Gazetede çift sütuna sıkıştırılmış bir haber: Yatağında ölü bulundu! Önemsemiyorum. Ölümün kendi kadar cazip gelmiyor. Üstelik fotoğrafsız. Halbuki biliyoruz: Görünmek için varız! Şimdilerde buna ‘göstermek’ de eklendi. Andy Warhol’ün kulağı çınlasın: Artık yetmiyor 15 dakika! Şimdi ve daima…. Her yerde olmak istiyoruz: televizyonda, sinemada, sahnede, billboardlarda… Yalnız sahip olduklarımızı değil, olmadıklarımızı da sergiliyoruz; saçıyoruz orta yere bit pazarı esnafı gibi…
Cesetler Kişi Değildir!
Seçici algılama. “Sinema oyuncusu” tamlaması çekiyor ilgimi. Okuyorum: Ünlü sinema oyuncusu, önceki gün yatağında hizmetçi tarafından çıplak vaziyette, yüzüstü yatar durumda ölü bulundu. İki satır ilerisi: Polis sözcüsü Paul Browne, “aşırı doz olasılığı üzerinde duruyoruz… Yatağın yanında haplar vardı.” Ve magazin: İki yaşındaki kızı Matilda’nın annesi oyuncu Michelle Williams’dan Eylül ayında ayrılmıştı.
Bir yanına Hegel, diğer yanına Nietzsche’yi almadan uyuyamayan Wisconsin Üniversitesi Felsefe Profesörü Ivan Soll, Thomas Nagel’in elini tutarak der ki bir yazısında: ölen birine acırken, aslında ölümden önce var olan canlı ya da sağlıklı kişiye acırız. Bu acıma hissi, tuhaf bir şekilde, “ama ben yaşıyorum”un sırtını sıvazlayan bir şeydir. Ölen üzerinden varlık kutsanır! Kitle iletişim araçları, bir arınma ve kutsama ayinine soyunup, ulaşabildiği kişileri de buna araç kılar. Bu tarifi imkânsız iletişim şöleni, sevgide ve övgüde abartının sınırlarını ihlal eder sık sık. Samimiyet dahi bazen kirlenir.
Dünyevi şeylerle alışverişi kesenler karşısında hiç olmadığımız kadar özgür ve sahihiz. Böylelikle de bazı şeyleri sahteleştirme ve değersizleştirmede bir mahzur görmeyiz. (Hemen anımsayalım: Hegel’e göre hakikat ve özgürlük peşinde koşmak Hıristiyanlığa aykırıdır ve hatta küfür sayılır.) Ölüm, rekabet duygusunu seyrelttiğinden midir, bilinmez; ertelenenler dışavurulur.
Diğer gazetelere uzanıyor elim. Öğrenilmiş bir çaresizlikle okuyorum söylenilenleri: “Ondan çok umutluydum. Daha yeni atağa geçmişti. Genç yaşta hayatını kaybetmesi trajik.” (Mel Gibson). “Korkunç bir trajedi. Kalbim ailesiyle birlikte…” (Nicole Kidman) “Favori aktörlerim arasındaydı.” (John Travolta) “Filmdeki performansı bir ‘oyunculuk harikası’. Marlon Brando’nun gençliğini anımsatıyordu bana.” (Ang Lee) Ve: “Ölüme neyin sebebiyet verdiği araştırılıyor; intihar ihtimali üzerinde de duruluyor.*” (BBC muhabiri Matthew Price)
İnsan: Katmerli Muamma
Modern zamanlarda acılar çabuk sönüyor. Unuta unuta ilerliyoruz hayatta. Bir süre sonra hayat dediğimiz şey de zaten ardımızda bıraktıklarımız değil, henüz yaşamadıklarımız oluyor.
Heath Ledger’ın ölümünün yol açtığı şaşkınlığı, demlenmesine dahi müsaade etmeden, atmışım üzerimden. Sokaklar kalabalık… Ekonomi krizde… İktidar malum… Muhalefet eh işte… Trafik kaos… İşsizler kuyrukta… Beter bir hengâme! Derken bir palyaço görüntüsü… Aklıma geliyor: İyi, ama bu amcam en hakikatli filmi (The Dark Knight [Kara Şövalye]) gösterime girmeden önce vefat etti. Tam 6 ay önce… Çekimleri henüz tamamlanmadan öldüğü The Imaginarium of Doctor Parnassus’u izlemeden hele karar vermek ne muazzam bir eksiklik. O halde, düzülen methiyeler, iskeletten yoksun, görülmeden süslenen şeytan merdivenleri miydi?
Belki değildi. Zira Hollywood mübalağanın iklim değiştirmiş halidir olsa olsa. Ahmet Muhip Dranas’ın şiirine atfen söylersek: aşk dahil, büyük olur orada her şey! Mübalağa yaşanan hayatın da tercümesi fevkalade zordur. İçten okumayı, içtenlikle okumayı gerektirir. Ve baştan mağlubiyeti…
Değil mi ki o, “yüzümü afişlere koyup, omuzlarıma inanılmaz sorumluluklar yüklediler. Hak etmediğimi düşündüğüm bir kariyerdi bu sanki. Zira henüz kendimi kanıtlamamıştım ben. Dönüm noktası Ned Kelly oldu. Çok önemsedim bu filmi. Ondan sonra da bana reva görülen kariyeri yıkıp, kendime hak ettiğimi düşündüğüm yeni bir kariyer inşa ettim.” derken, ilerlemenin biraz da geçmişle vedalaşmaktan geçtiğini erken keşfedenlerdendir.
Erken Gelen Çabuk Gider
Heath Ledger, 4 Nisan 1979’da Avustralya’nın Perth şehrinde dünyaya açtı gözlerini. Babası büyük bir dökümhanenin sahibiydi. Annesi ise Fransızca öğretmeni. Henüz 10 yaşındayken sahnenin tozunu yuttu. Okuduğu Guilford Grammar School’de Peter Pan’ı canlandırdı. Bu mutluluk, anne ve babasının ayrılmasıyla gölgelendi (annesi daha sonra Roger Bell, babası da Emma Brown ile evlendi). Ne ki bu gölge, oyunculuk iştahını söndürmedi: 16 yaşında erken mezuniyet sınavlarına girdi. Peşi sırada da Sydney’in yolunu tuttu. Bir televizyon dizisinde (Sweat, 1996) eşcinsel bir motosikletçiyi ete kemiğe bürüdü. Çocuklar için çekilmiş Ship to Shore’da göründü. İşin tuhafı: Bu mütevazı yapım pek çok ülkede iltifat gördü: Almanya, Yeni Zelanda, İzlanda, İrlanda, İsrail, Hollanda, Portekiz ve Amerika. Bunu Roar (konuk oyuncu) ile Home and Away adlı diziler takip etti.
Bu ara süreçte ilginç bir film vardır: Clowning Around (1992). George Whaley’in yönettiği bu film Ledger’ın ilk, Van Johnson’ın ise son filmidir (meraklısı kendisini Kahire’nin Mor Gülleri’nden anımsayacaktır).
Derken Paws’ta (1997) şöyle bir görünür ve Blackrock (1997) belirir ufukta. Bu Avustralya Film Enstitüsü ödüllerinde 5 dalda aday gösterilen filmi Two Hands takip eder. Bu filmde canlandırdığı Jimmy rolü kendisine AFI-En İyi Çıkış Yapan Genç Aktör ödülünü getirir.
Çok geçmeden Hollywood’a sıçrar Ledger. Shakespeare’den (The Taming of the Shrew) aşırı esinlenildiği iddia edilen bir gençlik filmidir ilk, geniş yığınların kalbini çalan: 10 Things I Hate about You (Gil Junger, 1999). Pek çok sahnesiyle akılda kalan vasati bir filmdir bu ama.
Ne Hoş Tesadüf: Terry Gilliam
Kendisi için dönüm noktası olduğunu savunduğu Ned Kelly’e kadar 4 film daha çeker Ledger: The Patriot (R. Emmerich, 2000), Monster’s Ball (Mark Forster, 2001 [Halle Berry, canlandırdığı Leticia Musgrove rolüyle En İyi Kadın Oyuncu Oscarı’na uzanır]), A Knight’s Tale (Brian Helgeland, 2001) ve The Four Feathers (Shekhar Kapur, 2002). Ancak hiçbirinde yığınların ilgisini çekemez. Rol arkadaşlarının ve yönetmenlerin takdiri dışında… Ned Kelly, yani Gregor Jordan’ın westerni bir edebiyat uyarlamasıdır: Our Sunshine (Roberd Drewe). 6,5 milyon dolara yakın hasılat yapan 120 dakikalık filmde Ledger’e Orlando Bloom, Geoffrey Rush ve Naomi Watts eşlik eder.
Ne ki Ang Lee’nin Brokeback Mountain’ine (2005) değin çektiği üç film de beklentilerini doyuran türden değildir. (Belki The Brothers Grimm’e (2005) bir parantez açmakta yarar var. İlk sebep: Son filminin de yönetmeni olan Terry Gilliam’dır. Brasil (1985) gibi kült bir filme imza atan bu Hollywood karşıtı, sinema tarihinin sıra dışı yönetmeni, hiç kuşkusuz Ledger’in kumaşına çıkmayan izler bırakmıştır. İkinci sebep: Matt Damon. O ki, hem kalemi hem de oyunculuğuyla ciddi bir cazibe merkezidir. Merak ediyorum: Ledger, Damon’ın çekim gücünden kendini ne kadar uzak tutabildi?) Ang Lee ona bu film aracılığıyla içindeki cevheri çıkarma fırsatı sundu. Ve Ledger da bunu iyi değerlendirdi. Sanırım New York Times yazarı Stephen Holden’ın şu değerlendirmesi, Akademi Ödülleri’nde En İyi Erkek Oyuncu için gösterilen en genç dokuzuncu aday olmasından çok daha makbul olsa gerek: “Bay Ledger canlandırdığı karakterin içinde esrarengiz bir şekilde yeniden var oluyor. Bu Marlon Brando ve Sean Penn’in muhteşem performansları kadar iyi bir oyunculuk.”
Beni Orada Arama, Ben Hiçbir Yerdeyim!
Artık taşlar yerine oturmuştu. Hep oynamayı düşündüğü satranç masasındaydı. Kendini kanıtlama safhasından kendini gelişme safhasına geçmişti. Üstelik yönetmenlik teklifleri de almaya başlamıştı. Nitekim birkaç klip yönetti (hayat izin verseydi, uzun metraj da çekerdi). Gel gör ki, kendisine kendi olma imkânı yaratan film, bazı hasarlar da bıraktı: “Rol çok yıpratıcıydı. Günde iki saat uyuyabildim. Sürekli düşündüm. Bedenim bitap düştü ve yıprandı” (Empire)
Bu açıklama, daha sonra yapacağı açıklamalarla birleşince, ölümüne giydirilen sis perdesini bir parça aralamaya yardımcı olur. Nitekim I’m Not There (Todd Haynes, 2007) ve The Dark Knight (Chirstopher Nolan, 2008) gibi dünyevi getirisi yüksek iki filmdeki oyunculuk kalitesi ile yüreğin daimi konuğu olsa da pek iflah olmaz: tek çocuğunun annesi Michelle Williams, Interviews dergisine yaptığı açıklamayla duruma açıklık kazandırır: “bildiğim kadarıyla da insomnia hastalığına tutulmuştu. Çok fazla enerjisi vardı. Aklı dönüyordu, dönüyordu, hep dönüyordu.”
Ledger, New York Times’tan Sarah Lyall’le yaptığı görüşmede, Williams’ın açıklamasını teyit eder adeta: “Geçen hafta büyük olasılıkla, her gece ortalama iki saat uyuyabildim… Ben durmadan düşünen biriyim. Vücudum bitkin düştü ve aklımı kaçırmak üzereydim.” (4 Kasım 2007) Yine gazeteden öğreniyoruz ki Ledger, bu yüzden düzenli olarak Ambien hapı almaktadır: “Buna rağmen ancak kısa bir süre uyuyabiliyorum. Tekrar uyanıyorum. Zihnim durmuyor. Ancak bedenim yorgun. Bundan çok rahatsızım.”
Kendimi Bir Şişe Kola Gibi Hissediyorum
Beklenmeyen son gelmişti. Gazetelere yansıyan haberler dünyanın dört bir yanına dağıldı. Nice insanı hüzün içinde bıraktı.
Herkes gelip geçer de fırlatılıp atıldığı dünyadan şöylesi bir paragrafı ardında bırakacak pek az oyuncu bulunur: “Kendimi bir şişe kola gibi hissetmeye başlamıştım. Çevremde beni popüler bir şişe haline getirmek için pazarlama dolapları dönüyordu. Halbuki kolanın tadı bok gibidir. Ama her yerde afişleri asılıdır. İnsanlar bunlara kanar ve satın alırlar. İşte ben de kendimi […] sebepsiz yere satın alınıyormuşum gibi hissediyordum” (Rolling Stones, 2007)
Özlemek doğru bir sözcük gibi gelmiyor bazen insana. Eğer özlenen daima aklınızdaysa…
* Toksikolojik laboratuar sonuçlarına göre Ledger, baş ağrısı, uyku sorunu ve korku ataklarını önlemek adına 6 çeşit ilaç almıştır. Bunların birbirleriyle etkileşimi sonucu bünyesi iflas etmiş, akut zehirlenmeden ölmüştür.
BERKE KAYA
25 Haziran 2023 GÖRÜŞ
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***