YORUM | M. NEDİM HAZAR
“Hiçbir millet yoktur ki,
kendi içinde korkutan biri gelip geçmiş olmasın.”
(Fâtır, 24)
Bugün (ve daha birkaç yazı) size çok enteresan şeyler anlatacağım. Ancak seri yazımızı hem bağlamından koparmak niyetinde değilim hem de kıymetli bile olsa, başka başka hakikatleri üzerinize boca etmek gibi bir niyetim yok.
Şimdi hikayeyi biraz ileri saralım.
Tarih 28 Ocak 1949…
Bediüzzaman Şualar isimli eserini telif ederken, pek çok kez kovuşturma, soruşturma, tutuklama, hapis ve sürgüne uğrar. Daha önce de bahsettiğimiz gibi bir yerde, “Rusya’daki birinci esaretimde bu kadar cefa çekmemiştim” bile diyecek kadar hayatı zehir ederler ona. Ancak onun için ne gam; “Beni dünyaya çağırma, ona geldim fena gördüm” diyen bir ruha bunlar ceza değil çıtır çerezdir. Başka bir yerde verdiği örnekte dediği gibi, yangını söndürmeye koşarken ayağının takılması kadar bile umursamaz büyük insan.
Şeyh Said Hadisesi, muhafazakâr kamuoyunun her fırsatta vurguladığı gibi, dindar kitleyi ve din alimlerini kıyıma uğratmak için bir bahane olarak kullanıldı. Bundan niye bu kadar eminiz?
Zira, çok kısa süre öncesine kadar, bizzat harbiye nazırının referansıyla ağırlanan, devletin resmi din alimliği görevi verilen, umumi şark vaizliği ve milletvekilliği teklif edilen, devlet tarafından maaşa bağlanan, yine devlet tarafından köşklerde misafir edilen bir din adamı, bu olaydan (13 Şubat 1925) sonra bir anda “hain” muamelesi görmeye başladı. Bir yıl içinde, yaşadığı Van’dan tutuklanarak alınıp Burdur’a götürüldü. Sonra Isparta ve Barla’da zorunlu ikamet… Sonra tekrar Isparta…Bilahare Eskişehir, ardından Kastamonu, ardından yine Isparta, akabinde Denizli ve Afyon. Aradan geçen yaklaşık 25 yıllık zaman diliminde yüzlerce kez soruşturuldu, gözaltına alındı, tutuklandı ve hapsedildi. Sürgün edildi, zorunlu ikamete mecbur tutuldu.
Ancak Bediüzzaman Said Nursi gibi karakterlerin çok önemli bir özelliği vardır: Yenilmezdirler!
Ne yaparsanız yapın, onları asla yenemezsiniz.
Bu zorlu çeyrek asırlık süreçte, bir gün değil bir an-ı seyyale kadar bile durmadı, Risalelerini yazmaya devam etti.
Ancak…
Bu demek değildi ki, kendisine yapılan zulmü haykırmasın, hakikatleri zalimlerin yüzüne vurmasın.
Asla!
Her mahkeme için savunmalarını özenle yazdı. Çünkü onun için savunma bile inandığı değerlere bir hizmet vesilesiydi.
Epey flu olan bu fotoğraf pek bilinmez. Hz. Üstad mahkemede yargılanırken aniden namaz vaktini sorup, kılmak için dışarı çıkarılıyor!
Emirdağ’da iken 15 talebesiyle beraber ellerine kelepçeler vurulup Afyon’a getirip hapse atıldılar.
İşte bu dönemde yargılandığı mahkemeye verdiği dilekçenin bir kısmı bizim konumuzla yakından ilgili. Okuyalım:
“Başbakanlığa, Adliye Bakanlığına, Dâhiliye Bakanlığına…
Hürriyet ilânını, Birinci Harb-i Umumîyi, mütareke zamanlarını, Millî Hükûmetin ilk teşekkülünü ve Cumhuriyet zamanını birden derkeden bütün hükûmet ricali, beni pek iyi tanırlar. Bununla beraber, müsaadenizle hayatıma bir sinema şeridi gibi sizinle beraber göz gezdirelim.
Bitlis vilayetine tâbi Nurs köyünde doğan ben; talebe hayatımda rastgelen âlimlerle mücadele ederek, ilmî münakaşalarla karşıma çıkanları inayet-i İlahiye ile mağlub ede ede İstanbul’a kadar geldim. İstanbul’da bu âfetli şöhret içinde mücadele ederek nihayet rakiblerimin ifsadatıyla merhum Sultan Abdülhamid’in emriyle tımarhaneye kadar sürüklendim. Hürriyet ilânıyla ve “31 Mart Vak’ası”ndaki hizmetlerimle “İttihad ve Terakki” hükûmetinin nazar-ı dikkatini celbettim. Câmi-ül Ezher gibi “Medreset-üz Zehra” namında bir İslâm üniversitesinin Van’da açılması teklifi ile karşılaştım. Hattâ temelini attım. Birinci harbin patlamasıyla talebelerimi başıma toplayarak gönüllü alay kumandanı olarak harbe iştirak ettim. Kafkas cephesinde, Bitlis’te esir düştüm. Esaretten kurtularak İstanbul’a geldim. “Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye”ye a’za oldum. Mütareke zamanında, istila kuvvetlerine karşı bütün mevcudiyetimle İstanbul’da çalıştım. Millî hükûmetin galibiyeti üzerine, yaptığım hizmetler Ankara hükûmetince takdir edilerek Van’da üniversite açmak teklifi tekrarlandı.”
Bediüzzaman ve talebeleri Afyon’da mahkemeye götürülürken.
Biraz önce bahsini ettiğimiz devlet refleksindeki 180 derecelik değişimin sebebini çok iyi bildiği için, her zaman yaptığı gibi mantıksal simetriyi kullanarak tarihe not düşüyordu Hazret-i Pir:
“Buraya kadar geçen hayatım bir vatanperverlik hali idi. Siyaset yoluyla dine hizmet hissini taşıyordum. Fakat bu andan itibaren dünyadan tamamen yüz çevirdim ve kendi ıstılahıma göre Eski Said’i gömdüm. Büsbütün âhiret ehli Yeni Said olarak dünyadan elimi çektim. Tam bir inziva ile bir zaman İstanbul’un Yuşa Tepesi’ne çekildim. Daha sonra doğduğum yer olan Bitlis ve Van tarafına giderek mağaralara kapandım. Ruhî ve vicdanî hazzımla başbaşa kaldım. “Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase” yani, “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım” düsturuyla kendi ruhî âlemime daldım. Ve Kur’an-ı Azîmüşşan’ın tedkik ve mütalaasıyla vakit geçirerek Yeni Said olarak yaşamaya başladım. Fakat kaderin cilveleri, beni menfî olarak muhtelif yerlerde bulundurdu. Bu esnada Kur’an-ı Kerim’in feyzinden kalbime doğan füyuzatı yanımdaki kimselere yazdırarak birtakım risaleler vücuda geldi. Bu risalelerin heyet-i mecmuasına “Risale-i Nur” ismini verdim. Hakikaten Kur’an’ın nuruna istinad edildiği için, bu isim vicdanımdan doğmuş. Bunun ilham-ı İlahî olduğuna bütün imanımla kaniim ve bunları istinsah edenlere “Bârekâllah” dedim. Çünki, iman nurunu başkalarından esirgemeye imkân yoktu. Bu risalelerim, bir takım iman sahipleri tarafından birbirinden alınarak istinsah edildi. Bana böyle bir kanaat verdi ki, Müslümanların zedelenen imanlarını takviye için bir sevk-i İlahîdir. Bu sevk-i İlahîye hiçbir sahib-i iman mani olamayacağı gibi, teşvike de dinen mecbur bulunduğumu hissettim. Zâten bugüne kadar yüz otuzu bulan bu risaleler tamamen âhiret ve iman bahislerine ait olup, siyasetten ve dünyadan kasdî olarak bahsetmez. Buna rağmen bir takım fırsat düşkünlerinin de iştigal mevzuu oldu. Üzerinde tedkikat yapılarak Eskişehir, Kastamonu, Denizli’de tevkif edildim; muhakemeler oldu. Neticede hakikat tecelli etti, adalet yerini buldu.
Fakat bu düşkünler bir türlü usanmadılar. Bu defa da beni tevkif ederek Afyon’a getirmişlerdir. Mevkufum, isticvab altındayım.” (14. Şua, Gençlik Rehberi’nin küçük bir haşiyesi, s496)
Yuşa Tepesi’nden görülen İstanbul…
Son derece net ve vakur bir üslup…
Ve görüldüğü üzere açıkça, “Eski Said’i gömdüm” demektedir.
Bu kişisel defin eyleminden sonra, yeni mekanını da söylüyor:
“Tam bir inziva ile bir zaman İstanbul’un Yuşa Tepesi’ne çekildim.”
Peki neyin nesiydi bu Yuşa Tepesi?
Peygamber ile ilgisi var mıydı? Dahası onlarca tepeye sahip İstanbul’da Bediüzzaman neden Yuşa’yı seçmişti?
İşte sıradaki yazılarımızın konusu tam olarak bu!
Hepsini sırayla ele alacağız.
Ve fakat gelin görün ki yazı hacmini yine zorladık.
Yarına İnşallah!
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***