YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLU
Son birkaç asırdır hakkında en fazla soru sorulan ve cevap aranan konulardan biridir hayatın anlamı. Şimdiye kadar birçok filozof, psikolog, din adamı ve sosyolog kaleme aldıkları kitap ve makalelerle kendi bakış açılarına göre meselenin farklı yönlerine ışık tutmaya çalışmış; hayatın anlamından neyi kastediyoruz, hayatın bir anlamı var mıdır, insan niçin hayatında anlam arar, hayatın anlamı nasıl keşfedilir, hayatın anlamı nedir, anlamı kaybeden bir insan neyi kaybeder gibi sorulara cevap aramışlardır.
Şunu biliyoruz ki bir konunun çok fazla zihinleri ve gündemi işgal etmesinin sebebi, o konudaki problemin büyüklüğünü gösterir. Hayatın anlamı meselesine de böyle bakmakta fayda var. Kimse sahip olduğunu düşündüğü şeyin arayışına girmez. Demek ki son birkaç asırdır geleneklerin krize girmesiyle birlikte anlam buharlaşmaya başladı, insanlık yolunu ve yönünü kaybetti ve bu da insan yaşamının kalitesini önemli oranda etkiledi ki konu mercek altına alındı.
Hayatın anlamı gibi oldukça soyut, geniş ve muğlak bir konuyla ilgili sorulara herkesi tatmin edecek net cevaplar vermek gerçekten zordur. Bu zorluğun birinci sebebi, hayatın mahiyetini anlamanın ve tanımlamanın zorluğudur. İkincisi, insan da varlığın bir parçası olması itibarıyla topyekûn varlığın ve varoluşun anlamını kavramadan hayatın anlamının da kavranamamasıdır. Üçüncüsü, hakikati öğrenmenin tek kaynağı olarak bilimsel bilginin görülmesi ve bilimin vazifesinin de anlam tayin etmek değil açıklama yapmak olmasıdır. Dördüncüsü, hayatı var edenin beyanına kulak vermeksizin aklın tek başına bunu idrak etmekten aciz olmasıdır.
Hayatın anlamına dair bir kitap kaleme alan Terry Eagleton kitabına şu cümleyle başlamıştır: “Bu konuda bir kitap yazacak kadar gözü kara olanlar, karmaşık sembolik şekiller içeren karmakarışık yazılar yığınına kendilerini hazırlasalar iyi olur. Hayatın anlamı çılgın ya da komik olana uygun bir konu.” (Eagleton, Hayatın Anlamı, s. 9)
Birkaç cümleyle hayatın anlamıyla neyi kastettiğimizi açıklamakta da fayda var. Hayatın anlamı, hayata değer katan ve insanı yaşama bağlayan amaç ve değerlerdir. Hayatın bir anlamının olması bir hedef ve gayesinin olmasına bağlıdır. Bu hedef ve gayedir ki hayatı yaşanmaya ve uğrunda mücadele etmeye değer kılar. Dolayısıyla uğruna yaşayacak ve hatta ölecek bir şeyin olup olmamasıdır hayatın anlamı.
Farklı bir ifadeyle hayatın anlamı, insanın nereden geldiği, nereye gittiği, niçin dünyaya gönderildiği, evrendeki yerinin ne olduğu gibi sorulara verdiği cevaplardır. Hayatın anlamını anlama aynı zamanda ölümün anlamını anlamaya bağlıdır. Niye kendisinden kaçamayacağımız ölüm diye bir gerçeğin var olduğunu, ölümün mahiyetini, öldükten sonra nereye gideceğimizi anlamlandıramayan bir kimsenin hayata da sahici bir anlam yükleyebilmesi mümkün değildir. Hatta hayatın anlamını idrak edebilmek için hayat ve ölümün ötesinde, varlığın anlam ve amacı üzerinde de düşünmek gerekir. Çünkü bizler de yaşam döngüsünün bir halkası ve evrenin bir parçasıyız.
Peki, bütün bunları nasıl anlayabilir, hayatın anlamını nasıl keşfedebilir, varoluşla ilgili dehşet verici sorulara nasıl cevap verebiliriz? Hayat ve varlık üzerinde yapacağımız tefekkür bizi bir neticeye götürür mü? Hayatın anlamı problemi rasyonalitenin sınırları içinde çözülebilir mi? Akıl, varoluşun gizemini kavrayabilir mi, ölüm gerçeğini idrak edebilir mi, niye hayatın acı ve ızdıraplarına katlanması gerektiğine dair ikna edici bir anlam bulabilir mi?
Arthur Schopenhauer, Friedrich Nietzsche, Albert Camus, Jean Paul Sartre gibi filozoflar hayatın anlamı üzerinde ciddi kafa yormuş ve neticede hayatın bir anlamının olmadığını söylemişlerdir. Schopenhauer’a göre hayat bir yanılsamadan, ızdırap ve sefaletten ibarettir. “Dünya bir cehennemden farksızdır ve onun içinde bir taraftan insanlar, diğer taraftan iblisler azap ve işkence gören ruhlardır.” (Schopenhauer, Hayatın Anlamı, s. 29) der Schopenhauer. Camus da hayatın anlamıyla ilgili şöyle der: “Anlamını kavrayamadığım bu dünya, gerçekte uçsuz bucaksız bir usa-aykırılıktan başka bir şey değildir.” (Camus, Sisifos Söyleni, s. 37) Sarter’ın konuya yaklaşımı da aynıdır: “Hayatın önsel bir anlamı, bir hikmeti yoktur. Siz yaşamadan önce hayat hiçtir. Ona bir anlam kazandırmak sizin işinizdir.” (Sartre, Materyalizm ve Devrim) Nietzsche de insanın, şeylerde, onlara kattıkları anlamdan başka hiç bir şey bulamayacağını söylemiştir. (Nietzsche, The Will to Power, s. 327)
Varoluşçu filozoflar varlığın ve hayatın anlamsızlığını ve saçmalığını ifade etme adına “absürdizm” diye bir kavram dahi geliştirmişlerdir. Onlara göre varlığa içkin olan bir anlam ve amaç yoktur. Hayat için nesnel olarak bir anlam ve değerden bahsedilemez. Herkesin bu anlamı kendisinin inşa etmesi gerekir. Hatta bazı filozoflar yaşamak için bir ümidi ve gerekçesi kalmayan kişi için intiharı olağan görmüş ve bunun kişinin en tabii hakkı olduğunu savunmuşlardır.
Bunların yanında son asırda bilim ve insanlık dünyasına hâkim olan evrimci görüş de anlam krizinin oluşmasına katkıda bulunmuştur. Zira evrimcilere göre bütün varlık maddenin, tabiat yasalarının ve tesadüflerin bir eseri olduğu için bir anlam ve amaçtan bahsetmek de abes olur. Fenomenler dünyasının ötesinde varlık için bir özden, ruhtan, manadan bahsedilemez. Varlığın ne nihai bir sebebi ve temeli vardır ne de bir gerekliliği ve yönelimi. Çünkü bunların olabilmesi için bir plan ve programın, şuur ve bilincin olması gerekir.
Terry Eagleton bu durumu şöyle resmeder: “Bugün Batıda en azından şaşılacak derecede mütedeyyin olan ABD dışında, eğitimli pek çok kişi hayatın bir rüzgar dalgalanması ya da bir bağırsak gurultusundan başka hakiki bir anlam taşımayan tesadüfi bir evrimsel olgu olduğuna inanıyor.” (Eagleton, Hayatın Anlamı, s. 45)
Fransız yazarı ve siyasetçisi Andre Malraux da Batı medeniyetinin hayatın anlam ve amacına dair nasıl bir boşluğun içine düştüğünü şu cümleleriyle ifade etmiştir: “Bizim medeniyetimiz, ‘Hayatın bir anlamı var mı?’ sorusuna, ‘Bilmiyorum’ cevabını veren tarihin ilk ve tek medeniyetidir.”
Bunun yanında birçok filozof ancak dinlerin yaşama anlam verebileceğini savunmuştur. Şu sözler dinle arası hiç de iyi olmayan Freud’a aittir: “İnsan yaşamının amacının ne olduğu sorusu sayısız kere sorulmuştur; ancak şimdiye dek tatmin edici bir yanıt bulunamamıştır, belki de bulunması olası değildir. Yaşamın amacı sorusuna yanıt verebilecek olan yine yalnızca dindir. Yaşamın amacı fikrinin din ile doğrudan bağlı olduğuna hükmetmekten başka çıkar yol yok gibidir.” (Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu)
Aynı şekilde Kierkegaard, hayatın saçma olabileceğine yönelik varılan yargının, olaylara ve hayata fazla akılcı bir yaklaşımla bakmaktan kaynaklanabileceğini belirtir. Ona göre akıl ve bilim bizlere çok şey anlatsa da anlam ya da değer veremez. Bunun için Tanrı’ya inanmak ve onun sözüne kulak vermek gerekir. (Kierkegaard, Şimdiki Çağ)
Dindar bir ailede yetişen, daha sonra inançsız olan, hayatı anlamsız bulan ve hatta intihara karar veren Tolstoy da ömrünün sonuna doğru şu kanaate varmıştır: “İnanç, insanın ölümlü varlığına ebediyet manası katıyor. Yani acılarla, fedakârlıklarla, ölümle kaybolmayan bir mana. Bu da demek oluyor ki yaşamın anlam ve imkânı sadece inançla idrak edilebilir.” (Tolstoy, İtiraflarım, s. 59)
Evet, insanoğlu niçin dünya denilen bir hana gönderildiğini, buradan nereye gideceğini, varoluşunun anlamını kavramak istiyor. İçi acı ve ızdırapla dolu ve ölümle birlikte son bulacak olan bir hayata niçin katlanması gerektiğine dair tutunacak sağlam bir kulp arıyor. En zor ve sıkıntılı zamanlarda bile hayata ümitle bakmasına yardımcı olacak sebeplere ihtiyaç duyuyor. Kendisini, benliğini, iç dünyasını, duygu ve düşüncelerini tanımak istiyor. Zaman zaman kendisini esir alan can sıkıntısından, kaygı ve endişelerden, gam ve tasalardan sıyrılmak için uğruna yaşayabileceği yüce ideallere ve hedeflere sahip olmayı arzuluyor. Kendisini çepeçevre saran varlığı tanımak, varlıkla ilişkisini anlamlandırmak istiyor.
İnsanoğlu, şimdiye kadar vahyin ışığı olmadan bu can alıcı sorulara tatminkâr cevaplar bulamamış, hayatın anlam ve amacına dair başkalarını da ikna edebilecek bir açıklama getirememiştir. Getirmesi de mümkün değildir. Zira bu konu aklın sınırlarının çok ötesindedir. Dünyaya kendi irademizle gelmediğimiz gibi, hayat da bizim eserimiz değildir. Görüngüler dünyasından yola çıkarak bu konuda bir neticeye varılamaz. Şayet varlığın ve varoluşun anlam ve amacını öğrenmek istiyorsak önce varlığa vücut veren Yaratıcı hakkında net bir fikre sahip olmamız gerekir. İnsan-varlık-Tanrı arasında doğru bir ilişki kuramadığımız sürece anlam problemini de çözemeyiz. Bu ilişkiyi nasıl kurabileceğimizi gösteren de ilahî vahiydir.
(Bir sonraki yazıda modern zamanlarda nasıl bir anlam krizi yaşandığını ve bunun sebeplerini ele alacağız.)
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***