiniz. Allah bir peygamber gönderecekse beni neden seçmedi. Bakın daha yeni bir oğlum oldu, bu yaşta baba oldum” diyordu.
Müslümanlar ise her sabah uyandıklarında “Artık bu kadarını da yapamazlar” dedikleri ne varsa, hepsinin yapıldığına şahit oluyor ve süreç uzadıkça uzuyordu. Kimsenin dayanacak gücü kalmamış ve Allah peygamberini her gördüklerinde bir tek soru soruyorlardı:
“Ya Resulallah bu süreç ne zaman bitecek?”
Devam edeceğiz…
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***