Türkiye’nin ekonomisi açıkçası taklit edilecek gibi değil. Geçtiğimiz beş yıl boyunca, Ekim ayında %86’ya ulaşan yıllık enflasyon artışıyla altüst olmuş bir ekonomiden bahsediyoruz. Merkez Bankası’nın döviz rezervleri tükenmek üzere, zira rezervlerin çoğunu lirayı desteklemek için harcadı. Harcamaların da pek bir işe yaradığı söylenemez. Geçen ay TL, dolar karşısında tüm zamanların en düşük seviyesine geriledi. Daha da kötüsü, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Mayıs ayındaki beklenmedik seçim zaferinin ardından pahalıya mal olacak tüm vaatlerini yerine getirmeye çalışıyor. Bu fatura, şimdiye kadar mali açıdan oldukça makul olan hükümeti büyük bir açmaza sürükleyecek gibi görünüyor.
Bu kaos, Sayın Erdoğan’ın izlediği “baş aşağı” dönmüş para politikasını yansıtmaktadır. Erdoğan, enflasyonla mücadelenin anahtarının, ortodoks ekonomistlerin nesiller boyu tercih ettiği çözüm olan vidaları sıkmak yerine faiz oranlarını düşürmek olduğunda hala ısrarcı, yani vidaları daha da gevşetecek. Türk yetkililer bu teorinin geçerliliğini açıklamak adına Irving Fisher’den ( kendisi bir ekonomist ve maliye bakanlığının gurusu) Allah’a (Sayın Erdoğan açısından asıl politika yapıcı) kadar çeşitli yerlere başvuruyor.
Seçimden bu yana Türkiye’nin para politikası, faiz oranlarının yükseltilmesiyle biraz daha makul hale geldi. Türkiyenin içinde bulunduğu bu zor duruma rağmen Erdoğan’ın fikirlerinin gelişmekte olan (ya da az gelişmiş) ülkelerin maliye bakanlıklarında kabul görmeye devam ediyor. Gana Maliye Bakanı Ken Ofori-Atta, bu fikirler üzerine kafa yoran birkaç Afrikalı bakandan biri, kendisi Erdoğan gibi, “Klasik teorilerin gerçerliliklerinin devam edip etmeyeceğini gerçekten merak ettiğini” söylüyordu. Paristeki yeşil finans zirvesinde bir başka ülkenin bakanı ise soruları “Faizleri düşürüp büyümeyi devam ettirmeliyiz” diyerek yanıtlıyordu. Geçtiğimiz ay Brezilya ve Pakistan’daki yetkililer de benzer düşüncelerini dile getirdiler. Az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerin bakanları, yüksek enflasyona, dalgalanan para birimine ya da kaçan yatırımcılara bakmak yerine, Türkiye’nin Geçen yıl %5.6’ya ulaşan GSYİH büyüme oranlarına bakmayı yeğliyorlar. Bu bakanlar uzun vadeli büyümeyi belirleyen üretkenlikteki duraklama ve tükenen dış rezervler nedeniyle bu durumun sürdürülemez olduğu yönündeki uyarılara ise şüpheyle yaklaşıyorlar.
Enflasyon kontrolden çıktığında aşırı gevşek para politikalarını desteklemenin örnekleri Türkiye deneyinden çok daha eskide bulunabilir. Enflasyon, gelişmekte olan ülkelerin sırtında yük olan devlet borçların değerini tüketiyor. Hükümetler çok fazla borçlandığında, hiperenflasyona ve para biriminin çökmesine giden en kesin yol olsa bile, fiyatları serbest bırakmak gibi cazip bir seçeneği tercih ediyorlar.
Bu cazip nedenlerde ek olarak daha yeni nedenler Sayın Erdoğan’dan geliyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, gelişmekte olan piyasalarda gevşek politikanın enflasyonu bastırmaya yardımcı olduğu konusunda ısrarlı. Endüstriyel büyümeyi teşvik amacıyla firmaların ucuz krediye erişimini tercih eden ülkeler için bu cazip bir fikir. Öne sürülen argümanlardan biri, daha ucuz borçlanmanın daha düşük tüketici fiyatları anlamına geleceği. Bir diğeri ise ihracatı artıracağı ve bunun da yabancı rezervlere taze kan sağlayacağı. Her iki argümanın da sorunu, düşük faizlerin hızlandırdığı ekonomik faaliyetin ücretleri de artırması ve firmaları gelecekteki fiyatlar konusunda iyimser hale getirerek enflasyonu güçlendirmeleri olgusu. Devlet tahvillerindeki düşük oranlar da yabancı yatırımcıların kaçmasına yol açarak para birimine de ağır bir darbe vurmuş oluyor.
Yine de para politikalarının gelişmekte olan ekonomilerde farklı işlediği doğrudur. Yabancı yatırımlar piyasa faizleri için çok daha önemli; toplam talep ise daha az önemli. Yakın tarihli bir makalede Gita Gopinath, IMF ‘nin ilk genel müdür yardımcısı ve diğer uzmanlar, gelişmekte olan piyasaların politika faizlerinin reel ekonomileri üzerinde neredeyse hiçbir etkisi olmadığını ortaya koymaktadır. 1990 yılından bu yana 77 gelişmekte olan ülkeyi inceleyen araştırmacılar, tıpkı gelişmiş ekonomilerde olduğu gibi, merkez bankalarının enflasyon yükseldiğinde yerel bankalara verdikleri kredilerin faiz oranını yükselttiklerini ortaya koyuyor. Gelişmiş ekonomilerin aksine, bankalar bu faiz değişikliğini devlet ve hanehalkı borçlularına yansıtmıyorlar.
Bunun nedenini anlamak için bankaların nasıl borçlandığına bir bakalım: Gelişmekte olan piyasalardaki finans kuruluşları, az sayıda hane halkı tasarruf ettiğinden ve pek büyük firma bulunmadığından, ülke içinde fon bulmakta zorlanırlar. Bunun yerine ise uluslararası piyasalara yönelirler. Mantığa aykırı bir şekilde, yabancı finansörlerin talep ettiği risk primi enflasyon yükseldiğinde düşme eğilimindedir; çünkü böyle zamanlarda ekonomik büyüme güçlü olma eğilimi gösterir. Bu da merkez bankası faiz artışlarının etkisini dengeler.
Para Politikanın mücadele etmesi gereken tek güç uluslararası piyasalar da değildir: Yoksul ülkeler aynı zamanda firmaların bankalardan borç almadığı büyük kayıt dışı sektörlere de ev sahipliği yapmaktadır. BM ve IMF, gelişmekte olan ülkelerdeki işgücünün %60’ından fazlasının ve gayrisafi milli hasılanın üçte birinden fazlasının kayıt dışı olduğu analizinde bulunuyor. Kayıt dışı borç verenler eninde sonunda bankaların faiz oranlarını yakalasa da bu zaman alıyor. Ayrıca kayıt dışı işgücü piyasaları esnektir, yani faizler yükseldiğinde istihdam yerine işçilerin ücretleri yeni fiyatlara ve oranlara göre ayarlanır. Merkez bankaları topluluğu olan “Bank for International Settlements”a göre bu durum, gelişmekte olan ekonomilerin yüksek faiz oranları sorununu çok daha uzun süre boyunca hissetmesi anlamına geliyor.
Kayıt dışı finans insanlara bankacılık sisteminden kaçış imkanı sağlıyor. Köşe yazarımız kısa bir süre önce Gana’daydı ve lüks arabaları teminat olarak alan gayrı resmi olarak borç veren bir ‘işletmenin’ kendisine verdiği bilgiye göre, hükümetin iç borçlanmasının çoğunu silen ve neredeyse bankacılık sektörünü de beraberinde götüren Gana’nın son borçlarını yeniden yapılandırmasından bu yana işler tamamen sarpa sarmış. Bu yüzden resmi bankalara olan güvenin düşük olması şaşırtıcı değil. Accra’nın en büyük bankalarından birinin patronu, diğer firmaların kayıt dışı dolar stoklayarak benzer bir olaydan kaynaklanabilecek olumsuzluklara karşı kendilerini koruduklarını aktarıyor.
Sorun, Sayın Erdoğan’ın politikalarının bu türden ülkelere yardımcı olacağını varsaymakla ortaya çıkıyor. Eğer yüksek faiz oranları kayıt dışı borç alan ‘işletmeler’ ve yabancı borç kaynakları tarafından sulandırılıyorsa, düşük faiz oranları da sulandırılabilir. Bayan Gopinath’ın araştırması, aşırı iyimser para politikasının büyüme yaratabileceğinden şüphe duymak için güçlü bir neden, ayrıca Sayın Erdoğan’ın savunduğunun aksine enflasyonu düşürebileceği fikrini de desteklemiyor. Eğer Cathath haklıysa, yetkililerin para politikalarının ekonomi üzerindeki etkisini güçlendirmek için dış borçlanma üzerindeki risk primini azaltmaya odaklanmaları gerekiyor. Bunu yapmak için de otoritelerin, yatırımcıları kendilerini ciddiye almaları için ikna etmeleri gerekiyor ki bu da açıkları kontrol altında tutmak ve mali durumu istikrarlı hale getirmek anlamına geliyor. Yani ‘Uçuk’ teorilerin peşine takılmamalılar. Sayın Erdoğan’ın deneyini deneme aşamasında bırakması en iyisi olurdu.
Çeviri: Hasan Ayer
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***