YORUM | AHMET KURUCAN
Son üç yıldır, 3-4 yıl hapis hayatı yaşadıktan sonra buralara yolu düşen o kadar çok insanla karşılaştım ki! İmkanlarım nispetinde her biri ile oturdum, konuştum, çay-kahve içtim, yemek yedim, sohbet ettim. “Onları teselli etmek için mi?” sorusu aklınıza gelebilir. Hemen cevap vereyim, asla ve kat’a. Aksine onlardan hem teselli hem de enerji almak için. Aşk u şevkime aşk u şevk katmak için. Yeminle ifade edebilirim, karşılaştığım insanlardan bazıları beni teselli etti yaptığımız sohbetlerde.
Hilâfı vâki beyanda bulunmaktan Allah’a sığınırım. Bu açıdan karşılaştıklarımın hepsi böyleydi diyemem. “Ben ne yaşadım?” dercesine hala şaşkınlığını üzerinden atamamış, yaşamış olduğu sıkıntıların, eziyetlerin, işkencelerin neticelerini görünebilir bir şekilde üzerinde taşıyan insanlar da vardı görüştüklerimin arasında. Anlam veremiyordu yaşananlara? Böyle bir duruma nasıl düşüldüğünü anlamak istiyorlardı. Onun için soruyor ve sorguluyorlardı haklı olarak. Bununla beraber büyük çoğunluğu ilk paragrafta resmetmeye çalıştığım bir yerde duruyorlardı. “Elemi gitti lezzeti kaldı” diyorlardı. “Yanlış bir şey yapmadım, günahlarıma kefaret olur inşallah” temennilerini dile getiriyorlardı.
Yalnız okuduğunuz iki paragrafta ele aldığım insanları iki grup diyerek kategorize edecek olursam, her iki grubun da hayıflandığı, anlattıkları zaman bakışlarının bulandığı, gözlerinin buğulandığı, kalp atışlarının hızlandığı ve yer yer gözyaşlarının yuvasını terkedip yanaklara süzüldüğü bir vak’a var: bebek ve çocuk ağlamaları. Sıra oraya gelince orada önce derin bir sessizlik oluyor, ağzın içinde tükürükler birikiyor, bakışlar kararıyor ve başlar yağmur yüklü bulutlar misali öne eğiliyor. Taşıyamıyor omuzlar o başı. Anlatan da taşıyamıyor, anlatılan da. Pekâlâ bizim dinlemeye ve hatırlamaya bile tahammül edemediğimiz o manzarayı yıllarca dört duvar arasında yaşayan anneler? Onlara ne demeli?
Anne baba olanlar bilir, her anne baba çocuğunun sağlığı, huzuru, mutluluğu, eğitimi için elinden geleni ardına koymaz. Yemez yedirir, içmez içirir, giymez giydirir. İyi de hapishane ortamında, dört duvar arasında bunu nasıl yapacaksın ki? On kişilik koğuşlarda 20-30 kişi. Sağlıklı bir insanı bile hasta yapacak kapalı ortamlar oraları. İstediğinizi istediğiniz zaman bulamıyorsunuz. Bebek bu. Derdini anlatamıyor, ağlıyor. Karnı acıkıyor, ağlıyor. Altı ıslanıyor, ağlıyor. Bir yeri acıyor, ağlıyor. Ağlayarak derdini anlatmaya çalışıyor ve bu ağlamalara koro halinde diger bebekler de katılıyor. Anneler ise çaresiz. Diklenmeden dik vurmanın, inandığı esaslar uğruna bedel ödemenin verdiği onur içinde ayakta dururken bebeğinin ağlaması her şeyi bitiriyor.
Çocuklar için aynı şey geçerli. Onlar dertlerini anlatsalar da keşke anlatmasalar diyesi geliyor insanın. “Biz neden buradayız?” diye başlıyor o sabiyyi masum. “Babam nerede?” “Ne zaman evimize gideceğiz?” diyor. “Parka gidelim?” diyor ve daha nice akla hayale gelmedik sorular. Her bir soru adeta bir kama gibi, bir hançer gibi insanın kalbine saplanıyor. Kalbe saplanırken yaralar açan o hançer kalpten çıkartılırken de yaralar açıyor ve o açılan yaralar hapisten çıkana kadar kanıyor, kanıyor, kanıyor.
Sözün bittiği yer denir. Hayır, insanlığın bittiği yer. Hayvanlara hakaret kasdi taşımıyorum şimdi yazacağım cümlede ama işin aslı hayvanlığın da bittiği yer burası. Zira akılsız, şuursuz o varlıklar bile yapmıyorlar bunu hemcinslerine. Ama insan denen mahluk yapıyor bunu. Müslüman olması olmaması bir şeyi değiştirmiyor. Müslüman olmayan da yapıyor, inandığı dini değerler tam aksini söylese de Müslüman da yapıyor. Maalesef. Ve vicdanı sızlamıyor. Kalbi taş gibi kaskatı kesilmiş. Yapılan zulümleri komedi filmi seyreder gibi seyrediyor. Parçası oluyor. “Yapın, daha fazlasını da yapın. Acımayın” emrini veriyor. Efendimizin “Allah senin kalbinden merhameti çekip aldıysa ben ne yapabilirim ki?” beyanı aklıma geldi şimdi. Gerçekten ne yapılabilir ki bu manzara karşısında.
Bir tanesine sordum. Başkalarına nispetle biraz daha dirayetli gördüğüm için cesaret buldum içimde bu soruyor sormak için. “Ne yaptın kadınlar koğuşundan o bebek ve çocuk ağlama sesleri geldiği zaman?” dedim. İlginç bir şey söyledi; “Koğuşta bulunan bir çok insanın yaptığını yaptım. Bir kenara çekilip ağladım” dedi ve devam etti. “Kendi çocuklarım aklıma geldi. İyi ki onlar burada değil diye teselli bulacak oldum. Bu defa aklıma böyle bir düşünce geldiği için ondan da rahatsız oldum. Tevbe istiğfarla beraber ağlamalarıma devam ettim. Çünkü o bebekler ve çocuklar da bizim çocuklarımız sayılır.” Sözü daha fazla uzatmanın manası yoktu bu ortamda. Sustum, sustum ve sustum.
Şu an itibariyle dilimin ucuna öyle şeyler geliyor ki kalemimi salsam dilimden vekalet alan o kalemim neler neler yazacak. Sadece şu kadarını yazayım ve bitireyim: o küçücük masum sabilerin, bebeklerin, çocukların ağlama ve inlemeleri âh yerine geçsin ve onların âhi tutsun sizi. Amin.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***