Mehmed S. KAYA*
Sezgin Tanrıkulu’ya yönelik suçlamalar, TSK’nın geçmişte Kürtlere yönelik acımasızlıklarına ilişkin tartışmaları yine alevlendirdi. Tartışma önemli. Çünkü Tanrıkulu, ordunun geçmişteki Kemalist totaliter yapısı ve devlet terörüne tanıklık eden yasa dışı eylemlerine işaret ediyor.
Tartışma nüfusu ikiye böldü; Bir yanda katliamları inkar eden ve orduya koşulsuz destek veren milliyetçi kesimler, diğer yanda katliamları eleştiren Kürtler ve Sol liberaller, insan hakları savunucuları. Çeşitli milliyetçi partilerse orduya verilen desteğin siyasi partilerin çıkarlarından daha ağır basması gerektiği görüşünde.
Ordu ise şu anda büyük ölçüde AKP’nin kontrolünde olmasına rağmen Kemalist ruh ve ilkeler üzerine inşa edilmiş bir kurumdur. Mustafa Kemal’in orduya verdiği iki temel görevden biri Türklük üzerine inşa edilmiş Türk ulusunun birliğini korumaktı. Türk olmayan azınlıkların zorla asimile edilmesi esas olarak önemliydi. Direnmeleri halinde devlet güçleri onlara karşı her türlü eyleme başvurma hakkına sahiptir. İkinci görev ise devletin laik karakterini korumaktı. Yani bireyin, kültürün ve toplumsal yaşamın dini otoritelerin egemenliğinden özgürleşmesi. Bu da kaba güç kullanılarak zorla topluma dayatılacaktı.
Mustafa Kemal tarafından inşa edilen sayısız totaliter ilkeler gibi “ulusun birliğini koruma” ilkesi de günümüzde kaba güce dayanıyor. Ancak, Erdoğan hükümeti pratikte laik ilkelerin altını oydu ve neredeyse manevi veya dini bir dünyaya dönüştürdü.
Tartışmada terörü kimin yarattığı konusunda karşılıklı suçlamalar da yer alıyor. Devlet yetkilileri daha önce terör terimini muhalif Kürtlere karşı tek taraflı olarak kullanmıştı. Terör eylemlerinin nedenlerinin özgürce tartışılmasına izin vermeden, Kürtlerin her türlü insani talebini (yani bir halk olarak tanınma isteği) terörist olarak sunmak için tıpkı Kemalistlerin yönettiği dönemlerde olduğu kadar şimdiki iktidar da muazzam bir çaba içinde.
TERÖRÜN NEDENLERİ
Fakat Türk siyasetçiler, şu soruları kendilerine sormaktan bilinçli olarak kaçınıyor: Terör eylemleri neden devlete yöneliktir? Bu devlet ne yaptı da terör eylemlerinin hedefi oldu? Çözüm için devletin ne yapması gerekiyor?
Genel olarak bakıldığında terör üreten ülkelerde demokrasi eksikliğinin ve devlet baskısının terörizme yol açtığı konusunda geniş bir görüş birliği mevcut. Ayrıca demokratik kurumların eksikliği ve yaygın insan hakları ihlalleri de mevcut. Bütün bu eksiklikler, terör üreten ülkelerin ortak özelliği olarak görülüyor.
Türkiye’deki durum genel tablodan şu açıdan farklıdır: Devlet içindeki etnik ve dinsel çatışmaların olması. Devletin, başta Kürtler olmak üzere etnik temellere dayalı grupların varlığını reddetmesi ve temel haklarını (dil, kimlik, kültür, tarih) yasaklaması veya gelişmesini engellemesi. İnsan hakları ihlalleri, etnik temelli zulüm- baskı uygulaması ve bu ayrımcılığa tabi tutulmasının neden olduğu yoksulluk, nihayet demokratik kurumların yokluğu veya kötü işleyişi.
Bunların hepsi Türkiye’de mevcut ve terörizmi doğurdu. Bu nedenle Cumhuriyet projesi pek çok açıdan tamamlanamadı. İşte bu nedenle Cumhuriyet, Kemalistlerin hararetle iddia ettiğinin aksine modernitenin taleplerine uygun değildir.
Kimine göre devlet terörü kimine göre devlet şiddeti. Kürtlerin her defasında başvurduğu şiddetin bir öncesi var. Bir nedeni var. Bu nedenler baskı, zulüm veya hak ihlali gibi insanları harekete geçiren, olayların oluşmasını tetikleyen, etki yaratan bir durum. Başka bir deyimle Kürtlerin isyanları devletin onlara karşı zulmünü ifade eder.
Fakat birbirini izleyen Türk hükümetleri terörün nedenlerini tartışmakla ilgilenmediler. Terörün sonuçlarına odaklandılar. Terör eylemleri siyasi sonuçları olan siyasi eylemlerdir. Hükümetler korku ve güvensizlik yaratma yoluna gitti ve vatandaşlar arasındaki güveni teste tabi tuttu. Bu, etnik, siyasi veya dini gruplar arasında düşman imajı ve güvensizlik yarattı. Bu şekilde terör, siyasi bölünmenin ve kutuplaşmanın artmasına katkıda bulundu. Hükümetler aynı zamanda “teröristlerin” temsil ettiği değerleri protesto etmek için de yatırım yaptı. Amaç milleti yeniden ortak egemen ulus değerleri etrafında birleştirmekti ve bunu büyük ölçüde başardılar.
Ancak vizyoner politikacılar her zaman göründükleri gibi değildir. Tam 10 yıl önce Oslo’da öğrenciler tarafından düzenlenen bir toplantıya davet edildim. Türkiye’nin Oslo Büyükelçiliği’nden siyasi hırsları olan ileri görüşlü bir diplomat, Avrupalıların düşünce ve tutumlarını ölçmek için orada-burada toplantılara katıldı. Katılım fazla değildi. Bazı öğrenciler, diplomatlar, birkaç politikacı. Ama biz dinleyiciler aynı fikirdeydik: misafir diplomatın konuşması Türkiye’nin geleceği için iyi işaretler veriyordu. İnsan hakları, adalet ve Kürtlerle çatışmanın çözümü konularında etkili ve inançla konuştu. Pek çok kişi bunu bir rahatlama olarak hissetti. Çünkü Türk-Kürt çatışmaları Türkiye’nin AB’ye üye olmasını tehdit ediyordu.
Ancak çoğu kişinin aklında şu soru vardı: Erdoğan hükümeti Kemalist öncülleriyle karşılaştırıldığında ne kadar güvenilir? Hükümetin iktidarı güvence altına alma yöntemleri, Mustafa Kemal döneminde olduğu gibi açıkça antidemokratiktir. Mahkemeleri siyasi kontrol altına alma girişimi çok dikkat çekicidir. Erdoğan Hükümeti, Mustafa Kemal’in “yasama, yargı ve basın siyasi otoriteyi takip etmeli” ilkesini tam uygulamasa da %85-90 uyguluyor denilebilir. Ancak bundan çok daha fazlası var. Siyasi eylem özgürlüğünü kısıtlıyor. Türk olmayan azınlıklar (Cumartesi Anneleri, düşüncelerinden ötürü tutuklu gazeteciler) sivil haklarını kaybediyor. Gönüllü kuruluşlar yabancı ajan olarak damgalanıyor.
Yoğun milliyetçi sis, demokrasinin sınırlarını daraltıyor. Türkiye’nin Kürt bölgesindeki politikası 100 yıl öncesi perspektifinden yönetiliyor. En azından iktidar ortakları tarafından: “Kürdistan bir yalandır, bu bölge Türk’tür ve Türk kalacaktır” düsturu ile… Mustafa Kemal’den kalma bu hedef AKP iktidarı tarafından ilahi bir görev olarak sunuluyor. İlahi kavramı, “kutsal” Türk devletine karşı takınılan tutum ve isyanların, bastırılması, ezici güç kullanımı için her türlü meşruiyeti veriyor.
Ancak barışçıl bir çözüme yönelik yeni yollar açma sorumluluğu, kulağa ne kadar acımasız gelse de öncelikle Türklere ve Kürtlere aittir. Eğer özlenen barışı yaratabilirlerse o zaman bölgede işleyen ve hümanist bir vizyona sahip olan tek ülke olabilir. Saçma, dışlayıcı ve milliyetçi takıntıların her yönden kökünü kazımadan bu gerçekleşemez.
YÜCELTİLMİŞ IRKÇI DEVLET GELENEĞİ VE İHANETE UĞRADIĞINI HİSSEDEN KÜRT DİRENİŞİ
Dışlayıcı Türk milliyetçiliği yüzünden Türk toplumunda çok derinlere işlemiş Kürt nefretinin oluşmuş olduğu biliniyor. Bunun da bir öncesi var elbette. Mustafa Kemal dönemiyle başlar. Kürtlerin binlerce yıllık yaratmış olduğu kendine özgü ve eşsiz kültür; dil, inanç, gelenek, tarih, kimlik, insan onuru, hayata bakış açısı gibi değerlerin Atatürk milliyetçiliği tarafından üzerlerinin kalemle çizilmesi dehşet verici. Bu anlayışın insanlığın vicdanında yeri yoktur. Aynı vahşet Atatürk’ün halefleri tarafından günümüze kadar farklı seviyelerde devam ettirilmiştir.
Birçok ülkeye gittim. Sokakta enstrüman çalan müzisyenlerin polis tarafından, etnik sebeplerden ötürü ne engellendiğini gördüm, ne de duydum, ne okudum. Birçoğumuz Taksim’de, Kadıköy’de, düğünlerde ve Türkiye’nin her yerindeki diğer etkinliklerde Kürt müzisyenlerin bazen polis, bazen aşırı Türk milliyetçileri tarafından engellendiğine, dövüldüklerine ve hatta öldürüldüklerine tanık olduk. Bu davranış hiçbir uygar topluma yakışmaz. Türkiye birçok etnik ve kültürel gruplardan oluşuyor. Türk olmayan etnik grupları değersizleştirmek yerine toplumun uyum içinde yaşaması için dayanışma kültürüne ihtiyaç vardır. Bu da Atatürk milliyetçiliğinden vazgeçilip toplumun nesnel gerçekliğe göre yeniden tanımlanmasını gerektirir.
Türkiye’nin, mevcut geçmişiyle etnik azınlıkların temel hak taleplerini terör olarak nitelendirmeye, hem hukuki hem de ahlaki açıdan hiçbir hakkı yoktur. Eğer Türkiye, Batı Avrupa’daki liberal ve hukukun üstünlüğüne sahip devletler gibi etnik farklılıklara eşit şartlarda saygı duysaydı ve azınlıklar buna rağmen düzensiz silahlı mücadeleye girişmiş olsaydı, o zaman Türkiye’nin terörist etiketi anlaşılabilirdi. Ancak Türk devleti, Türk olmayan azınlıkların varlığını inkar etti ve buna hala da direniyor. Dünyada etnik grupların varlığını inkâr eden benzer bir devlet bulmak zor.
Kürt azınlığın her türlü temel hak talebi vahşi yöntemlerle bastırıldı. Mustafa Kemal asimilasyon kavramını bu şekilde “kutsallaştırdı“. 1920’li yıllarda Amerika Birleşik Devletleri’nde göçmenlerin asimile edilmesinin kaçınılmaz olduğuna inanılıyordu. Göçmenlerin yavaş yavaş beyazların kültürünü, Protestan, Anglo-Sakson “çekirdek kültürü” benimsemesi doğru bir süreç olarak görülüyordu. Ancak zorlamayı bir araç olarak kullanmadan.
Mustafa Kemal’in benimsediği asimilasyon, pek çok Türk’ün arkasına saklandığı ABD’deki gibi değil. İlki gönüllülüğe dayanıyor, ikincisi zorlamaya dayanıyor. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana iki farklı ideal karşı karşıya gelmiştir:
- 1. Mustafa Kemal ve hükümeti bir yandan Türk olmayan tüm grupları Türk kimliği içinde zorlama ile eritmek istiyordu.
- 2. Diğerleri ise, özellikle de Kürtler, kendilerine özgü kimliklerini korumak istiyorlardı.
Mustafa Kemal’in 1924 anayasası ile yarattığı kaba ve pervasızca etnik düşmanlık, 1980 anayasası ile daha da güçlendirilerek günümüze kadar hız kesmeden devam etmiştir.
Bahsedilen anayasalar “devlet birliği kutsaldır, dokunulmaz ve değistirilemez” der ve ekler; “devlet gücüne onur ve derin saygıyla yaklaşılmalıdır”. Devlet ve millet kutsalsa, elbette devletle ilgili kanunlar ve yönetmelikler de kutsallaşır. Örneğin: Kemalist milliyetçiler anayasanın ilk 3 maddeleri ebedi ve tüm toplumun gönül birliği yasası olduğunu düşünüyorlar. Etnik azınlıklar açısından bakıldığında bu, savunulması güvenli bir temel midir? Sonuç öngörülebilir olduğu kadar tehlikeliydi.
Ortaya çıkansa; Mustafa Kemal tarafından ihanete uğradığını hisseden Kürtlerin direnişi ve karşısında her türlü çatışmaların devlet terörüyle çözülmesine kararlı vahşi bir şiddet devleti!
Kemalistler tek tip bir ulus yaratmak istiyorlardı. Bu hedefe ulaşmak için zorunlu asimilasyonu yöntem olarak seçtiler. Ancak asimilasyonun baskı altında yapılmadığı sürece büyük sorun olmayabileceğini vurgulamakta fayda olabilir. Eğer azınlıklar çoğunluğun yaşam tarzına, kimliğine ve kültür değerlerine tamamen uymayı seçerse, bunu kendi özgür iradesiyle yapmalıdır. Tabi egemen çoğunluk bunu kabul ederse ve azınlık mensuplarına eşit üyeler gibi davranırsa. Asimilasyon, Kürtlerin yaşadığı gibi, kendi anadillerine sahip çıkmanın bile kabul edilemez olduğu, baskı altında gerçekleştiğinde tehlikeli bir silaha dönüşüyor.
Bu asimilasyon düzenlemelerinin tümü uygun mu? Yasaların ve düzenlemelerin vahşi cücesi- bunlar özgürlük ve haysiyetin simgesi midir, yoksa özgürlüksüzlüğün mü?
Georg Johannesen’in bir zamanlar söylediği gibi, “güç iradesi her zaman nesnel görünür.”-1- Sorun açıkça uygunsuz davrandığında ne yapılacağıdır.
Devletin amacı, dayanışmacı sistemlerin, yapısal şiddetten arınmış sistemlerin, temel işlevi insanların onurlu bir yaşama sahip olmasını sağlamak olan sistemlerin tasarımını kolaylaştırmak olmalıdır.
Onurlu bir yaşamın temelini güvence altına alma hevesimizde, onurunu korumamız gereken kişiyi, kaderi ve yaşamı gözden kaçırıyoruz. Hoşgörü çabamız, farklı düşünenlere karşı mutlak hoşgörüsüzlüğe dönüşüyor.
Soru şu: Değerler çatıştığı ölçüde hangi yasaya uymalıyız; uyumlu olmayan yasadaki harfinkine mi yoksa toplumun kendi gerçekliğine uygun ve kalbine yakın olana mı?
Kürtler, Sezgin Tanrıkulu örneğinde olduğu gibi yasaların mahiyeti, meşruiyeti ve ahlaki konusunu sorguladılar ve hala sorguluyorlar. Kemalist cumhuriyete ve devlet yönetimine hiçbir zaman güvenmediler ve güvenmiyorlar.
KÜRTLER KEMALİST CUMHURİYETE NEDEN GÜVENMİYOR?
Kürtlere yönelik zulüm ve hala içinde bulundukları acı durum cumhuriyetin tasarımıyla açıklanabilir. Çünkü Kürtlerin kaderini başta Mustafa Kemal olmak üzere cumhuriyeti kuranlar belirledi. Kemal’in halefleri- ister Kemalist ister İslamcı olsun – onun belirlediği çerçeveyi değiştirmedi. Dünyadaki insani ve demokratik standartlar açısından bakıldığında Kürtlerin topyekun inkar edilmesi son derece barbar bir yaklaşım olarak değerlendirilmektedir. Çünkü dünyada benzeri bir örnek yok.
Mustafa Kemal ve İsmet İnönü dönemi Kürt mirasını yok etme dönemidir. Kürdün varlık inkarının başlangıcıdır. Kürtlerin dilini, kültürünü, kimliğini, gelenekleri, şarkıları, dili, dansları vb. yasaklamanın yanı sıra, köy, kasaba, şehirlerin, dağların ve Kürt olan her şeyin isimlerini değiştirip yerine Türk ismi koyma dönemidir. İsimleri Türkçeleştirmesi Kürtlerin yok oluşu, tarihi, dini anıtların yıkılması ve bu halkın doğasının yok edilmesi anlamını taşıyordu. Bununla birlikte Kürt demografisinin değiştirilmesi gerçekleşti. Yani sayısız Kürt aşiretleri zorla göç ettirip yerine Muhacirleri, Türkmenleri ve diğer artıkları yerleştirmek. Bu, Kürtleri yok etme ve tarih boyunca yarattığı değerleri değersizleştirme girişimi idi. Bu zorla kimlik değiştirme neredeyse Müslüman bir toplumu Hıristiyan toplumu olarak adlandırmakla aynı şeydir.
Osmanlı, Türk olmayan yüzlerce halk işgal etti ve hakimiyetini kurdu. Fakat Kemalistlerin Türk olmayan azınlıklara yönelik saldırıyı Osmanlı yapmadı. Alman Nazizmi ikinci dünya savaşı döneminde 5 yıl boyunca Norveç, Danimarka ve diğer birçok Avrupa halklarını işgal etti. Basın, tiyatro, sinema, edebiyata vs. sansür uyguladı fakat işgal ettiği halkların dilini, kültürünü, kimliğini yasaklamadı.1920’li ve 1930’lu yıllardaki vahşi uygulamalarıyla Kemalizm, birçok alanlarda Nazizm’den daha kötüdür.
Uygulamaları nedeniyle Mustafa Kemal Kürt bölgesinde sadece din düşmanı değil tarihte en büyük Kürt düşmanı olarak biliniyor. Çünkü onun hüküm sürdüğü tek-parti diktası dönemi Kürtler arasında baskı, zulüm, katliam, zorunlu göç, aşağılama ve yasaklar dönemi olarak tanımlanıyor.
Pek çok kişi Türklerin neden hala despotizmi bu düzeyde yüceleştirdiğini hatta kutsallaştırdıklarını anlamıyor. Bunu günümüzün siyasi bilgi düzeyiyle açıklamak zordur. Hemen hemen tüm Türk bilgi kaynaklarında Atatürk’ün dönemine ilişkin bilgilerin çarpıtılması, Türklerin sevdikleri adamı tanıyamamalarının önemli bir nedenidir.
Erdoğan hükümeti son 7 yıldır Kürtlerin taleplerini geçmişteki Kemalistlerin merceğinden okuyor. AKP ve Erdoğan yönetimi ne tam totaliter bir ideolojiye aittir ne de demokratik ittifaklara sahiptir. Erdoğan daha ziyade Rusya ve İran’ın temsil ettiği yayılmacı imparatorluk düşüncesini yansıtıyor. Çoğu Türk ise demokrasiyi özgürlükleri ve refahı değil, bunun yerine, yayılmacı politikalar ve yoksullukla ilişkilendirilen otoriter milliyetçi ve dini odaklı ideolojileri seçiyorlar. Bu da Türklerle Kürtlerin barış içinde bir arada yaşama umudunu giderek zayıflatıyor.
Notlar:
*Georg Johannesen: Retorikkens tre ansikter (The three faces of rhetoric).
*Mehmed S. Kaya: Lillehammer Inland Norveç Üniversitesi’nde profesör.
‘The Zaza Kurds of Turkey’ kitabı yazarı.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***