17-25 Aralık rüşvet ve yolsuzluk operasyonlarından sonra bir kırılma yaşandığını ve devletin ayarının bozulduğunu söyleyen eski Büyükelçi Namık Tan, devlet yapısının çökertilmesine sebep olan herkesin yarın bundan sorumlu tutulacağını bildiği için tek adam rejiminin ayakta kalması için büyük mücadele verdiklerini söyledi. Türkiye’nin uçurumun kenarına geldiğini belirten Tan, algı yönetimiyle vatandaşların gerçek üstü varsayımlara inandırıldığına işaret etti.
T24’ten Cansu Çamlıbel’e konuşan emekli Büyükelçi ve CHP Dış İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Başdanışmanı Namık Tan çok önemli açıklamalarda bulundu.
ABD’ye hareketi öncesinde Atatürk Havalimanı’nda düzenlediği basın toplantısı ‘gerekirse AB ile yolları ayırabiliriz’ diyen AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sözlerinin Avrupalılar tarafından ciddiye alınmayacağını söyleyen Namık Tan, ‘‘Birleşmiş Milletler Genel Kurulu toplantıları öncesinde, New York’ta görüşeceği liderlere, “Beni dışlamayın, beni dikkate alın” mesajı vermek istiyor. Daha önce de benzer ifadelerde bulunmuştu. Bu sözlerin diğer bir hedefinin de iç siyasette milliyetçi ve ulusalcı kitlenin gönlünü okşamak olduğunu düşünüyorum.’’ dedi.
CHP Diyarbakır Milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nun karşı karşıya olduğu linç kampanyası konusunda da sessiz kalmayan Namık Tan, ‘‘Milletvekillerinin görevi devletin kurum ve kuruluşlarını millet adına denetlemek, varsa suç, hata ve eksiklikleri eleştirerek millete açıklamaktır. Sezgin Tanrıkulu ‘TSK’nın yaptığı her şey eleştiriden azade değildir. TSK üzerinden bütün şaibelerin kalkması amacıyla bunları sorarız’ derken görevinin gereğini yerine getirmiştir”. Ben bu açıklamaya tamamıyla katılıyorum.’’ İfadelerini kullandı.
Namık Tan’ın röportajının tamamı şöyle:
“ÜLKE UÇURUMUN KENARINDA, CEHALETLE AKIL ARASINDA BİR MÜCADELE BU”
– Dışişleri’nden ayrıldıktan sonra birkaç kez farklı partilerden siyasete girme teklifi aldığınız biliyorum. Ancak siz siyaseti hep ötelediniz. Görüşlerinizi açıkça beyan etmekten hiç çekinmediniz ama aktif siyaseti kararını daha önce gündeminize almadınız. Neden bu sene kararınız değişti? CHP’den siyasete girme kararınızın sebebi nedir?
Türkiye’nin büyük bir uçurumun kenarına geldiğini görüyordum, hâlâ da öyle olduğuna inanıyorum. O uçurumun kenarından uzaklaştığımızı düşünmüyorum. Hatta bunu bir varoluşsal kriz olarak değerlendiriyorum. Bir nevi cehaletle akıl arasında bir mücadele bu ve halen devam ediyor. Teklif geldiğinde benim müktesebatımın bu gidişatın durdurulmasına belki yardımcı olabileceği düşüncesiyle “evet” dedim. Yani klasik deyimle, elimizi taşın altına koymamız gerektiğini, bunun da tam zamanı olduğunu düşündüm. Çünkü öyle bir ana gelmiştik ki, hiçbir ülkede hiçbir hükümetin- ideolojisi ne olursa olsun- böyle bir durumdayken iktidarda kalması mümkün olamazdı.
– Ama oldu.
Evet, oldu… Buna şaşırdığımı söylemeliyim. Sonuca inanamadım. Sonrasında yaşanan travma üzerinizden kalkmaya başladığında insan bu sonucun bazı sebepleri olduğunu anlıyor. Seçim kampanyasının heyecanıyla bunları göremeyebiliyor insan, ben de göremedim doğrusu. Ancak sonradan bunun belli sebepleri olduğu ortaya çıkıyor. Fakat, şu anda bunları tartışmak istemiyorum. Çünkü benim müktesebatım günlük siyasi değerlendirme yapmamı engelliyor. Dolayısıyla, bunlara girmeyeceğim. Ama siyasete atılma kararı almamın başlıca sebebi budur; “Bir katkım olabilir mi?” düşüncesidir. Ayrıca, tabii dostlarımızın da teşviki vardı. Ama neticede ülkemin geleceğinden duyduğum endişeden dolayı siyasete girdim diyebilirim. Bu en çok motive eden bu endişedir.
– Bu “uçurumun kenarı” diye tasvir ettiğiniz durumu biraz açmanızı istiyorum. Bunu daha çok da bir dış politika perspektifiyle yanıtlamanızı istiyorum. Zira seçim Kemal Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığıyla nihayetlenseydi potansiyel dışişleri bakanı adaylarından biri sizdiniz. Zaten seçimin hemen ardından sizi Dış Politikadan Sorumlu Genel Başkan Danışmanı olarak görevlendirdi. “Seçim kazanılsa bakan olabilirdiniz” derken yanlış mı düşünüyorum?
Onu bilemiyorum kendisine sormak gerek.
“TÜRKİYE SAĞI SOLU BELLİ OLMAYAN MÜTTEFİK, AĞIRLIĞININ KARŞILIĞINI GÖREMEMESİ BU YÜZDEN”
– “Türkiye uçurumun kenarında” diye tarif ettiğiniz durumun AKP’nin dış politikasıyla birebir bağlantılı olduğunu düşündüğünüz yazılarınız ve sosyal medya paylaşımlarınızda belirgin. Bu ön bilgi üzerinden sorayım; Türkiye’yi G20 üyesi, NATO üyesi, kâğıt üzerinde de olsa hala Avrupa Birliği’ne üye almaya aday bir ülke olarak “uçurumun kenarında” yapan şey nedir?
“Türkiye bütün bu sıfatların hakkını veriyor mu?” diye de sormak lazım öncelikle. Evet, Türkiye bir NATO üyesi ama gerçekten NATO üyesi sorumluluğuyla mı hareket ediyor? Evet, Türkiye bir G20 üyesi ama bu yapının içindeki sorumluluklarını yerine getiriyor mu? Evet, Türkiye Avrupa Konseyi’nin kurucu üyesi, ancak olması gerektiği gibi davranıyor mu? Doğru değerlendirme yapabilmek için önce bu soruların dürüstçe cevaplanması lazım. Türkiye bölgesinde çok kritik bir konumda. Bu konumundan çıkarları istikametinde fayda yaratması için öncelikle muhataplarına karşı açık ve dürüst davranması, öngörülebilir bir ülke olması gerekiyor. Bunu yapmadığı gibi bir de uzun zamandır kendisini sağı solu belli olmayan, ne yapacağı kestirilemeyen, öngörülemez bir müttefik konumuna soktu. Türkiye’deki iktidarın yanlış politikalarından kaynaklanan bu öngörülemezlik öyle bir boyuta geldi ki hemen bütün muhataplarımızla aramızdaki güven unsuru tamamen yok oldu. Bütün ilişkilerimiz karşılıklı güvensizlik üzerinden tanımlanır oldu. İşte, bunu son olarak Hindistan’da yapılan G20 Zirvesi’nde gördük.
– Türkiye G20 zirvesinde taşıması beklenen jeopolitik ağırlığın karşılığını alabildi mi?
Hayır, hiçbir şekilde alamadı. Alacak bir siyaset veya tavır ortaya koyamadı ki…
“ERDOĞAN İSVEÇ İÇİN ÖNCE SÖZ VERDİ, ŞİMDİ YENİDEN PAZARLIĞA BAŞLADI”
– Bu tür bir uluslararası toplantıda Türkiye ölçeğinde bir ülkenin Cumhurbaşkanın ağırlığının karşılığını görmesi için kriter ikili temaslar mıdır? Ülke olarak ciddiye alınmanın göstergeleri nelerdir? Bir ülkenin önemi diplomatik temaslarda nasıl hissettirilir?
Uluslararası ilişkilerde duygusallıktan arınmanız gerekir. Her söyleyeceğiniz kelimeye dikkat edeceksiniz. Diplomatlık, paraşütle atlamaya benzer. Paraşütünüz mutlaka açılmak zorundadır. Aksi taktirde, onarılamayacak hatalar içine düşersiniz. G20 özelinde konuşacak olursak, orada bize ne sorulacağı ne talep edileceği belliydi. Örneğin, İsveç’in NATO üyeliğinin muhataplarımız açısından öncelikli gündem maddesi olmaya devam ettiği biliniyordu. Sayın Cumhurbaşkanı daha iki ay önce Vilnuis’de yapılan NATO Zirvesi’nde “Yakında İsveç’in üyeliğini onaylayacağız” diye taahhütte bulunmamış mıydı? Aradan iki ay geçmiş bu sefer diyorsunuz ki; “ABD Kongresi F16 satışlarını onaylasın, ben bakarım”. Mevzuyu yeniden pazarlık konusu haline getiriyorsunuz. Yani, önce söz verip sonra farklı bir tutum aldığınız için iş daha büyük meseleye dönüşüyor.
Bir de tabii işin şu boyutu var; İsveç’in PKK ile mücadele konusunda yapmadıklarını vurgularken, ülkelerindeki PKK unsurlarına karşı benzer tutum sergileyen ABD, Fransa, Almanya gibi ülkeleri İsveç için belirlediğiniz kriterleri devreye sokarak yargılamıyorsunuz. Onlar da PKK meselesinde benzer bir tavır sergilemiyor mu? Örneğin, çok verimli bir ilişki içinde olduğunuzu söylediğiniz Rusya’nın başkentinde PKK’nın resmi temsilciliği yok mu? Rus askeri yetkilileri Suriye’de YPG/PKK unsurlarıyla alenen temas etmeye devam etmiyorlar mı? Siz bunları görmezden gelmiyor musunuz? Hal böyleyken biz neden bu konuyu sadece İsveç üzerinde bir nevi şantaja dönüştürdük? Bunu yaparak, itibarımızdan ve güvenilirliğimizden kaybetmekten başka tam olarak ne elde ettik?
“GÜVENMEDİKLERİ İÇİN ERDOĞAN’IN TALEPLERİNE KAYITSIZ KALIYORLAR”
– Doğru yöntem bu değilse, nedir?
NATO’nun kendi müzakere yöntemleri çerçevesinde kalarak, o mekanizmaları işleterek aynı sonuçları, hatta daha fazlasını alabilirdik. Hem de ‘güvenilmez müttefik’ damgası yemezdik. Bugün bizimle ilgili en önemli sorun, masaya oturduğumuz ülkelerin bize güven duymuyor olması. Son G20 toplantısında ne oldu? Sözünü ettiğim müttefiklerin hemen hepsi Sayın Cumhurbaşkanı’na ve onun taleplerine kayıtsız kaldı.
– Soruma cevap olarak yanlış alamıyorsam şunu söylüyorsunuz; G20’de mesela Almanya Başbakanı dışında hiçbir NATO üyesi lideri Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ikili bir fotoğraf karesine girmedi. Erdoğan Biden ile ayaküstü kısa bir sohbet ettiklerini söyledi ancak Amerikan tarafı ikili bir görüşmeyi gündemine almadı. Bütün bunlar bize aslında NATO ittifakı liderlerinin bundan iki ay önce kendilerine İsveç’in üyeliğinin onaylayacağını yönünde taahhütte bulunan Erdoğan’ın bu sözünü yerine getirmekte ayak sürüyor olmasına karşı bir tavır koyduğunu mu söylüyor? Sizin yorumlarınızı böyle anlıyorum, yanlış mı?
Sergilediğimiz tutumun müttefiklerimiz nezdindeki güvensizliği tetiklediğini söylüyorum. Ancak öte yandan, yanlış anlaşılmak istemem; batının her şeyiyle mükemmel, hiçbir yanlışı olmayan, her konuda tutarlı bir yapı olduğunu söylemiyorum. Benim anlatmaya çalıştığım şu; biz doğru ve dürüst bir duruş ortaya koymalıyız ki, muhataplarımızdan taleplerimize beklediğimiz yanıtları alabilelim ve bize verilen sözler yerine getirilmediğinde onlardan hesap sorabilelim. Biz maalesef uzun süredir doğru bir duruş sergilemiyoruz. Aksine, uzun bir süredir üstenci bir söylemle batıyı günah keçisi ilan etmeyi tercih ettik. Her yanlışın yegâne sorumlusu olarak batıyı gösterdik. Türkiye bugün müttefiklerimiz tarafından nerede durduğu belli olmayan bir ülke olarak görülüyor. Türkiye’ye güvensizlik duyuluyor. En büyük sorun da bu. Böylesine güvensizlik duydukları bir ülkeye de stratejik projelerin ve kararların içinde yer vermiyorlar. Nitekim, son G20 toplantısında oluşturulan ve Hindistan’dan başlayıp Avrupa’ya kadar giden ekonomik koridor projesinde bize yer vermediler. Türkiye bu projenin dışında kaldı. Bunu kabul etmek mümkün değil. Peki, toplantıda ele alınan konular bağlamında Türkiye’nin herhangi bir somut katkısı oldu mu? Hayır! Biz oradan yine sadece şikayetle döndük. Projeden dışlanmamıza öfkeli tepki gösterdik, o kadar.
“KENDİ ANAYASANIZI UYGULAMADIĞINIZI GÖREN MUHATAPLARINIZ, SİZE NİYE HAK HUKUK İÇİNDE YANIT VERME SORUMLULUĞU HİSSETSİN Kİ?”
– AKP hükümetinin Biden yönetimine yönelik genel tutumunu nasıl değerlendirmek lazım? Erdoğan’ın Trump ile kurduğu ikili ilişki zeminini Biden ile yakalayamadığı ortada. Zaten yakalamaları beklenmezdi de çünkü iki taraf da birbirlerine karşı pozisyonlarını çok net ortaya koymakta beis görmemişti. İkili ilişkinin tonundan daha önemli olan şeylere odaklanabildi mi Beştepe?
Amerika Birleşik Devletleri biliyorsunuz kendi içinde muazzam sorunlar yaşıyor ve bu sorunların küresel yansımaları olacak. Biz ABD ile duygulara değil, akla dayalı bir ilişki geliştirebilmiş olsaydık, belki de bugün karşı karşıya bulunduğumuz sorunlar hiç ortaya çıkmayacaktı. Ya da en azından, mevcut sorunların bir kısmının önüne geçme imkânımız olabilecekti. Şimdi, bu imkânı büyük ölçüde kaybettik. Amerika Birleşik Devletleri çok yakında zorlu bir seçim dönemine girecek. Seçimler sonucunda belki yeni bir yönetim işbaşına gelecek ve ilişkileri doğru bir zemine oturtmamız epey zaman alacak.
Türkiye olarak biz batılı olduğumuzu ve batı değerlerinin yanında olduğumuzu söylüyoruz. Ancak, ne tuhaftır ki, hiçbir batı değerine saygı göstermiyoruz. Türkiye bugün hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı, basın özgürlüğü gibi evrensel birtakım değerlerle bağlarını tamamen koparmış bir ülke görüntüsü veriyor. Bu durumdaki bir ülkenin hiç kimseyle, hiçbir alanda sağlıklı bir ilişki kurabilmesi mümkün değildir. Şimdi siz çıkacaksınız, bazı ülkeleri hukukun gereklerini yerine getirmemekle suçlayacaksınız, örneğin İsveç’in Avrupa hukukuna uygun hareket etmediğini söyleyeceksiniz, ancak siz Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarını keyfi şekilde uygulamayacaksınız. Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş’ı AİHM’nin kararlarına ve anayasanızın açık hükmüne rağmen serbest bırakmayacaksınız. Yani kendi anayasanızı uygulamayacaksınız. Sizin evrensel hukuk kurallarını tanımadığınızı gören muhataplarınız sizin beklentilerinize neden hak hukuk çerçevesi içinde yanıt verme sorumluluğu hissetsin ki?
Türkiye’nin iç politikasıyla dış politikası tamamen iç içe geçmiş vaziyette. Yani dış politika, iç siyasi mülahazalarla, “içeride nasıl bir yansıması olur, bize ne getirir” gibi bir anlayışıyla yapılıyor. Böyle bir dış politikanın siyasi ve ekonomik çıkarlar açısından Türkiye’ye bir kazanç sağlaması söz konusu dahi olamaz.
“BU REJİMİ TARİF EDEN TEK ŞEY BİR KİŞİ VE AİLESİNİ KORUMAYA DÖNÜK VAROLUŞSAL DÜRTÜ”
– Peki bunda ısrar neden sizce?
Çünkü orada da yine varoluşsal bir durum var. Bir kişinin ve ailesinin ayakta kalması lazım. Türkiye, siyasi ve ekonomik bakımdan bu kadar kritik bir dönemden geçerken, mesele tek bir kişinin yönetimindeki bu rejimin iktidarda kalmasına indirgenmiş durumda. Bu rejimi tarif etmekte de zorlanıyorum. Nedir bizim içinde yaşadığımız bu sistem, bilmiyorum.
– “Türk tipi başkanlık” tanımını kullanan akademisyenler var. Takip edebildiğim kadarıyla siz de bu ifadeyi kullandınız yazılarınızda. “Türkiye’ye özgü olmanın dışında bu sıfatın ne anlama geldiği elbette izaha muhtaç.
Öyle diyoruz ama o da tam tarif etmiyor aslında bu rejimi. Çünkü o tanımı dışarıdan değerlendiren bir kişi, yine de kuralların işlediği bir başkanlık sistemi var sanabilir. Oysa, bu garip sistem içerisinde, hiçbir yere oturmayacak, gerçeklikten uzak kararlar alınıyor. Bu kararların zaman içinde birtakım sonuçları olacak. Bugün kendisini ve ailesini korumak için varoluşsal bir dürtüyle ülkeyi yönetmeye çabalayan bu zatın gerçeklikten uzak yaklaşımını sonuna kadar sürdüreceğini düşünüyorum. Zira aksi takdirde ne iktidarda kalabilir ne ayakta.
– Erdoğan’ın sonuna kadar sürdürmek istediğini söylediğiniz bu düzenin adını tam koyamıyor olsak da tarif etmeye çalışalım. En belirgin özelliği nedir Erdoğan rejiminin?
Devlet ortadan kalkmış durumda. Yani bizim bildiğimiz devlet yok artık. Bildiğimiz devlet yapısı ortadan kalktı, kurumlar ortadan kalktı. Kurumları olmayan bir devlet yapısı düşünebiliyor musunuz? Hiçbir kurum gerçek anlamda işlevini yerine getiremiyor. Ne Dışişleri kaldı ne Maliye ne Adliye…Çok vahim bir durum.
“FİDAN VE ŞİMŞEK’E SAYGI DUYUYORUM AMA KENDİ İRADELERİYLE KARAR ALAMAZLAR”
– “Dışişleri yok” dediniz ama bir taraftan da Erdoğan seçim sonrasında en güvendiği adamlarından birini, kendi sistemi içindeki en kuvvetli adamlarından birini, Hakan Fidan’ı Dışişleri’nin başına getirdi. Siz de büyükelçilik yıllarınızda Hakan Fidan ile yakın mesai yaptınız. Uluslararası camiada saygı gören bir isim olduğunu biliyorsunuz. Öte yandan yine seçim sonrasında uluslararası piyasalarda olumlu bir imajı olan Mehmet Şimşek’i ekonominin başına koydu. Bu hamleler de “Acaba Erdoğan aslında vahim durumun farkında ve bu gidişatı düzeltmek istiyor olabilir mi?” şeklinde temkinli bir iyimserlikle karşılandı. Bu atamalar – tabii bahsettiğimiz kişilerin kararlarda etkin olabildiği bir senaryoda- devleti toparlayabilir mi?
Hayır! Çünkü aslında bunlar hep kendisinin ayakta kalmasını, iktidarda kalmasını sağlayacak bir düzeni idame ettirmeye matuf hamleler. O kişilere saygı duyuyorum, ancak onların bağımsız bir şekilde, kendi iradeleriyle birtakım kararları aldığına inanmıyorum. İnanamıyorum daha doğrusu.
“DEVLETİN AYARI 2013’TE BOZULDU”
– Sizin izlenimleriniz siyasete yeni girmiş bir siyasetçiden daha kritik bir yere oturuyor çünkü yakın denebilecek bir zamana kadar devletin içindeydiniz. 2014’e kadar AKP Türkiye’yi temsilen kritik görevlerde bulundunuz. Şunu merak ediyorum; devlet kurumlarının ve bu kurumlardaki kilit pozisyonların anlamsızlaştığı, devlet kurumlarının ve dolayısıyla bürokrasinin külliyen karar mekanizmalarından dışlandığı bu modele tam ne zaman geçildi? Tarih verebiliyor musunuz?
Aşağı yukarı 2013’te bence. O tarihte bir kırılma yaşandı. Malum 2013’te bu 17- 25 Aralık hadiseleri oldu. Sonra devletin ayarı bozuldu. Ondan sonra bizim bildiğimiz devletten, her bakımdan uzaklaşılmaya başlandı. Tabii buna sebebiyet veren de yine bizatihi tek adamın kendisidir.
– Açarak ilerleyelim lütfen. “Buna sebebiyet veren” derken kastettiğiniz ‘Fethullahçı’ kadroların devletin kritik noktalarını ele geçirmesine izin verilmesini kastediyorsunuz, değil mi?
Evet.
Aslında her şeyi beraber yaptılar, sonra da aralarında kavga etmeye başlayınca maliyetini herkese ödettiler. Şunu söylemiyorum; devletin yapısı o tarihe kadar mükemmeldi demiyorum. Eskiden de bizim bir sürü boşluklarımız, yanlışlarımız vardı ama hiç değilse kurumlar ayaktaydı. Devletin yapısı bir bütün olarak korunuyordu. Benim gördüğüm onlar kavgaya tutuşunca o bütünlüklü yapı yara aldı. Ve öyle ki, o süreçte bütün sorumluların rolü ayyuka çıktı. Hepsini gördük. Şimdi devletin ortadan kalkmasında sorumluluğu olanlar o suçlulukla yaşıyorlar. Ancak, hala yaptıklarının hesabını vermiş değiller.
“DEVLETİN ÇÖKMESİNE NEDEN OLAN HERKES YARIN SORUMLU TUTULACAKLARINI BİLİYOR; ERDOĞAN’IN AYAKTA KALMA SAVAŞINA DESTEK VERMELERİ BUNDAN”
– Hesap verme gibi bir kaygıları oldu mu ki hiç?
Artık yok… Ama verebilecekleri kaygısı var. Yani hesap verebilecekleri kaygısı, onları her ne pahasına olursa olsun ayakta kalmak konusunda motive eden en önemli husus. Devlet denilen yapının çökertilmesine sebep olan herkes yarın bundan sorumlu tutulacağını biliyor. O kaygıyla hareket ediyorlar ve tek adamın ayakta kalma savaşına o yüzden çok büyük destek veriyorlar. Bu çok kalabalık bir çevre, yani bu suça ortak olan çok kimse var.
“ARTIK BAŞKA TÜRLÜ BİR DERİN DEVLET VAR, SEÇİM SÜRECİ BUNU TEYİT ETTİ”
– 2- 4 Mart krizinden sonra – yani Meral Akşener’in masadan kalkıp sonra geri döndüğü o kritik parantezden sonra YetkinReport’ta kaleme aldığınız yazı dikkatimi çekmişti. Bugün dönüp tekrar okudum yazıyı, başlığın kendisi bile çok şey söylüyor; “Derin devlet, derin siyaset ve bozulan oyunlar”. O yazıda aslında net ifadelerle böyle söylemeseniz de seçim sürecinin kontrolü ya da yönlendirilmesi için derin devletin devreye girmiş olabileceğini ima etmiştiniz. Müesses nizamın İYİ Parti’ye kanca atmış olma olasılığına değinmiştiniz. O zaman siz Türkiye’de şekil değiştirmiş olsa da hala bir derin devlet olduğunu düşünüyorsunuz. Doğru mu?
Evet, düşünüyorum. Bunu, çok önceden de düşünüyordum zaten. Seçim sürecinin bunu teyit ettiğini düşünüyorum. Şimdi buna daha da çok inanıyorum.
– Neden seçimlerden sonra derin devletin varlığını güçlü bir şekilde sürdürdüğü kanaatiniz kuvvetlendi?
Çünkü seçim sürecini bilfiil yaşadık, her aşamasını gördük. Kimse beni bunun adil ve açık bir seçim olduğuna inandıramaz. “Somut kanıtınız var mı?” diye sorarsanız, cevabım “hayır” olur. Ancak, yaşanmışlık üzerinden hissiyatımın bu yönde olduğunu söyleyebilirim.
“40 SENEDEN FAZLA HİZMET ETTİĞİM DEVLETİN NELERE KADİR OLDUĞUNU BİLİYORUM”
– Sizin İstanbul 3. Bölgedeki rakibiniz eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ydu. Dolayısıyla da tahminim kampanya sürecinde devletin bütün imkanlarının hükümetin bir milletvekili adayı için ne şekilde kullanıldığına yakından tanık oldunuz. Bunun adil bir yarış olmadığını söylemek mümkün çünkü gözle görülür bir şey. Ancak “açık bir seçim” olmadı demek başka bir imayı içeriyor. Dahası, derin devlet göndermesi yapınca konunun boyutu daha da değişiyor. Şu anda Türkiye’nin klasik bir parti devlete fevkalade yakın bir yerde olduğuna kuşku yok. Ancak bizim sahnede gördüğümüz aktörler dışında birileri 70’lerde 80’lerde 90’lardaki gibi Türkiye’nin iç ve dış siyaseti üzerinde etkili olabiliyorlar mı?
Söylediğim gibi, somut kanıtlar yok elimde. Ama ben devletin içinden görece yakın zamanda ayrılmış birisi olarak izlenimlerime ve tecrübelerime istinaden bu değerlendirmeyi yapıyorum. Devlete 40 seneye yakın hizmet ettim. Dolayısıyla, devletin nelere kadir olduğunu biliyorum. Buna dayanarak hissiyatımın bu yönde olduğunu söylüyorum. Bir başka konu daha var, tabii. Hangi devlet? Bir benim biraz önce artık kalmadı dediğim devlet var, bir de şimdiki iktidarın yarattığı kural tanımaz devlet var.
Aslında, derin devlet her ülkede var, Amerika Birleşik Devletleri’nde de var, İngiltere’de de var, Fransa’da da var… Ancak, derin devletin de kendi içinde bazı kuralları olduğu biliniyor. Somut bir örnek verecek olursak, ABD’deki federal devletin savunma harcamalarına bakın. Normalde, Amerikan yönetiminin Kongre’den onay almadan tek bir kuruş harcaması mümkün değildir. Bunun yöneticiler üzerinde çok büyük vebali vardır. Bizim ülkedeki gibi bütçe disiplinine uymadan, keyfi harcama ve ödeme yapılamaz. Ama iş ulusal güvenliğe geldi mi, Amerika’da akan sular durur; gereken harcama her halükârda yapılır. Bunu herkes bilir. Bizim için de aynı şey geçerliydi.
Ama bugün artık Türkiye’de milli iradeye keyfi gerekçelerle hesap vermekten kaçan, milli iradenin onayı ile konulmuş kuralları alenen hiçe sayan, keyfi davranmaktan kaçınmayan iktidarın yarattığı bir devlet var. Bizatihi devleti elinde tutan insanlar yazılı kuralları dinlemediklerini söyleyebiliyor. Ülkenin kayıtsız şartsız uyulması ve saygı duyulması gereken yazılı kuralı olan anayasayı “tanımıyorum” denebiliyor. Tek adam; “Ben anayasaya saygı duymuyorum” diyebiliyor, bu ülkede…
– En bariz örneklerinden biri de TİP milletvekili, Gezi tutuklusu Can Atalay’ın durumu.
Hiçbir hüküm yok hakkında. En ufak bir hüküm yok. Keyfi şekilde İçeride tutuluyor. Neden tutuluyor, kimin kararına göre tutuluyor, bilen yok. Belki de tam tersi; herkes kimin tarafından tutulduğunu biliyor ama bunu söyleyemiyor. Üstelik, bizatihi iktidarın atadığı YSK “aday olabilir” kararı veriyor ve nihai nitelikte olan bu karara istinaden halkın oylarıyla seçiliyor. Aslında, anlaşılması mümkün olmayan birçok şey daha var. Bir örnek de mesela şu; seçim sürecinde birtakım figürler ortaya çıktılar ve birdenbire iktidarın bir parçası oluverdiler…
“SİNAN OĞAN SON DAKİKA SİSTEME NASIL DAHİL OLDU? KİM YAPTIRIYOR BUNLARI?”
– HÜDA- PAR, Sinan Oğan…onlardan bahsediyorsunuz.
Tabii, mesela HÜDA- PAR… Devletle sorunu var, geçmişi ortada, suça bulaşmış… Sinan Oğan’ın belki devletle sorunu yok ama seçimlerde adaylık için gerekli olan yüz bin oyu toplamakta zorlanan bir insan son dakikada nasıl sisteme dahil oldu? Kim yaptırıyor bunları? Bütün bu garipliklerin tek bir insanın, yani tek adamın ayakta tutulması uğruna yapıldığını düşünüyorum. Bazı kişi ve kurumların derin devlet organizasyonuyla araçsallaştırıldığına inanıyorum.
“MALUM ZAT VE AİLESİ İÇİN ARAÇSALLIĞINIZ BİTTİĞİ ZAMAN SİZ DE BİTİYORSUNUZ”
– Dışardan devleti analiz etmeye çalışanların hep kullandığı bir “Küreselciler- Avrasyacılar” dikotomisi vardır. NATO ittifakına ve Türkiye’nin batıya çıpalanmasına karşı olan Avrasyacıların başta Rusya ve Çin olmak üzere alternatif müttefiklerle yol yürünmesi yönünde ağırlık koymaya çalıştığı son 30 yıldır çok konuşulan bir konudur. Mesela Sinan Oğan’ın Avrasyacı denebilecek yaklaşımları olduğu ortada. Nitekim Doğu Perinçek ve partisi Cumhur İttifakı’nın resmen bir parçası olmasalar da uzundur Erdoğan’a destek veriyorlar. Öncelikle böyle bir çekişme var mıdır devletin içinde, varsa da devletin içindeki terazide ağırlık Avrasyacılara kaydı mı özellikle 15 Temmuz sonrasında?
Hiç böyle bir şey yoktu. Ben üç ayrı partiden üç ayrı bakana özel kalem müdürlüğü yaptım. İki cumhurbaşkanına özel kalem müdürlüğü yaptım. Bir meclis başkanına özel kalem müdürlüğü yaptım. Mesleki kariyerimin önemli bir bölümünde siyasetçilerle son derece yakın çalıştım. Bunları yaşadım, asla böyle bir şey olmadı. Dışişleri Bakanlığının mensubu bir meslek memuru olarak, sorulan her soruya kendi aklımızla fikrimizle yanıt verir, zaman zaman inisiyatif alırdık. Bugün bırakın inisiyatif almayı, o dönemlerde yanında çalıştığım siyasetçilere sunduğum telkinleri dahi yapabilecek kimse kalmadı. Zaten, buna müsaade edilmediği gibi, bazı riskleri göze alabilecek bürokrat da kalmadı. Bürokrasinin en önemli unsuru olan liyakat ortadan kalktı. Bütün sistem sadakat üzerine kurulu. Sadakatiniz biterse her şey bitiyor. Ya da malum zat ve ailesi açısından araçsallığınız bittiği zaman siz de bitiyorsunuz.
“ERDOĞAN BÜROKRASİ İÇİNDEKİ FARKLI UNSURLARI BÖLME, KUTUPLAŞTIRMA İÇİN KULLANIYOR”
– Yani “Küreselci- Avrasyacı” diye bir şey yok muydu devletin içinde?
Bürokrasinin içerisinde farklı görüşleri olanlar elbette her zaman vardı ama Türkiye’nin dünyadaki konumuyla ilgili bir karar alınırken bütün kurumlar birlikte hareket ederdi.
Fakat, bugün Erdoğan’ın bürokrasinin içindeki bütün bu unsurları bölme, ayrıştırma ve kutuplaştırma konusunda bir araç olarak kullandığı gün gibi aşikâr. Kimin ne olduğunu gayet iyi biliyor ama işine geldiği sürece görmezden geliyor. Hatta bazıları alttan alta teşvik de ediliyor. Bunların birbiriyle çatışmasını da teşvik ediliyor. Devletin içinde doğal olarak çeşitli gruplaşmalar var. Malum kişi bunların hepsini biliyor ve duruma göre bunu kullanıyor. Sorun şu ki; bizim bu ülkede artık ortak hikayemiz kalmadı. Bir davamız kalmadı. Mevcut iktidar bunu yok etti. Ortak davalar etrafında birleştirilmek yerine, halk Tayyip Erdoğan taraftarları ve ona karşı olanlar şeklinde bir bölünmeye sürüklendi. Her şeyi bölünerek tartışıyoruz artık. Ve bu Erdoğan’ın işine geliyor. Bir seçim sürecinde, “Siz şu partilere oy verirseniz vatan haini olursunuz” diye kampanya yapılan demokratik bir ülke var mı? Bunu kabullenmek mümkün değil. Böyle bir siyasetten kamunun ortak yararına sonuç alınması mümkün değil. Siyaseti böyle bir yerden tanımlayan bir ülkenin dünyada bir yere varması da mümkün değil.
– 2024’teki yerel seçimler elbette güç dinamikleri açısından önemli ama bu konuştuğumuz meselelere etki edecek bir boyutu yok. Dolayısıyla sizin analizleriniz üzerinden ilerlersek Türkiye bir 5 sene daha dış politika anlamında şu anda bulunduğumuz yerde takılıp kalacak mı? Hep bir al- ver, pazarlık, kavga dövüş… Böyle mi gidecek sizce?
Soru şu; bu 5 sene devam edecek mi? Onu bilemiyorum.
“HALK ALGI YÖNETİMİYLE GERÇEK ÜSTÜ VARSAYIMLARA İNANDIRILMIŞ DURUMDA”
– Tabii onu kimse bilemez ama ben hayatın sıra dışı akmadığı bir senaryo üzerinden soruyorum. Yani Erdoğan’ın iktidarda kalmak için oportünizmin gerektirdiği her şeyi yaptığı, kendisini iktidarda tutacak her unsuru ittifakına eklediği, anayasaya uygunluk ya da hukukun üstünlüğü gibi bir derdin olmadığı bu rejimin 5 sene daha devam etmesi durumunda 5 sene sonra Türkiye nerede olur? Dünya skalasındaki yerimiz mesela… Aynı mı kalır yoksa alenen başka bir kategori içinde anılmaya başlamış mı oluruz? Şimdi bu soru sordum diye “21 senelik AKP iktidarı sırasında bambaşka bir ülke olmadık, herhalde 5 senede olmayız” diyenler çıkabilir.
Bunu kestirmek çok zor. Öngörülemez bir ülkeden bahsediyoruz. Cevabım bir tahminden ibaret olur. Ama bu iş beş sene daha bu şekilde devam ederse ben iyi bir yerde olacağımızı hiç zannetmiyorum. Sorunlarımız sadece siyasi değil, bir de ekonomik sorunlarımız var. Bu şartlar altında ülke rasyonel politika arayışları yerine güvenlikçi politikalara ve algı yönetimine hapsedilmiş durumda. Halk algı yöntemiyle gerçek üstü varsayımlara inandırılmış durumda. Halka, vatanın elden gidebileceği, bayrağının indirilebileceği, ezanın dindirilebileceği gibi gerçek üstü telkinlerin yapıldığı görülüyor. Böyle bir atmosferin yaratılması iktidarın işine geliyor. Kimsenin o tür konularda bir şikâyeti bulunmuyor.
“CEHALETİ KUTSARSANIZ ASIL O ÜLKE İÇİN VAROLUŞSAL TEHDİT HALİNE GELİR”
– Şunu söylüyorsunuz; Türkiye’nin şu anda sorunları var ama bu kadar sert güvenlikçi bir politikayı meşrulaştırmaya yetecek kadar büyük bir varoluşsal tehditle karşı karşıya olan bir ülke değil. Doğru mu anlıyorum?
Tabii ki değil… Bu iktidar varoluşsal tehdidi kendisi yaratıyor. Cehaleti kutsarsanız bu zaman içinde sizin için bir varoluşsal tehdit haline gelir.
“YPG TEHDİDİ YÖNETİLEMEYECEK YA DA VAROLUŞSAL BİR TEHDİT DEĞİL”
– Türkiye’nin F- 16’ları alamaması varoluşsal bir güvenlik açığı yaratır mı? Ya da 2014- 2015’ten beri Türkiye- ABD ilişkilerinin birincil gündemi olan Suriye’deki YPG varlığı mesela… AKP hükümetinin YPG’yi varoluşsal bir tehdit olarak görmesi doğru bir yaklaşım mıdır, değil midir?
Hiç kimse tarafından sorgulanamayacak kadar ciddi bir tehdit olduğu aşikâr. Ama varoluşsal mı, o konuda emin değilim. Ben o ölçüde bir tehdit olduğunu düşünmüyorum. Türkiye, o tehdidi rahatlıkla yönetebilecek kadar güçlü bir ülke.
“TÜRKİYE’NİN ABD İLE İLİŞKİSİ PENTAGON İLE CIA İKİLİSİNİN ELİNE KALDI”
– PKK’nın uzantısı Suriye’de Amerikan silahlarıyla cihatçılara karşı savaş kazanmışken, ciddi bir alanın kontrolünü elinde tutarken nasıl yönetilebilir?
Öncelikle, ABD ile ilişkilerinizi rayına koymanız gerekiyor. Amerikalılar için söylenen bir söz vardır: “Amerikalılar önce olmayacak her şeyi dener, en nihayetinde doğru olanı yapar” derler. Dolayısıyla, marifet Amerikalılara olmayacak şeyleri denemelerinden önce doğru hareket tarzının ne olduğunu gerekçeleriyle anlatmak, onları yönlendirmek ve ikna etmektir. Böyle yaparsanız sizi mutlaka dinleyeceklerdir. Artık, batıdaki hiçbir ülkede Türkiye ile ilişkileri sahiplenen herhangi bir kişi veya kurum kalmadı. Örneğin, ABD açısından değerlendirirsek, Türkiye Pentagon ve CIA ikilisinin ilişkileri yönetip yönlendirdiği ülkeler arasına düşmüş durumda. Müttefiklik ilişkisi ortadan kalkmış vaziyette. Yapayalnız kaldık. Kurtuluş savaşı verdiğimiz günlerde dahi böylesine yalnız kalmamıştık.
“DÜNYA ARTIK ERDOĞAN’I OKUDU, MESELELERE BİR TİCARET OLARAK BAKTIĞINI HERKES BİLİYOR”
– Ne demek istiyorsunuz?
Eskiden birçok ülkede, başta ABD’de, Türkiye ile ilişkilerin hep bir sahibi vardı. Sorunları hale ve yola koymak için devreye giren aktörler vardı hem bizim taraftan hem onların tarafından olan kurumlar ve kişilerdi bunlar. Örneğin, ABD’deki Yahudi lobisi bizim davalarımıza destek olmak üzere daima devredeydi. Daha da önemlisi, sorunların müzakereler yöntemiyle ortadan kaldırılmasına yardımcı olan birtakım müesseseler vardı. Şimdi bunlar kalmadı. Şu anda batıdan Türkiye’ye bakışta tek bir kriter var; “Al- ver yöntemiyle nasıl faydalanırız?” Alman Şansölyesi hangi beklenti çerçevesinde Erdoğan ile aynı kareye girdi? Ya da AB Komisyonu’nun Genişleme Komiseri Türkiye’ye neden geldi? Üyelik müzakerelerini askıya almış olan AB Türkiye’ye neden 700 milyon dolar verdi? Çünkü herkes Türkiye’yi okudu artık…Herkes bu iktidarın tüm meselelere bir ticaret ve pazarlık perspektifinden baktığını biliyor. Her şey gün gibi ortada.
Erdoğan’ın bugün batılı liderlerle buluşmaları hep uluslararası toplantılar vesilesiyle oluyor. Hiç kimse, “Buyurun gelin sizinle oturalım, meselelerimizi enine boyuna görüşelim” diyor mu? İlişkileri mesafeli tutmak için bir takım koruma kalkanları geliştirdiler. “Bize yararı olduğu kadar ve sadece o çerçevede ilişki sürdürelim” şeklinde genel bir yaklaşım var. Bu yaklaşım devam ettiği sürece Türkiye sadece kendine açılan alan kadar varlık gösterebilir.
“S- 400’LER HANGİ TEHDİDE KARŞI ALINDI, NE KADAR PARA ÖDENDİ BEN BİLMİYORUM”
– F- 16 meselesine dönersek şu boyutu mühim; sanki bu uçaklar ABD tarafından Türkiye’ye bedava verilecekmiş gibi bir hava yaratılıyor. Oysa Türkiye’yi 20 milyar dolar taahhüt altına sokan bir alımdan bahsediyoruz. Öte yandan F- 16’ları almak zorunda bırakan süreç F- 35’lerin kaybıyla başladı. Orada ödenmiş ve geri alınamamış birkaç milyar dolar var ve o paranın F- 16 alımında mahsup edilip edilmeyeceği belirsiz. Bir de F- 35’lerin kaybedilmesine neden olan 2,5 milyar dolarlık S- 400 alımı vardı aradı. Astarı yüzünden pahalıya çıkan bir altı seneden ve hala garantilenememiş savaş teçhizatından bahsediyoruz. Bu makul bir maliyet midir dış politika ölçeğinden bakınca?
Ülkenin çıkarları gerektiriyorsa astarı yüzünden pahalı olan sistemi de alırsın. Ancak, acaba biz ülkemizin çıkarlarına gerçek anlamda hizmet edecek bir politika izleyerek mi bu noktaya vardık? Elbette, hayır! 50 kuruşa alacağınız malı sırf yanlış politikalarınız sonucu 5 liraya alıyorsanız o başka bir şey. Yaptığınız yanlışların faturaları üst üste binince böyle bir tablo ortaya çıkıyor. S- 400 denilen füze sistemi hangi tehdide karşı alındı, bu alım karşılığında tam olarak ne kadar para ödendi, ben bilmiyorum.
“NORMAL BİR ÜLKEDE ŞAHSİ BİLGİSİZLİK VE HATA NEDENİYLE BİR ÜLKEYE BU TÜR BİR KAYIP YAŞATAN LİDER YARGILANIR”
– Ne oldu onlara sahi?
Herhalde bir yerde duruyor, bilmiyorum. Ben Patriot’ların alım sürecinde ABD’deydim. Patriot’ları bize vermedikleri yolundaki iddialar doğru değildir. Bizim üç kriterimiz vardı; ortak üretim, teknoloji transferi ve sistemin bedeli. Amerikalılar üç kez teklif verdiler ve üçüncüsü oldukça cazipti. Ancak teknoloji transferi yapamayacaklarını gayet açık şekilde belirttiler. Diğer iki kriteri de karşılamaya çalışacaklarını belirttiler ve bazı makul öneriler yaptılar. Ayrıca, olmazsa Avrupa’nın füze sistemlerini alabileceğimizi, böylece NATO’nun “interoperability” şartının da karşılanmış olabileceğini söylediler. Ancak, Dünya Lideri Rusya ile ilişkileri berbat edip, ardından el aman dileyince, bu fırsatı iyi değerlendiren Putin bize S- 400’leri hiçbir kriteri karşılamadan sattı. Ne fiyat ne ortak üretim ne teknoloji transferi kriterleri karşılandı. Üstelik 12- 14 milyar dolarlık savunma sanayii üretimi kaybımızın yanı sıra F- 35 projesinden de resmen atıldık. Yakın bölgemizde mevcut F- 35’lerin hepsinin ortak bakım merkezi Eskişehir’de olacaktı. Bize güvenlik, siyaset ve ekonomi bağlamında olağanüstü imkanlar kazandıracaktı. Normal bir ülkede bütün bunların şahsi bilgisizliği, hatası ve öngörüsüzlüğü sebebiyle kaybına neden olan siyasi lider yargılanır. Ayrıca, bilgi yoksunluğundan kaynaklanan bir inat uğruna ekonomimizin neredeyse iflasına sebep olması da normal bir ülkede ayrı bir yargılama konusudur.
Bir başka önemli husus daha var; F35’lerle ilgili offset anlaşması. Alım bedelinin tamamından fazla offset satışı olmasının yanında, bu anlaşmanın bize sağladığı esas katma değer parasal değil teknoloji transfer idi. TUSAŞ bugün MMU projesini sürdürebiliyorsa, bunu önemli ölçüde F35 anlaşması sayesinde elde edilen teknoloji transferine borçludur. Nitekim, bu hususu Temel Kotil bir- iki defa ağzından kaçırmıştı.
Türkiye F35 programından çıkarıldıktan sonra ABD Senatosu Savunma Komitesi’ndeki kilit yetkililerden biri şöyle ifadelerde bulunmuştu; “Aslında Türkiye’nin çıkması bizim lehimize oldu. Türkler çok iyi bir offset anlaşması yapmışlardı. ABD çok kazanmayacaktı.” Yeni nesil bir NATO savaş uçağının parçalarını üretebilmek Türkiye’nin savunma sanayiinin gelişimine çok büyük katkı sağlayacaktı. Dolayısıyla, olaya sadece uçak alımı olarak bakmamak lazım. Nitekim, savunma sanayinin bugünkü duruma gelmesi büyük ölçüde daha önce Amerikalı şirketlerle yürütülen ortak üretim çalışmalarında kazanılan deneyimlerin sonucudur. Şu anda bizim savunma sanayii işletmelerimizde ve örneğin MMU projesinde çalışan mühendislerin çoğu evvelce F- 35 programında tecrübe kazanmıştır. Ayrıca, uçak gemisi olarak lanse ettiğimiz Anadolu’nun dikey iniş- kalkış yapan F35’ler olmadan, doğru dürüst operasyonel bir kabiliyete sahip olamayacağı aklı başında her yetkilinin kabul ettiği bir gerçektir. Kısacası, F35’ten atılmayı göze alarak kendi ayağımıza kurşun sıkmış olduk.
“S- 400’LERİ ALARAK KENDİMİZ ALTINA İMZA ATTIĞIMIZ NATO KARARLARINI İHLAL ETTİK”
– Türkiye’nin öncelik verdiği kriterleri karşılayan bir paket değilse AKP hükümeti neden batıyla ilişkileri ve F- 35’leri kaybetme pahasına satın aldı S- 400’leri?
Bunun cevabını aslında herkes biliyor. 2015’te düşürdüğümüz Rus savaş uçağının bir şekilde diyetini ödedik. Rusya ile bozulan ilişkilerimizi tamir etmek için aldık. O kadar!
Bir de işin öbür boyutu var; biz bu hatayı NATO ittifakının bir üyesi olarak yaptık. Olay sadece Türkiye ile ABD arasındaymış gibi tartışılıyor ama kimsenin pek farkında olmadığı bir durum daha var. NATO’nun son beş ya da altı zirve toplantısında, Sovyet ardılı ülkelerden silah alınmayacağına dair bir dizi karar alındı ve bu kararların altında NATO üyesi olarak Türkiye’nin de imzası var. Biz S- 400 alarak bir anlamda altında imzamız bulunan NATO kararlarını da ihlal etmiş olduk. Bütün bunlar Türkiye’ye karşı güvensizliği depreştirdi. Ardından bu İsveç’in NATO üyeliği meselesi gündeme geldi. Bunu da doğru şekilde yönetemedik ve ittifak nezdinde bize karşı mevcut güvensizlik iyice derinleşti.
– Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Mısır Devlet Başkanı Sisi ile barışmasına ne diyorsunuz?
Sisi ile konuşmak yanlış değil. Bana kalırsa iyi ki barıştı. Ülkenin çıkarları açısından önemli bir adım olarak görürüm. Oradaki sorun bugün barışılması değil, gerçekçilikten uzak duygusal politikalar yüzünden işin bu boyuta neden taşındığıdır. Sisi’nin iktidara geliş şekli elbette herkesi rahatsız etti ve nitekim herkes uygun ölçüde tepkisini gösterdi. Ancak, tepki gösteren hemen herkes çıkarları gerektirdiği için Sisi yönetimi ile ilişkilerini sürdürdü. Biz ise çocukça bir tepki göstererek, Sisi’ye küstük. İlişkilerimizi kestiğimiz gibi, hakaretlerde bulunduk. Hatırlayacaksınız, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve İsrail ile de aynı şeyler yaşandı. Duygusal ve gerçekçilikten uzak söylem ve politikalarla ilişkilerimizi bozduğumuz gibi bu ülkelerin liderlerine aşağılayıcı sözler söyledik. Sonra ne oldu? Tükürdüğümüzü yalayarak, bir nevi hepsinden özür diledik. Bu garip politikayı siz “pragmatizm” olarak tanımlayarak, işin içinden sıyrılmaya çalışabilirsiniz. Ancak, muhataplarınız bunu büyük bir tutarsızlık ve gayri ciddilik olarak kayıt edeceklerdir.
“ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE HER GÜN BAŞKA TÜRKÜ ÇIĞRILMAZ”
– Sanki şimdi Esad ile de benzer bir barışmaya doğru giden yolum taşları döşeniyor gibi.
Böyle gün be gün değişen, öngörülebilir olmayan, ideolojik temelli politikalardan çıkarlarınıza uygun bir sonuç almak mümkün değil. Meslek büyüklerimizden birisi; “uluslararası ilişkilerde her gün başka bir türkü çığırılmaz” derdi. Ne kadar haklıymış… Bir de tabii, siz tutarlı olmazsanız, kimseden de tutarlılık bekleyemezsiniz. Biz Türkler, gündelik hayatımızdaki esneklik ve kuralsızlığı dış ilişkilere de yansıtmakta herhangi bir sakınca görmüyoruz. Ancak, lise talebesi olarak serbestçe dolaştığımız ülkelere bugün vize almak konusunda sorun yaşayınca da sorumluluğu üstlenmemek için bin bir takla atabiliyoruz.
“AB ÜYELİK PERSPEKTİFİNİ KAYBEDİP ETMEMEK AKP İKTİDARINA BAĞLI”
– Avrupa Parlamentosu geçen hafta kabul ettiği Türkiye raporunda çok kritik bir cümle var. Türkiye’nin katılım sürecinin – yani üyelik müzakerelerinin- mevcut koşullar içinde yeniden başlatılamayacağı söylendi. Parlamento, AB liderlerine Türkiye ile ilişkide üyelik yerine daha gerçekçi bir çerçeve bulma tavsiyesinde bulundu. Avrupa Parlamentosu’nun raporları tavsiye niteliği taşıyor ve bağlayıcılığı bulunmuyor. Ancak ekim ayında açıklanacak olan AB Komisyonu İlerleme Raporu’nun da benzer ifadeler yer alabilir. Komisyon her zaman daha diplomatiktir, belki tam bu şekilde söylemeyeceklerdir. Ama arada Türkiye’nin AİHM kararlarını uygulamaması nedeniyle Avrupa Konseyi’ndeki tablo da netleşecek. Sizce AB liderleri aralıktaki zirvede Türkiye’nin üyelik perspektifini askıya alan bir karara varabilir mi? Böyle bir karar çıkarsa ne olur?
Türkiye’nin böyle bir durumda üyelik perspektifini kaybedip kaybetmemesi, hâlihazırda Türkiye’yi yöneten iktidarın tutum ve davranışlarına bağlıdır. Bugüne kadar AB’nin, Türkiye’nin kendisinden beklentilerini samimiyetle yerine getirdiği ve üyelik konusunda istekli olduğu dönemlerde Türkiye ile süreci ilerlettiği unutulmamalıdır. Üzerinden 25 yıla yakın zaman geçmiş de olsa, Birlik 1999 Helsinki Zirvesinde Türkiye’ye bir süre tanıdı ve bu süreçte 2002 yılında Türkiye’nin Kopenhag Kriterlerini tamamen sağladığına hükmettiğinde ve Türkiye Kıbrıs konusunda Rum tarafının samimiyetsizliğinin aksine çözüme dayalı müzakerelere kapalı olmadığını gösterdiğinde AB de üyelik sürecini başlatmıştır. Bu dönemde dahi özellikle Nicolas Sarkozy gibi Türkiye’ye ideolojik sebeplerle karşıtlık besleyen politikacılar “Akdeniz Birliği” gibi oyalayıcı formüller üreterek hem Ankara hem de Brüksel’in kararlılığını kırmaya çalışmış olsa da üyelik müzakereleri Türkiye’nin çabasıyla ilerlemiş, AKP hükümetinin Türkiye adına yerine getirmediği sözlerden ötürü dondurulmuştur.
Türkiye 1876 yılından bu yana kademeli bir demokratikleşme süreci geçirdi. Fakat ilk defa 2013 yılından sonra yavaş yavaş, 2017’de tek adam rejimini ülkeye musallat eden tartışmalı referandumdan sonra ise son hızla demokratikleşme yolundaki birikimini yitirmeye ve aksi istikamette gitmeye başladı. Cumhurbaşkanının keyfi uygulamaları, TBMM’nin yok hükmüne indirilmesi, sıradan vatandaşların dahi basit gerekçelerle temel hak ve hürriyetlerinden mahrum bırakılması, Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş’ın hem iç hukuk kurumlarındaki yargı kararlarına, hem de uluslararası hukukun verdiği hükümlere rağmen hâlâ cezaevinde tutulması AB tarafından kabul edilebilecek şeyler değil. Birlik bugüne kadar yer yer Türkiye’ye haksızca tavırlar takındı; fakat bugün Türkiye’nin tek adam rejimi eliyle demokrasiden hiç olmadığı kadar uzaklaşması karşısında AB’ye karşı haklarımızı savunabileceğimiz zeminimiz de ayağımızın altından kaydı.
Ortada tarihi bir fırsat var. AB son 6 yıldır yaşanan tüm anti- demokratik uygulamalara rağmen Türkiye’ye çağrı yapıyor. Birliğin içinde Türkiye’nin ne kadar büyük ve önemli bir ülke olduğunu idrak edebilen siyasetçiler elbette var. Bu şartlarda AKP hükümeti göstermelik değil, gerçek adımlar atabilirse – ki böyle bir beklentimiz yok- o zaman biz Türkiye’nin üyelik perspektifini aynı şekilde devam ettirebileceğini umabiliriz. Fakat yaşadığımız gelişmeler ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son yıllarda değişmeyen otoriter tarzı, Türkiye’yi AB karşısında hak etmediği bir konuma düşürüyor ve ülkemizi istese bile AB üyeliği için bir perspektif geliştirmeyecek ve uygulayamayacak hâle getiriyor.
Erdoğan ve AKP hükümeti başta kaldıkça Türkiye’nin AB yolunda adım atması zor görünüyor. Cumhurbaşkanı, AB’ye tam üyelik durumunda birliğin kendisinin demokrasi dışı keyfi uygulamalarına müdahale hakkını eline geçireceğini, AB ülkelerinin demokratik davranması konusunda ona daha çok baskı yapabileceğini görüyor. Bu nedenle de AB üyeliğine istekliymiş gibi yapıyor ama aksine hareket ediyor; daha doğrusu hareketsiz kalıyor. Otoriter rejimlerle Türkiye’nin arasındaki bağları güçlendirmeye daha çok önem veriyor. Bugün için Türkiye’nin AB üyeliği yolunda bir perspektifinin gerçekte var olduğunu söylemek kolay değil. Fakat Türkiye’nin de Erdoğan’dan ibaret olmadığı gerçeğinden hareketle, ülkeyi yeniden demokratik bir yönetime kavuşturacak bir iktidar değişimi demokratik seçimler sonunda gerçekleştiğinde, biz de Türkiye’nin AB üyeliği perspektifinden daha rahat bahsedebileceğiz.
“ERDOĞAN AB MASASINDAN KALKAMAZ, AVRUPALILAR O SÖZLERİ CİDDİYE ALMAZ”
– Cumhurbaşkanı Erdoğan Avrupa Parlamentosu raporuna ilk tepkisini dile getirirken şu ifadeyi kullandı; “Biz de bu gelişmeler karşısında değerlendirmelerimizi yaparız ve bu değerlendirmelerden sonra da Avrupa Birliği’yle gerekirse yolları ayırabiliriz.”
Ben bu ifadeleri ciddiye almıyorum. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu toplantıları öncesinde, New York’ta görüşeceği liderlere, “Beni dışlamayın, beni dikkate alın” mesajı vermek istiyor. Daha önce de benzer ifadelerde bulunmuştu. Bu sözlerin diğer bir hedefinin de iç siyasette milliyetçi ve ulusalcı kitlenin gönlünü okşamak olduğunu düşünüyorum.
– Biraz önce defahatle Erdoğan’ın bu tür çıkışlarının artık muhataplarında ciddiye alınmadığını anlattınız aslında örnekler üzerinden. Şimdi bu “yolları ayırabiliriz” sözünü duyan nu Avrupalı liderlerin “Eyvah Türkiye’yi kaybediyoruz” diye panikleyip bugüne kadarkinden farklı bir politika izleme ihtimalleri var mı? Yoksa yine Erdoğan’ın her zamanki blöflerinden biri diye mi düşünecekler?
Onlar da ciddiye almayacaklar. Avrupalıların böylesine duygusal tepkiler vereceklerine de inanmıyorum.
– Erdoğan’ın AB sürecinde masadan kalkan taraf olma lüksü var mı?
Erdoğan’ın AB ile mevcut kapsamlı ticari ve ekonomik ilişkileri göz ardı ederek, masadan kalkabileceğini hiç sanmıyorum. Avrupa ile Türkiye’nin ilişkilerinin koparılması ne gereklidir ne mümkündür.
– Bir de Avrupa Konseyi sorunsalımız var ki orada tam üyeyiz, hatta kurucu üyeyiz. Ancak yaz tatili öncesinde Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, Osman Kavala’nın eylül ayına kadar serbest bırakılmaması halinde Türkiye için üyelikten ihraç da dahil olmak üzere bütün seçenekleri gözden geçireceği uyarısında bulunmuştu. Selahattin Demirtaş dosyası da aynı hatta ilerliyor. Sizce Türkiye Ukrayna işgali nedeniyle üyelikten atılan Rusya’nın durumuna düşebilir, yoksa Avrupa Konseyi Türkiye’yi kaybetmemek adına o kararı öteler mi
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına uyulmasına ülkemizin stratejik çıkarları penceresinden bakmalıyız. İçinde yaşadığımız uluslararası güvenlik mimarisi 78 yıl önce kuruldu. Merkezinde Birleşmiş Milletler var. İnsan haklarına saygı ve sosyal adaleti, barış ve güvenliğin temeli, sürdürülebilir kalkınma hedeflerine ulaşmanın ön koşulu sayar.
74 yıl önce kurulan Avrupa Konseyi de Birleşmiş Milletler felsefesinin bir anlamda bölgesel uzantısıdır. Temel hedef Avrupa’da demokratik güvenlik koşullarının güçlendirilmesidir.
Burada hatırlanması gereken, Türkiye’nin hem Birleşmiş Milletler’in hem de Avrupa Konseyi’nin kurucu üyeleri arasında yer almasıdır. Türkiye, her iki kuruluşta da yaratılan normatif yapının mimarları arasındadır. Bu ülkemiz için gurur vericidir. Ülkemizin uluslararası alanda etkin ve saygın konumunun kaynağı ve güvencesidir. Türkiye’nin batı ve doğu ile ilişkileri birbirinin karşıtı değil, tamamlayıcısıdır. Avrupa Konseyi Türkiye’nin uluslararası itibarı için temel sütunlardan biridir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de bağımsız yargı organıdır. Mahkeme kararlarına uyulması, Konsey üye devletleri için hukuken bağlayıcı bir yükümlülüktür. Mahkeme kararlarının uygulanmaması, üyelikten çıkarılma ile sonuçlanabilecek yaptırım sürecinin yolunu açar. Anayasamızın 90. maddesi, taraf olunan uluslararası sözleşmeleri iç hukukumuz ile bütünleştirir. Mahkeme kararlarının uygulanmaması, üyelik yükümlülüklerinin olduğu gibi, Anayasa’mızın da ihlalidir.
Halen Bakanlar Komitesi’nin gündeminde olan üç karardan ikisi ne yazık ki ülkemiz ile ilgilidir: Kavala ve Demirtaş kararları. Kronolojik olarak Kavala kararı önde olmakla birlikte Demirtaş kararı da onu yakından izlemektedir. Komite her oturumunda aldığı kararlar ile hükümeti uygulamaya zorlamakta, aksi halde yaptırım sürecinin ilerleyeceğini vurgulamaktadır. Önümüzdeki günlerde Komite’nin ülkemizin saygınlığının sorgulanmasına yol açacak adımlar atması şaşırtıcı olmaz. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının uygulanmasının reddedilmesi, Türkiye’nin uluslararası itibarının ana kaynaklarından biri olan Avrupa Konseyi ile ilişkilerinin rayından çıkmasına yol açma riski taşıyor.
“SEZGİN TANRIKULU GÖREVİNİN GEREĞİNİ YERİNE GETİRMİŞTİR”
– Partinizin Diyarbakır Milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nun Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ile ilgili sözleri nedeniyle Adalet Bakanı soruşturma izni verdiklerini açıkladı. Olay bununla da kalmadı Cumhurbaşkanı Erdoğan, Tanrıkulu’nu “terörist müsveddesi” gibi ifadelerle hedef gösterdi. Tanrıkulu’nun söz konusu açıklaması şöyleydi: “Bu Türk Silahlı Kuvvetleri değil mi 12 Eylül’de faşist darbeyi yapan? Bu ordu değil mi 15 Temmuz’da darbe girişimi yapan, köyleri yakan… Onlarca faili meçhul cinayet. Benim takip ettiğim davalar var. 15 köylüyü helikopterden atan TSK değil mi? AİHM kararıyla sabit hale gelen…” AİHM kararlarına atıfta bulunmak, uluslararası mahkeme dosyalarına giren ihlallerden bahsetmek suç mudur sizce?
Üyesi bulunduğum bir demokratik kitle örgütü konuyla ilgili açıklamasında şunu söylüyordu; “Demokrasilerde eleştiriden, denetimden, hesap vermeden muaf hiçbir kurum, kuruluş, kişi yoktur. Milletvekillerinin görevi devletin kurum ve kuruluşlarını millet adına denetlemek, varsa suç, hata ve eksiklikleri eleştirerek millete açıklamaktır. Sezgin Tanrıkulu ‘TSK’nın yaptığı her şey eleştiriden azade değildir. TSK üzerinden bütün şaibelerin kalkması amacıyla bunları sorarız’ derken görevinin gereğini yerine getirmiştir”. Ben bu açıklamaya tamamıyla katılıyorum.
“ÖZGÜR ÖZEL’İN ÇIKIŞINI DEĞERLİ BULUYORUM”
– Özgür Özel genel başkanlığa adaylığını açıklarken Kemal Kılıçdaroğlu’na kuvvetli eleştiriler yöneltti ve şu ifadeleri kullandı: “Toplumsal talep ve ihtiyaçların aksine, partimizin yönetimi yenilginin nedenlerini araştırıp yeni yol haritası çizmedi. Farklı bahaneler üretti, siyasi sorumluluk üstlenmedi. Parti içi iktidarı korumaya odaklandı. Güvenini yitiren seçmenimiz, siyaseti terk edecek kadar bir duygusal kopuşa sürüklendi. Parti yönetimi, bu kırılmayı görmezden gelmeyi tercih etti.” Siz taze CHP’li olarak Genel Merkez’in seçim sonrası tutumu nedeniyle hayal kırıklığı yaşadınız mı? Sizce de Özel’in söylediği gibi CHP seçmeninde bir duygusal kopuş var mı?
Bu konuda fazla bir şey söylemek istemiyorum. Ancak, CHP’nin demokratik rekabete önem ve değer veren bir siyasi parti olduğu düşünüldüğünde, Özgür Özel’in bu çıkışını değerli buluyorum ve saygı duyuyorum.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***