Gencer ÇAKIR
Birey ve onun bilinci her şeyin üzerinde midir? Bireyi aşan bir toplumsal gerçeklik var mıdır? Varsa eğer bu gerçeklik ile birey arasında nasıl bir ilişki vardır? Toplum bireylere rağmen varlığını sürdürebilir mi? Birey toplumsal gerçekliğin bir parçası olarak mı yaşamını sürdürmektedir yoksa topluma rağmen de yaşamını sürdürebilir mi? Toplum nasıl bir gerçekliktir? Birey bu gerçekliği nasıl hisseder ve deneyimler?
Bu yazıda “birey” ve “toplum” arasındaki ilişkiyi kavramada Durkheim’ın ve Marx’ın görüşlerindeki benzerliklere odaklanarak iki düşünür arasında verimli bir diyalog kurmaya çalışıyorum.
Toplum adlı eserlerinde Derek Sayer ve David Frisby, “toplum kavramının modern gelişimi üzerine yapılan tüm tartışmalar”ın “Durkheim’ın berrak ve kuvvetli fikirlerinden hareketle” başladığını belirtiyorlar. Yazarlara göre “Durkheim’a katılmamak mümkündür, ancak onu yok saymak imkânsızdır.” (bkz. Habitus, s. 41).
Fransız sosyoloji ekolünün kurucusu Émile Durkheim bireyi toplumdan soyutlanmış, yalıtık bir varlık olarak kavramak yerine, tekil bireydeki ortak insanî kısmı yakalamaya çalışır. 1882 yılında, henüz 24 yaşındayken, Fransa’nın Sens kasabasında felsefe dersleri verdiği bir dönemde, öğrencilerinden André Lalande’nin tuttuğu notlara bakıldığında, Durkheim birey gerçekliğini şu şekilde ele alıyordu: “Biz her bir tekil insanda sadece bütün insanlarda ortak olan şeyi inceleriz, tıpkı bir matematikçi tekil bir üçgene bakarken sadece bütün üçgenlerde ortak olan özelliklerle meşgul olduğu gibi.” (bkz. Felsefe Dersleri, Pinhan, s. 33).
Durkheim toplumsal olguları birer “şey”; bu olguları “bireysel tezahürlerinden bağımsız” olarak ele alır. Örneğin ilk bakışta rastlantısal görünen bir olgu, sözgelimi intihar, bireysel bir karar ve eylemmiş gibi görünen bu olgu, şayet belli bir mekânda ve zamanda düzenli olarak tekrar ediyorsa, bu şey bireysel değil, toplumsal bir olgudur Durkheim’a göre.
Toplumsal olguların birey üzerinde dışsallık ve zorlayıcılık niteliğine sahip olduğunu belirten Durkheim, Sosyolojik Yöntemin Kuralları’nda gündelik yaşamdan muhtelif örnekler verir. Özellikle “parasal sistem” ve “piyasa rekabeti”, Marx’ın kavrayışına yakın olması sebebiyle, üzerinde durulmayı hak ediyor.
Yaşadığımız toplum parasal bir sisteme dayalı. Bütün insanî ilişkilere damgasını vuran bir ekonomik mantık söz konusu. Gündelik yaşamda bireysel olarak parayı kullanmaktan vazgeçtiğim anda, toplumsal işleyişte değişen bir şey olmaz; bireysel kararıma rağmen parasal sistem işlemeye devam eder (Kurallar, s. 32). Bu yönüyle parasal sistem bireye dışsaldır, her ne kadar oluşturulmasında bireyler aktif rol oynasalar da.
Paranın birey karşısında bir toplumsal güç olarak dışsallaşması konusunda Engels “insanlar, der, parayı bulurken (…) yeni bir toplumsal güç yarattıklarını, bütün toplumun önünde boyun eğmek zorunda olduğu tek evrensel gücü yarattıklarını düşünmemişti.” (bkz. Köken, Yordam, s. 141).
Piyasada iktisadî aktörler arasındaki rekabette de toplumsal gerçekliğin dışsal ve zorlayıcı niteliği hükmünü icra eder. Tek tek kapitalistlerin birbiriyle kıyasıya rekabet ettiği bir piyasa evreninde, firma sahipleri teknolojik modernizasyona giderken, bireysel olarak hiçbir şey yapmaz ve mevcut teknoloji ile yoluma devam etme konusunda ısrarcı olursam, başıma gelecek olan şey ekonomik iflastır (Kurallar, s. 33). Toplumsal bir olgu olarak rekabet kendi yasalarını bana dayatmış olur.
“PASİF ALICI” VE “AKTİF EYLEYEN” OLARAK BİREY
Marx başyapıtı Kapital’de toplumsal gerçekliğin dışsal ve zorlayıcı niteliğine dair Durkheim’ın kavrayışına çok benzer şeyler söyler. “Serbest rekabet,” der, “kapitalist üretimin içinde yatan yasaları tek tek kapitalistlerin karşısına, bunların kendi dışlarında ve hepsinin boyun eğmek zorunda oldukları yasalar olarak çıkarır.” (bkz. Yordam, s. 264). Yani Marx’a göre “toplum” bireysel kapitaliste dışsaldır, onun üzerindedir ve kendi yasalarını tek tek kapitalistlere dayatır.
Durkheim’a göre sosyolojinin nesnesi, parasal sistem ya da rekabet örneklerinde olduğu gibi, bireyi aşan bu türden gerçekliklerdir.
Durkheim, tıpkı Alman filozof Fichte’nin farkına vardığı gibi, birey ve toplum arasında belli bir “mesafe” olduğunu gördü ve bireyin ancak toplumsal gerçeklik içinde anlaşılabileceğini vurguladı. Salt birey odaklı açıklamalara meyletmeyen Durkheim bu açıklama tarzına karşı eleştirel bir tavır aldı. Örneğin ekonomik alanda toplumsal gerçekliği “homo œconomicus” içinde eritip bireyi toplumsallığından soyutlayarak ele alan politik iktisadın yaklaşımını kabul etmedi. Toplumsal İşbölümü adlı eserinde toplumsal yaşamın kendiliğinden işleyişi konusunda, bu işleyişi doğrudan doğruya birey kavramından mantık yoluyla çıkaran politik iktisatçıları eleştirdi (bkz. Cem, s. 439-40). Ne var ki, politik iktisadın eleştirisinde Marx kadar radikal değildi.
Kapitalizm ve Modern Sosyal Teori adlı eserinde Anthony Giddens, “Durkheim’ın tezinin asıl ağırlık noktası, der ‘birey’den hareket eden hiçbir teori veya analizin, toplumsal olguların özelliklerini başarıyla kavrayamayacağı düşüncesidir.” (bkz. İletişim, s. 150).
Toplumu bireyin üzerinde nesnel bir gerçeklik olarak kavrayan Durkheim, Toplumsal İşbölümü’nde meseleyi şöyle açıklıyordu:
“Kuşkusuz toplumun bireyler dışında bir maddesi yoktur; ama bireyler bir toplum oluşturdukları için, bu bir araya gelişin yol açtığı ve bireysel bilinçler üzerinde tepkide bulunarak onları büyük ölçüde biçimlendiren yeni olaylar cereyan etmektedir. İşte bu nedenledir ki, bireyler olmadan toplum olmamakla birlikte, bireylerin her biri de toplumun yapıcısı olmaktan [ziyade] daha büyük ölçüde [toplumun] ürünüdür.” (s. 402).
Bir noktayı vurgulamakta fayda var; Durkheim’a göre toplum tüm bireylere değil, bireye dışsaldır. Toplum sadece bireylerden oluşur, ama bireylerin toplamı da değildir; bu toplamı aşan bir gerçekliktir.
Durkheim’da birey hem toplumsal etkilerin “pasif” bir alıcısıdır hem de “aktif” bir eyleyendir. Tıpkı Marx’ta olduğu gibi “Biz aynı zamanda aktörler ve eyleyenleriz” der Durkheim “ve her birimiz bizi sürükleyen bu engellenemez akıntının oluşumuna katkıda bulunuruz.” (akt. Giddens, age, s. 128; 31 no’lu dipnot.) Bu ifadeyi Marx’ın 1844 El Yazmaları’ndaki cümlesiyle karşılaştırın: “İşçi ne kadar çok servet üretse, üretiminin gücü ve kapsamı ne kadar artsa, kendisi de o kadar yoksullaşır.” (bkz. Birikim, s. 75).
TOPLUMSAL VARLIK OLARAK BİREY
Bireyi çelişkili bir gerçeklik olarak kavrayan Durkheim insanda bir yandan “toplumsal” diğer yandan “bireysel” bir parça olduğunu söyler. Bir yanda “egoist eğilimler” diğer yanda sosyal “makul” etkinlik kesintisiz bir gerilim içindedir; Durkheim’a göre bu gerilim giderek artmaktadır (bkz. Corcuff, Bireycilik Sorunu, Versus, s. 32). Toplum bir “ahlâkî güç” olarak insandaki sınırsız arzulara sınırlar koyar. Toplumsal İşbölümü’nde “Bireysel egoizmi ılımlılaştırabilecek tek güç gruptur” der (akt. Corcuff, s. 33)
Gerek Durkheim gerek Marx bireyi “toplumsal varlık” olarak ele alır. 1844 El Yazmaları’nda Marx “Birey, toplumsal varlıktır” der. (Birikim. s. 114) Durkheim ise, 1911 tarihli bir yazısında, “Eğer insan idealler yaratıyorsa,” der “bunun nedeni onun toplumsal bir varlık olmasıdır” (Sosyoloji ve Felsefe, Pinhan, s. 109).
Bireycilik Sorunu adını taşıyan kısa ama etkili kitabında Philippe Corcuff, Marx’taki bireyci çizgiyi iki düzeyde ele alır. Analitik-bilimsel düzlemde Marx’ta sosyolojik ve ilişkisel bir bireycilik anlayışı mevcuttur. Etik-politik düzlemde ise, monadik bireycilikten farklı olarak, ortaklaşa bir bireycilik söz konusudur (s. 27).
Marx’a göre birey ancak kolektif bir çerçevede, bir diğer değişle, toplum dâhilinde gelişebilir. Benzer bir yaklaşımı Durkheim’da da görüyoruz: “Toplum, bireyi yükselmesi için hareket ettirir ya da zorlar ve bu amaca ulaşabilmesi için ona birtakım araçlar tahsis eder. (…) toplum, bireyin kendisini aşması ve daha yüksek bir yaşam biçimine dahil olması için onu zorlar.” (Sosyoloji ve Felsefe, s. 109).
Gencer Çakır: Sosyolog
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***