YORUM | ABDULLAH DEMİR
Genel olarak hukuk devleti ve kanun devleti kavramları karıştırılır. Devletin ve vatandaşların bir ülkede bulunan kanunlara uyması halinde hukuk devleti var kabul edilir. Ancak her kanun devleti, hukuk devleti değildir. Bu konuyu bir örnekle şu şekilde açıklayabiliriz:
Nazi dönemi Almanyası bir kanun devleti olmasına rağmen bir hukuk devleti değildi. Naziler demokratik yollarla iktidara gelmiş, ancak aşama aşama kanunları değiştirerek bir dikta rejimi kurmuştu. Bu dönemde de Almanya’da anayasa ve kanunlar bulunuyordu, ne var ki bu kanunlar demokrasi, insan hakları ve adalet ilkelerine uymuyordu. Naziler ülkede demokrasiyi rafa kaldırdılar, İkinci Dünya Savaşı’nda yenilgiye uğrayana kadar insan haklarını yerle bir ettiler, Yahudiler başta olmak üzere bazı topluluklara soykırım uyguladılar ve Avrupalılara çok acı tecrübeler yaşattılar.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya tekrar demokrasiye döndü ve hukuk devletini yeniden kurma ihtiyacı duydu. Öyle bir hukuk devleti kurulmalıydı ki, hangi iktidar gelirse gelsin sistem değişmemeliydi. Bunun için hukuk devleti ve kanun devleti ayrımı daha netleştirildi. Hukukun üstünlüğü, hak ve özgürlüklerin korunması, adil ve tarafsız yargı gibi hukuk devletinin unsurları kuvvetlendirildi. Hukukun temel ilkelerinin kanunlardan çıkarılması ya da uygulanmaması, bunların ortadan kalktığı anlamına gelmiyordu. Çünkü hukukun temel ilkeleri tabii hukuk, ideal hukuk, adına ne denilirse denilsin bir yerlerde varlığını korumaktaydı. Hakimler yazılı yasaların ötesinde bu ilkelere uygun kararlar vermek zorundaydılar. Hiçbir kanun olmasa ya da kanunlar zorba yönetimlerce değiştirilse bile, hakimler yazılı olmayan ideal hukuk kurallarına uygun kararlar vermeliydi. Alman hukukçular bunu başardılar ve ülkelerinde hukuk devletini sağlam temeller üzerine oturttular.
Hukuk devleti kavramının önemli bir ayağını insan hak ve özgürlüklerinin korunması oluşturuyor. İnsan haklarının ihlal edildiği bir devletin hukuk devletini uyguladığını söylemek mümkün olmaz. Günümüzde doğudan batıya doğru kitle halinde yaşanan göçler, ülkelerin insan haklarını karnelerini gösteriyor. Bu karnelere göre doğu ülkeleri sınıfta kalırken, batılı ülkelerin insan haklarında sınıfı geçtiğini görüyoruz. Kendi ülkesinden kaçıp ölümü göze alarak bir batı ülkesine sığınmaya çalışan insanlar, hangi devletlerin zorba diktatörlük, hangi devletlerin demokratik olduğunu açık bir şekilde ilan ediyorlar.
İslam dünyası insan hak ve özgürlükleri ile batıdan çok önce tanışmıştı. Kuran ve sünnet temel hak ve özgürlükleri kesin bir şekilde belirlemiş ve bunların çiğnenmesi halinde hangi cezaların verileceğini belirlemişti. Tarihteki ilk insan hakları bildirisi sayılabilen Veda Hutbesi, Magna Carta’dan yüzyıllarca önce Mekke’de yüzbin insana ilan edilmişti. Asr-ı saadette ideal bir toplum nasıl olur, hak ve adalet nasıl uygulanır, örnek bir toplum ve devlet nasıl kurulur, insanlığa gösterilmişti. Daha sonra gelen İslam devletlerinde de asr-ı saadet ölçüsünde olmasa da o günün dünyasının çok ötesinde bir adalet sağlanmıştı. Ne var ki özellikle son birkaç asırdır hukukun üstünlüğünde ve adaletin sağlanmasında modern dünyanın çok gerisinde kaldık. “Ahirette hesap günü boynuzsuz koyun boynuzlu koyundan hakkını alacak” (Hanbel, Müsned, II, 235, 323, 363, 442) diyerek hak-hukuk davasını hayvanlara ve bitkilere kadar genişleten bir peygamberin ümmeti, insanları bile en temel haklardan mahrum bırakmakta yarışır oldu. İslam dünyası can, mal ve namusların yerlerde süründüğü adeta ikinci bir cahiliye devri yaşıyor. Umarız bu ikinci cahiliyenin ardından ikinci asr-ı saadet dönemini görebiliriz.
İslam hukukunda kanunların hukuka uygunluğunda Kuran ve sünnet esas olarak alınır. Yani bizde Kuran ve sünnet, hukuk devletinin temel dayanağını oluşturuyor. Batı hukukundaki doğal ya da ideal hukuk kurallarının karşılığını İslam hukukunda ayet ve hadisler oluşturmaktadır. Bizde bir kanunun ya da yöneticilerin uygulamalarının hukuka uygunluğunu ifade etmek için meşru kelimesi kullanılır. Meşru; şeriata, hukuka uygun demektir. Bir müctehid ya da hukuk alimi bir konuda içtihatta bulunurken ilk olarak ayet ve hadisleri esas alır.
Bir devlet adamının Kuran ve sünnete aykırı uygulamaları nameşru yani hukuk dışı kabul edilir. Padişah da böyle bir emir vermiş olsa ya da bir kanun hazırlatmış olsa yine de nameşrudur, hukuka aykırıdır. Osmanlı döneminde Kanuni Sultan Süleyman’ın yapmış olduğu hukuka aykırı uygulamalara Şeyhülislam Ebussuud Efendi “Nameşru olan nesneye emr-i sultani olmaz” diyerek karşı çıkmıştır. Ayasofya vakıflarına ait dükkanların kiracıları, vakfın kira artırımına engel olmak için Kanuni Sultan Süleyman’dan bir ferman almışlardı. Bunun üzerine Şeyhülislam Ebussuud Efendi “Nameşru olan nesneye emr-i sultani olmaz” yani padişah şeriata aykırı kurallar koyamaz, ferman veremez demiştir. Başka benzer bir olayda da Padişahın müstemen denilen yabancıların Müslümanlarla ilgili şahitlik yapmalarına izin veren fermanına yine “nameşru olan nesneye emr-i sultani olmaz” gerekçesiyle karşı çıkmıştır. Bunlar hukuk devleti uygulamalarının tarihimizdeki güzel örnekleridir. Kısaca söylemek gerekirse geçmişte hukuk devletini kurmuş ve yaşatmış toplumlar olarak İslam dünyasında yeniden hukukun üstünlüğü ve adaletin sağlanmasını can u gönülden temenni ediyor ve bekliyoruz.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***