YORUM | AHMET KURUCAN
Kitabı yayınlanması için yayınevine teslim ettiğim tarih 21 Temmuz 2021. Yayınlanması 2023 Temmuz’unda oldu. Demek ki nasip bugünlereymiş.
Yıllar önce planlamıştım böylesi bir kitap yazmayı. Başladım da. İki dosya açmışım konu ile alakalı bilgisayarımda. İlkinin adı: “Hatıralar Ummanında.” İkincisinin ise “Hatıralar Unutulmadan.” İkisini de bitirmeye muvaffak olamadım. Neden mi? Tembelliğimden. Zamanı iyi kullanamamdan. Gündelik işlerin yoğunluğundan. Vefasızlığımdan. Hangisi? Bence hepsi ve daha şu an aklıma gelmeyen başka nedenlerden.
Neden bahsediyorum? Yeni yayınlanan kitabımdan. Adı: “Hatırdan Satıra 1” Alt başlığı ise “1985-1988 Yılları Hocaefendi ile Talebelik Yıllarım.” Aslında ben alt başlığı kitap başlığı olarak düşünmüştüm. Öyle de söyledim yayınevine. Ama yayınevi Hocaefendi’ye böylesi bir kitap yayınlanacakları söylediklerinde kitap ismi olarak Hatırdan Satıra olsun demiş. Çok da güzel olmuş. İsim ile müsemma aynı yerde buluşmuş. Zarf ile mazruf iç içe girmiş. Gerçekten hatırlarda bulunan hatıraların satırlara dökülmesine çalıştım bu eserde.
3 yıl boyunca 24 saat birlikte aynı mekanı paylaştık biz Hocaefendi ile. Tefsir, fıkıh, hadis, kelam, tasavvuf dersleri aldık bir grup İlahiyat mezunu ve talebesi arkadaşlarımla birlikte. Mücelledlerle kitaplar okuduk. Birlikte gülüp birlikte ağladığımız zamanlar oldu. Peynirli poğaçalar ve bir demlik çayla beraber gece yarısı başlayıp sabah namazlarına kadar devam eden muhabbetler yaptık zaman zaman. İzmir’den İstanbul’a, Balıkesir’e, Edremit’e, Eskişehir’e, Kütahya’ya, Erzurum’a kara yolu ile yolculuklarda bulunduk. Tercan’da, Akdağmadeni’nde kamyon benzinliklerinde çay içtik, Susurluk’ta tost, Uluabad’da alabalık yedik. Düğünlere katıldık, cenazelere iştirak ettik ve daha neler neler. Hayatın tabii seyri içinde bir insanın hayatında yaşayabileceği birçok şeyi birlikte yaşadık ve sözün özü yüzlerce hatta binlerce hatıramız oluştu.
Bu hatıraların benimle beraber mezara gitmesine gönlüm razı olmadı. Malum, “Hafıza-i beşer nisyan ile malüldür” derler. İşte bu nisyan deryasına gark olmamak içindi zamanında aldığım notları yazmaya karar vermiştim nice zaman önce ama dediğim gibi başlamama rağmen bitirememiştim. Bu defa Allah nasip etti, bitirdim.
Pekala neydi beni motive eden? Neden bu hatıraları kaydetmiştim ve neden kitap sayfaları arasına döktüm? Bir devre damgasını vurmakta olan tarihi bir şahsiyetin yanında kaldığımın bilinci içindeydim. Bu şahsiyetin doğru bir şekilde tarihe mal olması, hem bugün hem de yakın ve uzak gelecekte çeşitli açılardan değerlendirmelerde bulunacak olan kişilerin eline sahih bilgilerin verilmesi ile olacaktı. Bunun için vakanüvislik kabilinden bile olsa bunun yapılması şarttı.
Şöyle anlattım bunu kitapta: “İbni Haldun ‘Tarihçileri ikiye ayırırım’ der. ‘Bir, gerçeği olduğu gibi yazanlar ve iki inanılması gerektiğini yazanlar.’ Gerçeği olduğu gibi yazmak, tarihe malzeme bırakmak, bir insan olarak hakikate karşı en büyük borcumuzdur. İnanılması gerektiği gibi yazmak ise ideolojik bir yaklaşımdır. Tarihi yeniden kurgulamak demektir o. Hakikate karşı saygısızlıktır. Gerçekleri çarpıtmaktır. Otoriter liderlerin, kralların, idarelerin, rejimlerin insanlık tarihi boyunca yaptığı budur.”
Buradan hareketle kendi perspektifime yansıyan gerçeği olduğu gibi yazmayı tercih ettim bu kitapta. İki şey daha yaptım: ortam tasviri ve hemen ardından aktardığım hatıralar adına çeşitli değerlendirme ve yorumlarda bulundum.
Biyografik bir eser değil Hatırdan Satıra. 3 yıllık hayat serüveninden bazı kareler ki bu karelerde hem Hocaefendinin şahsiyetini hem düşünce dünyasını hem de gündelik hayatını göreceksiniz. Bazı karelerde de devrin Türkiye’sinin siyasi, ekonomik, kültürel hayatına damgasını vuran olayların Hocaefendi zaviyesinden nasıl görülüp nasıl okunduğunu.
Eli kalem tutan herkes bilir; zordur Hocaefendi gibi çok yönlü bir insan hakkında değerlendirmeler yapma. Mahruti ve külli bir bakış sergileyip önyargısız, objektif bir biçimde onu yansıtma. Gerçekten zordur. Bu iki zorluğu şöyle aşmaya çalıştım.
İlkinde Hocaefendinin sadece ulema kimliğinin yansımaları ile insani vasıflarını merkeze koydum. Dolayısıyla yazdığım hemen her hatıra bu iki ana temelden birisinin üzerine oturdu. İkincisini aşmamda ise Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç’in veciz bir sözü imdadıma yetişti: “Seni severim ama hakikati senden daha çok severim.” Bunu ifade ederken de şöyle yazdım: “Zaten aksi bir tutum zulüm olur. Eşyayı yerli yerine koymamanın adıdır zulüm. Benim Hocaefendi gibi bir insana zulüm etmeye ne niyetim ne de hakkım var. Ne de bunu yapmaya gücüm yeter. Bilindiği üzere adalet her şeyi yerli yerine koymak, her hak sahibine hakkı vermek, zulüm ise tam tersi, eşyayı ve insani ait olduğu, hak ettiği yere koymama demektir. Sözün özü, bazılarının eleştirel mahiyette söylediği şekliyle ‘Fethullah Hoca’yı pazarlayan’ bir kitap olmayacak okuduğunuz kitap. Kaldı ki kendisinin ne pazarlanılmaya ne de propagandist bir dille benim gibi bir insan tarafından anlatılmaya ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.
Sözü daha fazla uzatmak istemiyorum. Hatırdan Satıra 1 okuyucuların istifadesine sunulmak üzere piyasada. Serinin ikinci kitabını ise bugün yarın bitirip yayınevine teslim edeceğim. Kitabın hatırımdan çıkıp satırlarla buluşmasında maddi manevi emeği geçen ve katkısı bulunan herkese çok teşekkür ederim. Hayırlara vesile olmasını temennisiyle.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***