YORUM | M. NEDİM HAZAR
Bir Müslüman olarak en çok canımı acıtan şeylerden biri, cami çeşmelerinde musluklar çalınmasın diye sağlam demirlerle musluğun şadırvana sabitlenmesidir.
Allah’ın evinden bir şey çalabilecek kadar insanlıktan çıkmış biri için değil demir, şadırvanların etrafına mayın döşeseniz ne gam!
Bugün size sonu hayırla biten bir hırsızlık hikayesi anlatacağım.
Aslında lalettayin bir hikâye değil bu. Bizim ana konumuzla ilgili. Tarihsel bir olay ve yaşanan hırsızlık olayı Türk tarihi açısından son derece önemli bir vaka.
Sovyet Rusya’nın darmaduman olduğu yıllar…
Meşhur Bulgar göçü yaşanıyor. Mesleğe yeni başlayan çiçeği burnunda bir gazeteciyim. “Yaschica Elektro 35” fotoğraf makinelerinin krallığının son demleri. “Canon AE-1” diye bir makine çıkarmış ki, aman aman. Fiyatı çok pahalı ama gazete bir kıyak yapmış, “Maaşımdan 50-50 kesilmek üzere” diye yazdığım dilekçeye onay vermiş ve bırak kullanmayı, bakmaya kıyamadığım makine ile gazeteciliğimin coşkusu tavan yapmış. (O sırada “Nikon” da eli boş tutmamış F1 ile piyasayı sallamıştı. Hey gidi günler…)
Bir haber dönüşü, sıra bana gelmiş tam haberi yazmaya oturacaktım ki (evet 8 kişilik istihbarat servisinde toplam 3 daktilo vardı) istihbarat şefi beni yanına çağırdı ve “gidiyorsun” dedi.
Hiçbir izahat yapmamıştı. Beklediğimi görünce “Aşağıda araba seni götürecek!”
Hangi dağda kurt ölmüştü ki, gazetem beni habere araçla yolluyordu.
Vardı bir olağanüstülük.
“Sen sadece foto çekeceksin” diye de uyardı beni şefim. (Rahmetle yad ediyorum Fevzi Koçak’ı)
Eyvallah, ne diyelim. Kaptım çantayı indim aşağı. Araçta bir sürpriz kişi beni bekliyordu: Vehbi Vakkasoğlu!
Öğretmenlik yapıyordu o sıralar Vehbi Hoca, ara sıra da gazeteye bir şeyler yazıyordu filan.
Kibirden değil belki ama belli ki gizemli bir iş üstündeydi ki benimle neredeyse hiç konuşmadı. Düşünün bir habere gidiyorsunuz, yanınızda foto muhabiri var ama tek kelime etmiyorsunuz.
Sesimi çıkarmadım. Karşıya, Anadolu yakasına geçtik.
Allah selamet versin şoförümüz yolu şaşırmıştı. Navigasyon filan yok tabii o zamanlar. Tabelalara baka baka gidiyoruz. Kaybolduk işte neden inat ediyoruz ki?
“Ben” dedim “Erenköy tren istasyonunu biliyorum.”
Gideceğimiz yerin oraya yakın olduğu konuşuluyordu. Tarif ettim gerçekten de kolayca bulduk. İstasyonu arkamıza alıp Avrupa yakasına doğru seyretmeye başladık.
“Burdan, burdan” diye şoförü uyardı Vakkasoğlu dönerken diklemesine geçtiğimiz sokağın ismini gördüm: Mehmet Erdem Alp Sokağı. Biraz daha ilerleyip tarihi bir köşkün önünde durduk.
Merakım artmıştı ama arabadan inince köşke girmedik, hemen yanındaki binaya girdik. Kaçıncı kattı hatırlamıyorum bir evin zilini çaldık ve yaşlıca bir hanım bizi karşıladı. Vakkasoğlu ismini söyleyince bende bir çağrışım yapmamıştı: Timsal Hanım! Sıra dışı bir isimdi ve ben hayatımda ilk kez böyle bir isim duymuştum.
İsim enteresandı. Ortanın biraz üzerinde eski İstanbul hanımefendilerine benzeyen bir hanımdı. İçeri buyur etti ama vaktimiz olmadığını söyledi Vehbi Hoca. Kadın içerden bir anahtarı alıp bizimle beraber aşağı indi…
Önünde durduğumuz köşke işte o zaman girdik. Nispeten bakımsız gibi duran bir bahçenin ortasında varisli ayaklarına çok yüklenmemek için tüm eklemlerinin kıvrılmaya başladığı insanlar gibi duruyordu köşk.
İlk fırsatta ismini öğrendim: Zürafalı Köşk…
Hikayenin bu kısmını anlatmaya devam edeceğim ama isterseniz köşkün hikayesinden bahsedeyim birazcık.
İnşa tarihi bilinmiyordu köşkün ancak kim, kimin için inşa etmişti belliydi. İtalyan mimar ve heykeltraş Rozette, Sultan Abdulhamid’in Maarif Nazırı (Milli Eğitim Bakanı) Antepli (Mehmet) Münif Tahir Paşa için ahşap olarak inşa edilmişti.
4 dil bilen, 10 kitap yazan, felsefe, mantık, hukuk dersleri veren, Voltaire’den çeviri yapan bir Milli Eğitim Bakanı: Münif Tahir Paşa. Zürafalı Konak onun projesiydi.
Kazım Karabekir ve ailesi köşke ilk taşındıklarında. Küçük Timsal henüz dünyaya gelmemiş.
Bu çalışmamızda anlatıp durduğumuz karışıklıklar sadece insanları savurmamıştı, mekanlar da yıpranmış ve dağılmıştı.
3 katlı, 20 Odalı köşkün en önemli özelliği; zürafalara büyük hayranlık besleyen Münif Paşa’nın bahçeye bir zürafa heykeli talep etmesiyle, mimar/heykeltraş Rozette’nin işi abartıp neredeyse köşk yüksekliğinde devasa bir zürafa heykeli yapmış olmasıydı.
Bu enteresan yapı, çevresinde kısa sürede Zürafalı Köşk namıyla meşhur oluyor ve çevre halkı hayvanat bahçesine gider gibi bu köşke, zürafayı görmeye geliyormuş başlarda.
Derken Meşrutiyet, hoşnutsuzluklar, entrikalar filan derken evden hayır görmüyor Münif Paşa. Ömrünün son demlerini bu konakta yalnız başına geçirmiş ve köşk bakımsız kalmıştı. 6 Şubat 1910’da Münif Tahir Paşa’nın ölümüyle köşk devletin kontrolüne geçti.
Birinci Cihan Harbi’nde hastane olarak kullanıyor.
Daha sonra askeri karargâh yapılıyor. İşte o zaman ölüm kararı veriliyor sanki. Askerler çok hoyrat kullanıyorlar binayı. Çöktü çökecek!
O dönem bir yandan dış düşman, diğer yandan içteki çakal takımıyla gizli/açık mücadele eden Kazım Karabekir Paşa, bir toplantı vesilesiyle görüyor bu köşkü. Karargah komutanı, “Yakında yıktıracağız” diyor. Haklı, çünkü artık kırılan camları bile takılmıyordur Zürafalı Köşkü’nün. Akşamları ön dişleri çekilmiş kocakarılar gibi ürkütücü bir hal alıyor köşk. Münif Paşa son yıllarında bu köşkte yalnız yaşayıp ölünce, bina çevrede “tekinsiz mekan” olarak görülüyor bittabi.
Ve nihayet yıkıcıya veriliyor tarihi mekan.
Karabekir Paşa Köşkte… Ve odalardan detaylar…Devreye Kazım Karabekir Paşa giriyor ve evi satın alıyor, tarih 15 Kasım 1930. Kazım Paşa İclal hanımla evleneli daha 10 yıl olmamış ve 3 yaşında şirin mi şirin ikiz kızları var: Hayat ve Emel…
Köşke taşınıyorlar hemen. Bilen bilir Erenköy çok eser, hele kış mevsiminde. Bu tür eski konaklarda adeta rüzgâr konuşur ahşaplar aracılığıyla. Konağın perişan halini bilen Karabekir, yakın çevredeki komşuların uydurduğu “Perili köşk” efsanesini çürütmek için bir şey yapmıyor. O çevrenin sakinleri köşke perilerin, hem de hırsız perilerin yaşadığını uydurmuşlardır. Gerçekten de akşamları (o yıllardaki -1930- yokluğu ve akşamları ortama hakim olan kasvet ve ürkütücülüğü düşünün) adeta ahşap zeminde periler yürüyordur! Bu ürkütücü tabloda evde neredeyse hiç eşya olmamasının da etkisi vardır, Çünkü Karabekir’in ilk yıllarında sadece bir sedir, kilimler, duvarda Türk bayrağı ve aile fotoğrafları vardır.
Ancak İclal Hanım başka bir şeyden endişelenmektedir, özellikle ikizler adına. Bahçedeki zürafa heykeli bakımsızlıktan sallanmaktadır, Allah muhafaza bir gün tam konağın tepesine doğru yan yatabilir ve ahşap konak tam ortadan ikiye bölünebilir, oradan oraya koşan çocukların zarar görmesi ise büyük ihtimaldir.
Eşine zürafa heykelini kaldırtmak için baskı yapar. Ancak ikiz kızlar için belki de tek eğlence bu zürafadır. Asla yıkılmasına yanaşmayacaklardır. Ve Kazım Paşa müthiş bir çözüm bulur, evde gezinen hırsız periler, aslında zürafanın kafasının içinde yaşamaktadırlar ve akşamları oradan çıkıp konağa girmektedirler. Bu hikaye tutar ve heykel ortadan kaldırılır.
Nihayetinde Karabekir Paşa’nın Meclis Başkanı seçilmesiyle aile Ankara’ya taşınır. Burada en küçük kızları Timsal doğar. Timsal şanslıdır, çünkü ablaları gibi zor dönemde doğup, çocukluk yaşamamıştır. Zira Kazım Paşa’ya bu evde yaşadığı 8 yıl boyunca gelen tüm iktidarlar tarafından adeta hapis hayatı yaşatılmıştır. Uzun süre aile sadece yaz tatillerinde bu köşke gelir. Kazım Paşa henüz hayatta iken, evin bir bölümünü aile müzesi yapar. 1948 yılında Kazım Karabekir hakkın rahmetine kavuşunca aile tekrar bu köşke döner. Anne İclal hanımın vefatıyla da ev ikiz kızlarından Emel Hanım’a miras kalır. Emel Hanım, mühendis Faruk Özerengin ile evlenmiştir. 1984 yılında Emel Hanım vefat edince köşk yine boş kalır. 2001 yılında Prof. Faruk Özerengin de (82 yaşında) hakkın rahmetine kavuşur. 2002 yılında Paşanın hayattaki iki kızı Timsal ve ablası Hayat Hanım ev ile ilgili bir şeyler yapmak ister. 2005 yılında bir vakıf kurup, burayı müzeye çevirirler.
Karabekir Ailesi…
Evet…
İşte kapısını çaldığımız kişi Kazım Karabekir Paşanın küçük Kızı Timsal hanımdan başkası değildi. Eniştesi Faruk Özerengin henüz hayattaydı. Sene (yanılmıyorsam) 1991… Prof. Özerengin’in bir özelliği vardı, eski yazıya inanılmaz hakimdi ve kayınpederinin notlarıyla müthiş eserler yayınlamıştı. (3 ciltlik Paşaların Hesaplaşması, Yeniden Diriliş, İmparatorluğun Çöküşü, Kürt Meselesi vs…)
Bahsini ettiğim tarihten yaklaşık 1 yıl önce gazeteci Uğur Mumcu Cumhuriyet gazetesinde “Kazım Karabekir Anlatıyor” başlıklı bir yazı dizisi yayınlamıştı.
Tabii Cumhuriyet klasik Kemalist refleksiyle Kazım Paşa’nın notları ve elindeki belgelere son derece sakat bir bakış açısıyla taraflı bakmış ve şöyle bir anons ve alay-ı vala ile diziyi yayınlamıştı. Bu dizi daha sonra Uğur Mumcu kitaplaştırmıştı:
O kadar önemli mesele varken manşete bakar mısınız?
Spot da şahane; “Uğur Mumcu araştırdı, derledi, yazdı!”
Breh breh breh…
“Prof. Özerengin’in Türkçeleştirip getirdiği belgeleri gazeteye verdi” diyecek halleri yoktu elbette. Ve anlaşılan Mumcu, çok önemli bazı belgeleri görmezden gelmeyi tercih etmişti yahut kendisi hazırlamış gazete yönetimi yayınlamaya uygun bulmamıştı!
Cumhuriyet’in Kazım Karabekir yazı dizisinde öne çıkardığı başlıklara bakar mısınız?
Dönelim yine o güne…
Timsal hanım o gün bizi karşılayıp yandaki meşhur Zürafalı Köşke götürmüştü.
Köşke girdiğimizde ortalık perişandı. Meğerse birkaç gün önce köşke bir hırsız girmiş, bulduğu birkaç parça İstiklal Savaşı hatırası tarihi eseri beğenmemiş bildiğin hazine aramıştı evde. Tavanı, duvarları per-ü perişan etmişti.
Fakat bu bahtsız hırsız aynı zamanda büyük tarihi bir hizmete vesile olmuştu.
Timsal Hanım hırsızın verdiği hasarları tamir etsin diye eve aldığı inşaatçılar, duvarların içinde inanılmaz belgeler bulmuşlardı!
Mumcu yazı dizisinden sonra belgeleri kitaplaştırmıştı da…
Meğer Kazım Karabekir Paşa herkesten gizli olarak günlük tutmuştu. Yaklaşık 20 yıl gün gün not almıştı.
Bizzat dokunmamıza da izin vermişti Timsal Hanım. Tabii patron Vehbi Vakkasoğlu’ydu. Ben de gazetecilik refleksiyle birkaç cep türündeki küçük not defterini inceledim ama bir şey anlamadan yerine bıraktığımı hatırlıyorum.
Bundan çok kısa bir süre sonra Zaman gazetesi şu manşetle çıktı:
Doğal olarak Vehbi Vakkasoğlu imzasıyla yayınlanan haberde Hoca, kısacık haberine şunları yazmıştı:
“Bir sabah posta kutumuzda bulduğumuz zarfın içinden çıkan belgelere ekli küçük pusulada sadece şunlar yazılıydı: Aziz Kardeşim, “Yakın tarihin açığa çıkmasındaki merak ve gayretinizi yıllardır takdirle takip etmekteyim. Elimdeki orijinal vesikaların birer fotokopisini yayınlamanız dileğiyle size sunuyor, çalışmalarınızda başarılar diliyorum.” İmza yerinde ise, sadece “Bir Dost” yazıyordu.”
Tebessümle okumuştum bu kısmı.
Ancak esas bozulduğum husus ise haberin yazılmasından, içeriğine kadar pek çok şeydi. Çektiğim onlarca resim çöp edilmiş, güncel tek görsel kullanılmamış ve hele hele Zürafalı Köşk’teki hırsızlıktan tek kelime bahis edilmemişti. Belgeyi “belgesel” diye yazmasına mı kızayım, “imza bir dost” saçmalığına mı güleyim diye karar vermeye çalışırken birinci sayfayı neredeyse tamamen kaplayan ama metni hepi topu 2 paragraf olan haberin devamını da okudum:
“Bu pusulaya ekli dört adet vesika ise, Mustafa Kemal Paşa’nın 16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan Samsun’a gidişiyle ilgili resmi evraktı. Ve asıl enteresanı da tamamlanmış gidiş evrakının ikisinin arkasında, açık ve seçik olarak İngiliz işgal kuvvetlerinin vizesi vardı. Evrakların ön yüzünde ise, Bandırma vapuruyla Samsun’a gidecek olan zevatın İngilizce tanıtımları da yapılmıştı. Her iki evrakta da Genelkurmay Başkanlığı’nın “görülmüştür” kaydı ve mührü okunuyordu. Üçüncü belge ise, Mustafa Kemal Paşa’nın “Harbiye Bakanlığı”na yazdığı 20 Nisan 1919 tarihli dilekçedir. Paşa bu dilekçede, bakanın şifahi emrine uygun olarak teşkil ettiği karargâh mensuplarının onaylanmasını, ismi geçmeyen ve şimdilik hazır olmayanların da kendisine danışılarak tayin edilmesini istirham ediyor. Mustafa Kemal Paşa’nın deyimiyle, “Tarihi yazanın yapana sadık kalması” prensibinden hareketle bu belgeleri ilim âlemine sunuyoruz. Ve umuyoruz ki, bundan sonra, tarih kitaplarında olay asılsız destanı öğelerinden arındırılarak gerçeğine uygun olarak yazılır…”
Pek çok şey yazabilirim aslında bu olayla ilgili ama kestirmeden şunu söyleyeyim. Bu olay baştan sonra “Bir haber nasıl olmaz” başlıklı ders konusu gibidir. Aradan geçen 30 yıldan fazla zamana güvenerek bunları söylüyorum. Yani gençlik dönemindeki kızgınlık çoktan uçup gitti elbette.
İnsan hiç olmazsa belgelerle ilgili gönderilen notları haber diline çevirir değil mi?
Zaman, bu manşeti yayınlayınca Cumhuriyet, “Bu belge bize de geldi, aslında yayınlayacaktık da” türünden kem küm edip durdu. Rahmetli Mumcu da öyle. Ve tıpkı Mumcu gibi Vakkasoğlu da bu belgeleri (belgeselleri değil) sonradan kitap yaptı. Hem de birden fazla, etinden sütünden yararlandı anlayacağınız!
Bu yazının konusu olan günlükler, bir zaman sonra Yapı Kredi Yayınları’nda eli yüzü düzgün şekilde Mumcu ve Vakkasoğlu aceleci popülizmine kurban gitmeden yayınlandılar.
Hz. Bediüzzaman’ı anlatmaya çalıştığımız bu yazı dizisinde doğal olarak Osmanlı’nın tarih sahnesinden silinmesi ve cumhuriyetin kurulmasındaki sancılı süreci ele alırken, özellikle tarihçilerin bakış şaşılığını anlatmak adına bu örnek önemliydi. Yarından itibaren göreceğiz ki ne Nutuk, ne Rıza Nur ne de Kazım Karabekir tek başına okunarak, hele bir de önceden bagajımız varsa tarihi hüküm verilemez.
Yarın çok daha derinlere dalıp, belki Lozan’a uzanacağız.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***