Kişi ne zaman kendi olur? Ruhsal yahut bedeni ihtiyaçlarını eksiksiz giderdiğinde mi? Yoksa ihtiyaç denen şeyin içeriğini bizzat belirlediğinde mi?
Ah, şu ‘mutlak doğruluk’ ve ‘mutlak iyilik’ türeyeli, mutluluğu tükettiğimizi fark eden çıkar mı acaba!.. Toplumsal yapının yahut ahlak, gelenek gibi üst yapısal formların diretmeleri sayesinde kuklaya dönüşen insanın azabını, şu modern, cafcaflı dünyanın hengâmesinde gören, dahası görmeye yeltenen olur mu acaba…
Zaman denen işkembesi geniş şey, o büyük oyunbozan, çomağını sokmakta tereddüt etmez. Gün gelir, benim denilen nice şey, anlaşılır ki, kimsenindir. Çocukluk hariç…
Bundandır ki, “ben işemedim miki işedi” dendiğinde gülünür. Bundandır ki, en beklenmedik anda, en yalın soruyu, içtenlikle sorduğunda, kafamıza balyoz yemişçesine dağılırız: Beni niye doğurdun?
Haytalığı, bu çabuk yitirilen çocukluktan kalma bir parça olarak görürüm çoğu kere. Kişinin daha bir kendi olduğu dönemdir sanki… Kendine dikte edilenlere gayriihtiyari diretilen ayak ne hoştur. Yeri gelince kendini dahi umursamamak…
Lee Marvin, bilhassa 60’lı ve 70’li yıllarda parlayan, hakiki bir yalnız gezerdir. Zira sinemanın büyüsüne, beraberinde getirdiği şöhrete rağmen, tarihe kendi aklı ile yön verme ihtiyacına girmeksizin, yaptığını yalnızca içinden öyle geldiği için yapan biridir o.
Bıçak ucunda yürümekten farksızdır bu ruh hali: başarılı olduğunuzda kral, başarısız olduğunuzda ise şapşalsınızdır. Riya fışkırır dokunduğunuz her şeyden… Alkışların gürültüsü, yüreğinizin gümbürtüsünü örter. Alkışların kesildiği an da, yüreğinizin mecali kalmamıştır artık: rölantideki bir araba gibi kat eder yolları.
Tesisatçıydım Oyuncu Oldum
Bir reklamcı (baba) ile bir modacının (anne) oğlu olarak dünyaya gelir Lee Marvin: 19 Şubat 1924. New York şehri ne sunmuşsa onu almıştır. Eğlence, özgürlük, seyahat… Yerinde durmaz, duramaz biridir. Florida-New York hattı üzerinde uğramadığı yer yok gibidir.
Tam 11 okul değiştirir. Son gittiği düz lisenin henüz bitirme sınavlarına girmeden, kendi isteğiyle Amerikan Deniz Kuvvetleri’ne bahriyeli olarak yazılır: Sene 1947. İkinci Dünya Savaşı sürmektedir. Saipan seferinde feci şekilde yaralanır. (Saipan Japonya’ya 2400 km. uzaklıktadır ve Mariana Adaları’nın başkentidir.) Talihsizlik! Halbuki gözlerinin çelik mavisi ne de güzel uymuştur okyanusun rengine… Uzakların çağrısı, denizin şefkati kesilir bu kuşatmayla. “Purple Heart” denen Birleşmiş Milletler’in yegâne gazi madalyasıyla onurlandırılır. Ve hayat uyarır: dinlen!
Yaklaşık bir yıl dinlenir Lee Marvin. Nekahet ertesi tesisatçı çıraklığı yapar. Bir gün, taşra sayılabilecek bir yerleşkede, sahne işleriyle (sahnenin üstüyle değil, daha çok alt yapısıyla) uğraşırken, içine kurt kaçar. Oyunculardan birinin hastalığı da içine kaçan kurdu dışarı çıkarmasına yol açar. Gerçi o bunu böyle yorumlamayacaktır: “Ta bahriyelik dönemimden kalma bir şeydi bu bende. Muharebe esnasında kişilere moralin bozukken değilmiş gibi yapmak oyunculuk değil de nedir?”
Taşra Sahnelerinden Beyaz Perdeye
Taşradaki bu sahne deneyimi, tarifsiz hazlar bırakır yüreğinde. American Theater Wing’te (New York) sinema eğitimi almaya başlar. Eğitiminin daha birinci yılında (1948) Maverick Theatre in Woodstock’ta kendini gösterme imkânı bulur. Hermann Melvill’in aynı adlı eserinden uyarlanan “Billy Budd”, pek iltifat görür. Hakiki bir başarıdır bu.
Ancak bu başarı, bir klişeyi de beraberinden getirir: vahşi, zorba, sert adam rolleri. Fritz Lang’ın yönettiği “Heisses Eisen” (The Big Heat, 1953) böylesi filmlerden biridir mesela. Araya şunu sıkıştırmakta yarar var galiba: 1948’den 1953’e kadar, küçük yahut yan rol diyebileceğim rollerde gözükür ve yine hepsi klişe rollerdir. Ancak 53’te, bir motosikletçiyi canlandırdığı film vardır ki, sonradan “rockerfilm” olarak da nitelenecektir, neredeyse kült olmuştur: The Wild One (Die Wilde). Marlon Brando, genç bir asidir; deri ceketlidir, havaridir. Kasabanın en güzel kızı Kathie’ye (Mary Murphy) gönlünü kaptırınca işin rengi değişir. Lee Marvin, burada ‘psikopat’ diyebileceğimiz ruh ayarı bozuk bir tipi (Chino) canlandırmaktadır ki, beti benzeri yoktur.
John Sturges’in 81 dakikalık thriller’ı “Bad Day at Black Rock”ta (Almanya’da “Stadt in Angst”, bizde ise “Zafer Madalyası” olarak bilinir.) küçük bir rol (Hector David) kapar. Film, Howard Breslin’in romanından sinemaya uyarlanmıştır. MGM’nin o dönemki başkanı Nickolas Schenk, filmin tutmayacağı kanaatindedir. Zaten yapılan izleyici testi de müspet sonuç vermemiştir. Üstelik senatör John Mc Carthy’den çekinilmektedir; filmin gösterimi durumunda, komünizm propagandası yapmakla suçlanmaları an meselesidir zira. Bir küçük not daha: Film, MGM’nin CinemaScope’de çekilen ilk filmidir; gel gör ki 20 yıllık sözleşmesi olan Spancer Tracy’nın MGM’ye yaptığı en son filmdir aynı zamanda. Daha da komiği: Tracy, bu filmdeki rolüyle Cannes’dan ödülle döner (1955) ve film Altın Palmiye’ye uzanarak yılın filmi seçilir. BAFTA ve Oscar’ları ise saymıyorum.
Ne Varsa Televizyonda Var
Peki, Lee Marvin ne kazanmıştır bu filmden? Kocaman bir hiç değil belki, ama kayda değer bir şey de geçmemiştir eline. Bundandır belki de, 1957’den itibaren üç yıl boyunca bir televizyon dizisinde (“M Squad”, 30’ar dakikalık 117 bölümden oluşan polisiye bir dizidir. NBC’de yayımlanır.), kanunların yanında durur: Chicago Polis Departmanı adına çalışan teğmen Frank Ballinger rolündedir. Dizi, televizyon izleyicilerinin beğenisini kazanır, kısa sürede televizyon yıldızları arasına girer. Yaklaşık 100 bölümde oynar. Artık o bir televizyon gülüdür. Haniyse 60’lı yıllar boyunca televizyondan inmez. Ta ki 1962 yapımı John Ford’un western klasiği “The Man Who Shot Liberty Valance”te (Kahramanın Sonu) görünene değin. John Wayne ve James Stewart’ın arasında ezilmeden varolmak fevkalade zordur. Filme adını veren Liberty Valance’ı canlandırmasına rağmen, afişte yalnızca Stewart ve Wayne’in yüzü görünmektedir. Kaldı ki Wayne, buradaki Tom Doniphon rolüyle Laurel ödülünü (1948’den 1968’e kadar aralıksız verilen, 1970 ve 1971’den sonra da dağıtılmayan Amerikan film ödülüdür) kazanır. (Bilmeyenler için söyleyelim: Marvin, 2007’de Ulusal Film Arşivi’ne [National Film Registry] alınan bu filmde, tabiri caizse hayvan herifin tekini ete kemiğe büründürür.)
Hollywood Diyor ki: Yürü Marvin!
Takvim yaprakları 1965’i gösterdiğinde Marvin (41 yaşındadır), zirveye ayarlı yürüyen merdivenin basamaklarına ayağını atmıştı bile: Elliot Silverstein’ın yönettiği “Cat Ballou” adlı western komedisinde alkol bağımlısı bir silahşorla onun ikiz kardeşini canlandırır: Yani hem Kid Shelleen’i oynar Lee Marvin, hem de Tim Strawn’ı… Bu çifte rol kendisine Oscar getirir. Bir süre en aranılan, en beğenilen oyuncu olur.
Ancak sanılmasın ki, istediği rolü seçme hakkına sahiptir. Tüm beğeni ve alkış, yalnızca belirli rollerle sınırlıdır. Çoğu kere yalnız adamı oynar.
Robert Aldrich’in E.M. Nathanson’un aynı adlı eserinden uyarladığı ve uzunluğu iki saati aşan “On İki Kirli Adam”ı (The Dirty Dozen), Lee Marvin için dönüm noktasıdır. 16 yaş ve üstünün izlemesine müsaade edilen bu savaş filminde, Major John Reisman rolü için düşünülen ilk isim John Wayne’dir. Wayne’nin yoğun programı (demek ki o dönemde de insanlar yoğun olabiliyormuş) rolü Marvin’e kazandırır.
Filmin biri biter biri başlar: “Point Blank” (1967); “Hell In The Pacific” (1968); “Paint Your Wagon” (1969); “Monte Walsh” (1969)… Kimi gangster thriller’ı, kimi western müzikalidir…
Kartallar Alçak da Uçar
70’lerle birlikte Lee Marvin’in de yıldızı sönmeye başlar. Pek çok başrolü ret eder. Kaçırdıkları olur: Steven Spielberg, “Jaws”ta (1975) oynatmak ister kendisini.
Zaten bir kere yokuştan aşağıya inmeye başlayınca insan duramaz: paldır küldür yıkılır üstüne her şey, kendinin yanı sıra.
Oynadığı çoğu film hüsranla sonuçlanır: “Avalanche Express” (1979); “The Big Red One” (1980); “Gorky Park” (1983) … Derken bir devam filmi: On İki Kirli Adam 2 (1985). Ve nihayetinde: “The Delta Force” (1986).
Soru şu mudur acaba: Kariyerindeki yükseliş ve inişte ana rolü ne oynamıştır? Geçimsiz biri midir Lee Marvin? Hayta mıdır? Doğrusu şıppadak verilecek yanıtlarımız yok bu hususta. Ne ki, zor bir insandır, pek çok sanatçı gibi. Yaşadığı iki evlilik bunun göstergesi olabilir pekâlâ. Dört çocuk annesi Betty Ebeling (1951–1967 arası evli kalmıştır Marvin’le) sanırım çok daha fazlasını söyleyebilir. Ya da 1970’ten ölümüne kadar kendisine eşlik eden Pamela Freeley, belki detaylar hakkında fikir verebilir.
Alkole düşkünlüğü de rol oynamış mıdır acaba bu iniş ve çıkışlarda? En sevdiği içkinin Boilermaker olduğu söylenir: cin ile Guinnes birasının karışımıdır. Guinnes dedikleri İrlanda usulü koyu bir biradır.
Hayata bakın ki, bahriyeliyken talihsizlik olarak nükseden yaralanma, ölümünde işe yarayacaktır: 1987’de kalp krizinden öldüğünde naaşı Arlington Ulusal Mezarlığı’na gömülür.
BERKE KAYA
02 Temmuz 2023 KÜLTÜR
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***