YORUM | Dr. YAŞAR DEMİRCİOĞLU, HrD Berlin
AKP rejimi tarafından Türk devletinin, evrensel insan hakları belgelerinde düzenlenen ilkelere aykırı olarak mafya yöntemleri kullanmak suretiyle başka ülkelerde “zorla kaybedilme, insan kaçırma, fişleme ve casusluk” suçlarına başvurması ve bu yöntemleri kullanırken konsoloslukların da bu yasadışı eylemlere ortak olması Türk Konsolosluklarının diplomatik dokunulmazlık ve yargı bağışıklığı ilkelerinden sınırsız yararlanıp yararlanamayacakları sorusunu akla getirmektedir.
En son Nordic Monitör tarafından yayımlanan belgede; Tacikistan’dan Türk istihbaratı tarafından zorla kaçırılan ve kaybedilen Koray Vural isimli işadamı ile ilgili süreçte Türk Konsolosluğunun aktif rol aldığının belgelenmesi ile birlikte, insanlığa karşı işlenen bir suçun faili rolündeki kişilerin diplomatik dokunulmazlık statüsünden yararlanıp yararlanamayacağı ve bu kişilere karşı hukuken neler yapılabileceğinin ortaya konulmasının yerinde olacağı düşünülmektedir. Kaldı ki Türk Devletinin son yıllarda Kosova, Kuzey Irak, Ukrayna, Azerbaycan, Pakistan, Malezya, Kırgızistan gibi ülkelerde gerçekleştirdiği zorla kaybetme vakalarındaki geçmiş suç sicili, insanlığa karşı işlediği suçlardaki sistematik devlet ve hükümet kararlılığını, sürekliliği ve suç işleme iradesini göstermesi bakımından da önem taşımaktadır.
Birleşmiş Milletler Herkesin Zorla Kaybetmelere Karşı Korunması Hakkında Uluslararası Sözleşmeye göre “zorla kaybetme” insanlığa karşı işlenen suçlar kapsamında kabul edilmektedir. Aynı uluslararası sözleşmeye göre “Zorla Kaybetme”, Devlet görevlilerinin ya da devletin yetkilendirmesi, desteği veya göz yummasıyla hareket eden kişi ya da gruplarının gözaltına alma, tutuklama, kaçırma ya da diğer herhangi bir biçimde özgürlükten yoksun bırakma ve bu durumdaki bir kimseyi, özgürlükten yoksun bırakmayı kabul etmenin reddedilmesi veya kaybedilen kişinin akıbetinin ya da nerede olduğunun gizlenmesiyle, hukukun korumasının dışına çıkarma” olarak tanımlanmaktadır. Zorla Kaybetmenin yaygın sistematik ve sürekli bir yöntem olarak uygulandığı Türkiye ise henüz bu sözleşmeye taraf olmamıştır.
Türk devleti sadece Pakistan, Tacikistan, Azerbaycan veya Kosova gibi demokratik değerlerin yerleşmediği 3. sınıf demokrasilerde değil, Almanya gibi demokratik ülkelerde dahi Konsolosluklarını, tamamen diplomatik ilke ve değerlerin aksine birer suç mekanizması olarak kullanmaya başlamıştır. Nitekim Almanya iç istihbarat raporlarında da vurgu yapıldığı üzere; ülke içerisinde en fazla casusluk faaliyeti yürüten ülkeler arasında Çin, Rusya, İran ile birlikte Türkiye sayılmaktadır. 2016 sonrası giderek otoriterleşen Erdoğan iktidarı ile birlikte bu tespit Avrupa’daki diğer ülkeler açısından da paralellik göstermektedir. Otoriter yönetimlerde devletin diğer bütün organları gibi, yurtdışında bulunan ve yabancı ülkenin yargı muafiyetinden yararlanan konsolosluklar da suç işlemeye ve rejim suçlarına ortak olmaya zorlanmaktadır. Artık Türk konsoloslukları, Türk Dışişleri Bakanlığına değil, Türk Milli İstihbarat Teşkilatına bağlı devlet örgütü olarak çalışmaktadırlar. Halen Almanya’da bulunan pek çok Türk Konsolosluğunun, Erdoğan muhalifleri ile ilgili espiyonaj faaliyetleri yürüttüğü, Almanya içerisinde bilgi topladıkları ve Türk Emniyet ve istihbarat birimlerine aktardıkları Alman mahkemelerinin de bilgisi dahilindedir.
Nordic Monitör’ün haberine göre; “29 yıldır Tacikistan’da ikamet eden Türk iş adamı Koray Vural, MİT tarafından 16 Eylül’de kaçırılarak Türkiye’ye getirildi. Tüm göstergeler, Tacikistan`da görevli Büyükelçi ve diplomatlar ile Türk Dışişleri Bakanlığı Uluslararası Hukuk Genel Müdürlüğü’nün başına getirilen Kaan Esener’in bu kaçırma eylemini organize ettiğini gösteriyor.
Diplomatik dokunulmazlık, yalnızca ve sadece üstlenilen diplomatik ilişkiler nedeniyle ve Uluslararası Viyana Sözleşmesinde belirlenen ilkelerle elde edilmiş bir ayrıcalık olup, görev ve yetkileri ile bağdaşmayan hele hele ki zorla kaybedilme gibi insanlığa karşı işlenen suçlar açısından, bu suçlara ortak olan Konsoloslukların yargı bağışıklığından ve dokunulmazlığından mutlak surette yararlanabilmeleri mümkün değildir. Bu konuda Almanya Anayasa Mahkemesinin daha önce vermiş olduğu bir karar ile eski Diktatörlerden Augusto Pinochet hakkında İspanya Krallığının talebi üzerine İngiltere, House of Lords tarafından verilen karar oldukça önemli ilkeleri ortaya koymaktadır.
Almanya Anayasa Mahkemesinin 1997 yılında vermiş olduğu kararda; iki Almanya’nın birleşmesinden önce Federal Almanya`ya karşı yasadışı eylemlere müdahil olan eski Doğu Almanya`da bulunan üçüncü bir ülkeye ait Konsolosluk çalışanının hukuki sorumluluğu ile ilgili önemli tespitlere yer verilmiştir. Federal Almanya`da 1983 yılında gerçekleşen bir bombalama eyleminde, iki Almanya’nın birleşmesinden önce eski Doğu Almanya`da bulunan üçüncü bir ülke Büyükelçisinin, bu bombalama eylemde rol aldığının tespit edilmesi üzerine, yıllar sonra söz konusu (eski) Büyükelçinin tutuklanması nedeniyle diplomatik dokunulmazlık meselesi tekrar tartışma konusu haline gelmiştir.
Bombalama eylemini gerçekleştiren faillerin Doğu Almanya’da bulunan Büyükelçilik Binasında ve Büyükelçinin bilgisi dahilinde bir süre bombalarla birlikte bulunmaları ve buradan hareket ederek Federal Almanya sınırları içinde bombalama eylemi gerçekleştirmeleri Anayasa Mahkemesi önüne gelen olayın kısa özetini oluşturmaktadır. Almanya Anayasa Mahkemesi, diplomatik misyonlarda görevli Konsolosluk çalışanlarının, Konsolosluk görevleri ile ilgili olmayan eylemlerinden dolayı olayın hukuki değerlendirmesini yaparken, “diplomatik dokunulmazlık, yabancı ülkenin yargı bağışıklığı, diplomatik binaların yabancı ülkede görevlerinin sınırları” konusunda önemli tespitler yapılmıştır.
Burada cevabı aranan soru; Almanya başta olmak üzere Avrupa ülkeleri veya dünyanın değişik yerlerinde diplomatik dokunulmazlıktan yararlanan konsolosluk çalışanlarının, konsolosluk görevleri ve işleri ile ilgili olmayan ve suç teşkil eden eylemlerinden dolayı; görev sürelerinin sona ermesinin ardından hukuki/cezai sorumluluğuna başvurulup başvurulamayacağı noktasında yoğunlaşmaktadır.
Almanya Anayasa Mahkemesine göre; şikâyetçi Konsolos, ihmal yoluyla hareket etmek suretiyle bombalı saldırıyı desteklemiştir. Daha önce elçilik binasında depolanan patlayıcıların nakledilmesini önlemek için hiçbir şey yapmamıştır. Başkonsolosun hukuka uygun hareket etme yükümlülüğü, yalnızca Büyükelçiliğe emanet edilen nesneler üzerindeki maddi kontrolle bağlantılı ikamet haklarından kaynaklanmaz. Patlayıcıların büyükelçilik binasında depolanması da saldırıyı önemli ölçüde teşvik etmiştir.
İki Almanya’nın birleşmesinin ardından Federal Almanya Savcılığı tarafından 18 Mart 1996 tarihinde Başkonsolos hakkında tutuklama emri çıkarılmış ve bu emre karşı itiraz edilmiş ancak bu itiraz reddedilmiştir. İtiraz, 18 Nisan 1961 tarihli Diplomatik İlişkilere İlişkin Viyana Sözleşmesinin 39. maddesinin 2.fıkrasının 2. cümlesine ve evrensel uluslararası teamül hukukuna göre, bir büyükelçinin resmi işlemlere ilişkin dokunulmazlığı, görevi sona erdikten sonra bile devam edeceği ilkesine dayanmaktadır.
Anayasa Şikayetinde bulunan Başvurucu Konsolos, “resmi görevlerinin yerine getirilmesi” ilkesinden hareket etmiştir. Konu bakımından (ratione materiae), yani resmi işlemler için dokunulmazlığın görevden ayrıldıktan sonra da devam etmesi kuralı, resmi işlemin gönderen devlete atfedilmesi (yani gönderen ülkenin yargı bağışıklığı) gerektiği görüşüne dayanmaktadır. Diplomatik dokunulmazlık savaş veya işgal durumunda bile uygulanmaya devam eder ve evrensel uluslararası teamül hukukunun bir parçasıdır.
Şikâyetçinin bu iddialarına karşı Federal Almanya Anayasa Mahkemesi’nin karşı görüşleri su şekildedir: “Resmi görevi sona eren bir kişinin imtiyaz ve dokunulmazlıkları normal olarak ülkeden ayrılmasıyla veya bu amaç için tanınan makul bir sürenin bitiminde sona erer ve silahlı çatışma halleri de dahil olmak üzere o zamana kadar devam eder. Bununla birlikte, dokunulmazlıkla ilgili olarak, ilgili kişinin misyonun bir üyesi olarak resmi görevlerini yerine getirirken üstlendiği fiillere uygulanmaya devam eder.” Resmi işlemler için sınırsız muafiyete ilişkin hüküm süren bir anlayış söz konusudur. Ancak Savaş suçları ve insanlığa karşı suçların yani sıra zorunlu uluslararası hukuk normlarının ihlal edilmesi durumunda, özellikle asgari insan hakları standardının ihlali ve uluslararası terörizmle bağlantılı eylemlerde dokunulmazlığın kaldırılması diplomatik dokunulmazlıkla güvence altında tutulamaz.
“Resmi görevi sona eren bir kişinin imtiyaz ve dokunulmazlıkları normal olarak ülkeden ayrılmasıyla veya bu amaç için tanınan makul bir sürenin bitiminde sona erer ve silahlı çatışma halleri de dahil olmak üzere o zamana kadar devam eder. Bununla birlikte, dokunulmazlıkla ilgili olarak, ilgili kişinin misyonun bir üyesi olarak resmi görevlerini yerine getirirken üstlendiği fiillere uygulanmaya devam eder.” Ancak bu dokunulmazlık, sadece resmi görev sınırları kapsamında olan eylemler için söz konusu olup savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar ve terör suçları diplomatik dokunulmazlık kapsamında değerlendirilemez. Uluslararası Hukukta Jus cogens yasakları kapsamında dokunulmazlık korumasının bulunamayacağı görüşü git gide daha fazla taraftar kazanmaktadır.
Şili Cumhuriyeti’nin müdahil olduğu dava, Senatör Pinochet’nin 1998 yılında tıbbi tedavi için Londra’da olduğu sırada İspanya’nın Birleşik Krallık yetkililerine sunduğu iade talebine dayanmakta idi. İlk yargılamanın konusu, İspanya’nın iade talebine dayanarak Senatör Pinochet hakkında çıkarılan tutuklama emriydi. İade talebinin kendisi esas olarak aşağıdaki gerçeklere dayanmaktaydı.
11 Eylül 1973’te dönemin General Pinochet liderliğindeki Şili askeri güçleri Allende hükümetine karşı bir darbe düzenledi. Darbe sonrasında kurulan askeri cuntada Pinochet, Şili Devlet Başkanı olarak görev yaptı. 11 Mart 1990’da Pinochet, iktidarı demokratik olarak seçilmiş sivil bir hükümete devretti. O zamandan beri, kendi belirlediği kurallar çerçevesinde kendisini ömür boyu Şili senatörü olarak görevlendirdi ve böylece diplomatik dokunulmazlık zırhını elde etmiş oldu. Pinochet’nin görevde olduğu süre boyunca insanlar “zorla kaybedildi”, işkence gördü ve keyfi olarak öldürüldü. Senatör Pinochet, bu eylemlerin kendisinin kışkırtması ve bilgisi dahilinde ve katılımıyla yapılan anlaşmaların uygulanması sırasında gerçekleştiği yönündeki iddiaları reddetti. Duruşma sırasında birkaç kez genişletilen iddialar kataloğu, en sonunda işkenceye yönelik komplo vakalarını, bazen de işkence mağdurlarının öldürülmesini, rehin almayı, İtalya ve İspanya’da cinayet işlemeye yönelik komployu ve çok sayıda işkence vakasını kapsayacak şekilde genişletildi. Tüm eylemlerin 1 Ocak 1972 ile 1 Ocak 1990 arasında farklı zamanlarda işlendiği belirtildi.
Pinochet davasındaki yargıçlar kararlarını verirken, Senatör Pinochet’nin Şili Devlet Başkanı olarak görev yaptığı süre boyunca, 10 Aralık 1984 tarihli İşkenceye ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı veya Aşağılayıcı Muameleye Karşı Sözleşmenin yürürlüğe girdiği gerçeğini dikkate aldılar. Sözleşme İspanya için 21 Ekim 1987’de, Birleşik Krallık için 8 Aralık 1988’de ve Şili için 30 Ekim 1988’de yürürlüğe girmiştir. Mahkeme; uluslararası hukuka karşı suç işleyen kişilerin sorumlu tutulabileceği fikrinin uluslararası hukukta artık yaygın bir bilgi haline geldiğine dikkat çekti. Ayrıca, 1989 yılına gelindiğinde uluslararası hukukta yaygın ve sistematik işkencenin bu tür bir suç olarak yasaklandığı görüşü hâkim olmuştu. İşkenceye Karşı Sözleşme yürürlüğe girdiğinden ve bu nedenle yurt dışında işlenen işkence eylemlerinin de cezai kovuşturmaya tabi olması gerektiğinden, Sözleşmeyi imzalayan bir devlet artık yaygın ve sistematik işkence iddialarına karşı konu bakımından dokunulmazlığa dayanamaz. Sözleşme’nin Şili, İspanya ve Birleşik Krallık için yürürlüğe girmesiyle birlikte, bu konuda bir anlaşma olduğu yönündeki görüşleri için de geçerlidir. Eski devlet başkanlarının işkence iddialarına karşı konu bakımından dokunulmazlık itirazları artık ileri sürülemez.
Bunun yanında, eski devlet başkanının yalnızca özel zevkine veya kişisel çıkarına hizmet eden suç teşkil eden fiiller dokunulmazlık korumasından yararlanamaz. Ayrıca suçların yurtiçinde veya yurtdışında olup olmaması açısından hiçbir fark bulunmamaktadır.
İşkence uygulamaları dünyadaki tüm diktatörlük sistemlerinde olağan olduğundan, bu tür eylemlerin, orantısal dokunulmazlığın kullanılması durumunda yargılanabilirliği, ilgili devletlerin cömert cezasızlık veya af vaatleri yoluyla demokrasiye geçişi “güvence altına almalarını” zorlaştırmaktadır. Şili’nin Pinochet davasındaki cezasızlık vaadi, ömür boyu senatörlük yetkisinin kazanılması ve buna bağlı olarak bir parlamenterin kendi ülkesinde yargılanmaktan muaf tutulması yoluyla gerçekleşti. Bununla birlikte, yalnızca cezasızlık vaatleri, eski diktatörlük devlet liderliği üyelerinin kişisel çıkarlarına tek taraflı olarak hizmet ettiğinden, haklı olarak son derece şüpheli olarak görülecektir.
2016 sonrası otoriter bir yapıya dönüşen Türk Devletinin yurtdışında bulunan Konsolosluklarının, Diplomatik İlişkileri Düzenleyen Uluslararası Viyana Sözleşmesinde belirlenen temel ilkelere aykırı olarak barış ve ikili ilişkilerin devamı yönündeki insancıl hukukun bir temsilcisi olma misyonlarını kaybettikleri açıkça görülmektedir. Konsolosluklar, bu aslı fonksiyonlarını kaybettiklerinden su anda espiyonaj, muhalif takibi, kişisel bilgilerin elde edilmesi, casusluk gibi misafir olunan ülkede de suç sayılan eylemlerin ya da zorla kaybettirme gibi insanlığa karşı işlenen suçların ortak faili konumuna dönüşmüştür. Konsolosluk çalışanlarının, görev ve yetkileri ile bağdaşmayan ve diplomatik dokunulmazlık kapsamında da bulunmayan bu eylemlerinin, görev yaptıkları dönemde veya görev sürelerinin sona ermesinden sonra dünyanın her yerinde bir ceza takibatına konu olabileceğini bilerek hareket etmeleri yerinde olacaktır.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***