YORUM | NEDİM HAZAR
Önce serimizin ana konusu olan otel bölümünü aktaralım.
Bediüzzaman’ın İstanbul’a geldiğinde kaldığı yer, Fatih Camii yakınlarında İslâmbol Caddesi’nde bulunan Malta Çarşısı’ndaki Şekerci Hanı’dır.
Yüz odalı bu han çok enteresan bir mekandır. Çağın ileri gelen entelektüelleri ve âlimlerinin sıklıkla uğrayıp ikamet ettiği, sosyal ve kültürel olaylara sahne olan bir ilim ve irfan merkezidir adeta.
Şekerci Hanı’nın kuruluş hikayesi de enteresandır. Esasen Fatih Camii’nin inşâsı esnasında işçi ve ustaların konaklaması için yapılmış ve daha sonraki dönemlerde İstanbul’un bir tür kültür merkezine dönüşmüştür.
Akif’ten, Neyzen Tevfik’e kadar pek çok edip, sefir, mebus ve münevver sıklıkla buralara uğrar imiş.
Ve Nursi, bugün çoğumuza garip gelen bir yazıyı kaldığı odanın kapısına astırır: “Burada her müşkül halledilir, her suale cevap verilir; fakat sual sorulmaz.”
Ne tür bir gayeye matuf yazılmıştır elbette bilemiyoruz ancak bu iddialı tabelanın Bediüzzaman’ı o kargaşanın içinde bile popüler yaptığı muhakkaktır.
Kısa sürede Şekerci Hanı’nın şöhreti zirveye çıkar. Doğu’da medrese eğitimini tamamlayarak “Bediüzzaman” unvanını alan Said Nursî’nin bu handa ikamet ettiğini bir gazete şu başlıkla duyurur: “Şarkın yalçın kayalıklarından bir ateşpare-i zekâ, İstanbul afakında tulû etti.”
Bu handa kalınan süre içerisinde Bediüzzaman merkezli pek çok münazara, sohbet ve ders yaşanır.
Bunların çoğunu klasik tarihçelerde okumuşsunuzdur. Şeyh Bahid Hz. ile münazarası gibi.
Bu dönemle ilgili enteresan detayları Hz. Üstad’ın kardeşinin hatıra defterinden okumak mümkündür.
Ancak en enteresanı “Mevlid Nasıl Okunur ve Mevlûdhanlar” kitabında Hafız Ali Rıza Sağman Efendi’nin hatıralarıdır:
“1907 kışı idi sanıyorum, İstanbul’un ilmî mahfellerinde, hele medrese bucaklarında birdenbire manalı bir fısıltı, ilgilendirici bir dedikodu elektrik hızı ile ağızlara yayıldı, kulakları doldurdu: “Kürdistan’dan bir adam gelmiş, yaşça çok genç olduğu halde, ilimce kendisine çıkan yokmuş. Bu yaşta bu kadar geniş ilim, ancak “Vehbî” (Allah vergisi) olabilirmiş. Bu zatın kılığı, kıyafeti de dikkat ve hayret çekici imiş. Kendisini görenler, “hammal” zannediyormuş. Çünki çenesinde sakal, başında sarık, sırtında cübbe, ayaklarında şalvar yokmuş. Bu adam bir harîka imiş. Adı, “Said”, lâkabı “Bediüzzaman” imiş…” O târîhte biz çocuktuk. Hakkında tılsımlı haberler duyduğumuz bu zatı görmek sevdasının zebunu olduk.” (s5)
Ali Rıza Sağman kitabın ilerleyen sayfalarında da bahseder üstaddan: “Fakat işittik ki, hainler bu zatı göz hapsine almışlar.” Fakat bu kısmı bir sonraki yazıda kaleme alacağız.
İşin ikamet ve otel kısmı böyle… Bir de siyasi ve sosyal kısmı var elbette.
1907.. İstanbul… Saray ve Sultan Abdulhamid!
Emre Aydın, (SÜ) “Sultan 2. Abdulhamid’in Ulema ve Meşayih ile ilişkileri” isimli yüksek lisans tezinde (2019) vurguladığı şu husus önemlidir:
“Sultan II. Abdülhamid’in hem öze bağlı yayılmacı halifelik siyaseti hem de kalkınmacı Avrupai tecdid anlayışı yönetim anlayışında temerküz etmiş kendini her cihetle göstermiştir. Sultan ortaya koyduğu bu siyasetle bir taraftan Avrupai tedrisata fevkalade önem verirken diğer taraftan da klasik İslam anlayışını ihya etmiş ve klasik ehl-i sünnet geleneği önündeki reformist çıkışlara müdahalelerde bulunmuştur; bir taraftan sarayda Hamlet oynatırken diğer taraftan Beşiktaş’ta inşa ettirdiği Şazeli Âsitanesi’nde yapılan zikir meclislerine iştirak etmiştir; bir taraftan her şeyiyle Avrupai olmadığı için Jön Türkler tarafından geri kafalılıkla tenkit edilirken diğer taraftan Kanun-u Esâsi’yi ilan ettiği için bir kısım ulema tarafından tekfir edilmiştir. Sultan Abdülhamid böyle bir ortamda, hilafet müessesini siyasi mefkûresinde istihdam etmiş, Osmanlı genelinde Avrupai tarzda kalkınma hamleleri yürütmüştür. Sultan Hamid’in bu gayelerini tahakkuk ettirmek için en çok istifade ettiği zümrelerden biri ulema sınıfı olmuştur. Bunun için onun yönetim anlayışının fikri ve işleyiş açısından muhalifleri de karşısına ulema zümreleri ile çıkmıştır.”
Hz. Bediüzzaman’ın İstanbul ile ilişkisi aslında bir din aliminin saltanat ile olan ilişkisidir.
Nursi, yanında Tahir Paşa’nın tezkiresiyle geldiği İstanbul’da çok fazla kalmak niyetinde değildir.
Tabii olarak en iyimser senaryo ile hareket etmiş, mektubu hünkara ulaştıracak, ona projesini anlatacak ve doğuya en az Ezher kadar ama ondan çok daha fazla modern bilimleri de tedris eden bir akademi kuracaktır.
Ne ki, yukarıda okuduğunuz gibi durumlar hiç de uzaktan göründüğü gibi değildir.
Muhtemelen elindeki mektup hiçbir zaman Abdulhamid’e ulaşmamıştır.
Ancak, bu demek değildir ki mektup tamamen görmezden gelinmiş olsun.
İşte bu mektup süreci Bediüzzaman’ın İstanbul hayatını yıllara yayacaktır. 1910 yılına kadar bu şehirde ikamet ederken de elbette boş durmayacak hayatının bu dönemini bir kalem erbabı olarak yürütecektir.
Said Nursi’nin durumu klasik sair alimlerin durumu gibi değildir.
- yüzyılın başlarında din alimleri karpuz gibi ortadan ikiye bölünmüştür. Sultanı körü körüne alkışlayıp iltifat görenler ya da körü körüne behemehâl varlığına karşı duranlar.
Nursi, özellikle Meşrutiyet’in ilanı ile yaşanmıştı bu yarılma.
Badıllı Ağabey’in kaleme aldığı Mufassal tarihçe-i Hayat’ta, 1876’da ilan edilen 1. Meşrutiyet Anayasası’nı tekfir edenlerle, yüceltenleri “Haydar ağa-Haydo-Haydar” metaforuyla izah eder: “Evvel ‘Haydar Ağa’lık vardı. Şimdi siz de ‘Haydo’ yaptınız. Hâlbuki bize lâzım ‘Haydar’dır.” (s246)
Said Nursî’nin burada vermek istediği mesaj ifrat, tefrit ve vasat mertebesinin nasıl olması gerektiğidir. Hak edilmeyen bir aşırılıkta birilerine gösterilen muhabbet “Haydar Ağalık” aşırı derecede zemmetmek de “Haydo”luktur. Bu iki fiil ifrat ve tefrittir ve zulümdür. Vasat olan ise ifrat ve tefritten uzak olmaktır.
Kolayca anlaşılacağı üzere; “Haydar ağalık” dalkavukluğu, “Haydoluk” yıkıcı eleştiriyi, “Haydar” ise hakkaniyeti temsil etmektedir. Mesele hakikati söyleme biçimidir.
Hatta ileride ne kadar pişman olmuştur bilemiyoruz ama hüsn-ü zan çıtasını epey yükseğe koyar Bediüzzaman: “Yaşasın yaraları tedavi etmek fikrinde olan halife-i Peygamberî.”
Çok açıkça görüldüğü üzere, Hz. Üstad bardağın dolu kısmını görmekten yanadır. En azından ilk baştaki zannı böyledir.
Bediüzzaman okul/medrese/eğitim diye çırpınırken siyaset alanı, saray filan adeta cadı kazanıdır. 1907’de aslında çok önemli bir olay daha yaşanmıştır sessizce. Mustafa Kemal kendini Selanik’e tayin ettirmiş ve İttihat ve Terakki’ye kaydolmuştur.
Bir yandan da Osmanlı bürokrasisi işlemekte Bediüzzaman’ın tezkiresi oradan oraya gidip durmaktadır.
Saray refleks olarak önce Nursi’yi araştırır ve tabiri caizse hangi tarafta olduğunu anlamaya çalışır. Zaptiye Nezareti’nin iç yazışmasından:
Mektubî Kalemine Mahsus:
Van Vilayet-i liyesi’ne,
Van’dan aldığı 5 Teşrinisani 1323 tarihli ve üç cild ve 12 sıra numaralı tezkiresiyle [berây-ı tedâvi] Dersaadet’e gelmiş olan Molla Said Efendi’nin ne vakitten beri Van’da [ne vakitten beri bulunur] ikamet ve ne ile iştigal [ediyor idi. Ve buraca şuurunda eseri hiffet görüldüğünden orada hastalığı nasıl bulunur idi] ettiğinin ve mezkur tezkirenin faziletli elkabı konmuş olduğu cihetle rütbe-i ilmiyesi olup olmadığının ve yine zikr olunan tezkirede berây-ı tedâvi Dersaâdet’e azimet ettiği muharrer olduğundan ve kendisinin şuurunun hiffet eseri görüldüğünden hastalığından ibaret idiğünün serian ve mevzuan esbabı babında.
ZB., 618/64, 18 Kasım 1907”Resmi yazının dili ve kullandığı kelimelerin bir istihbarat raporu talep edildiği apaçık ortadadır.
Gelen raporun nasıl olduğu hakkında bir bilgimiz yok. Muhtemelen nazaret makamı bu belgeleri imha yoluna gitmiş. Ancak, sonraki hamlelerden çok da olumlu bir netice gelmediği anlaşılmakta. Zira o andan itibaren Bediüzzaman’ın saray ve dahi İstanbul’dan uzaklaştırabilmek için önce havuç, ardından sopa gösterilecektir!
Komisyon-ı Mahsus Müsevvedâtı:
Van Vilayet-i liyesi’ne,
Fuzalâdan ve hüsn-i hâl eshâbından olduğu 21 Mayıs 1324 târihli telgrafnâme-i vâlâlarında iş’ar buyurulan Bitlisli Molla Said oraya avdet etmek üzere [olup]dir. Ancak kendisinden buraca meşhûd olan bazı etvâr ve evzâ oraca beyn’el-aşâir teferrüd-i dâ’iyesine kalkışmak veya bir mefsedet ikâ’ etmek şüphesi tevlid etmekte olduğundan öyle bir hal ve harekete tasaddi etmesi me’mul ve kâbil olup olmadığının bâlâ taraf mulâhazasıyla âcilen iş’ar buyurulması babında. 6 Temmuz 1324/19 Temmuz 1908
ZB., 620/31,21Fakat durum çok hassastır. Saray bürokrasisi Bediüzzaman’ı öfkelendirmeden gönderme imkanlarını araştırmaktadır. 1908’de yapılan bir yazışmaya baktığımızda sarayın en büyük korkularından birinin Nursi’nin Van’a dönüp aşiretleri bir isyana başlatan lider olmayı deneyebileceği yönündedir.
Çok değil bu mektubun yazılmasından 3 gün sonra 2. Meşrutiyet ilan edilir ve tabiri caizse çarşı artık tamamen karışır!
Fitnenin büyüğüyle her gün boğulan sarayın, Nursi’yi hiç tanımadığı, tanımaya da niyetinin olmadığı aşikardır.
Ve yaklaşan büyük felaketi bile öngören kimse olmamıştır saray ulularından.
Bu esnada,
en heyecanlı yerinde kesmiş olacağım ama olayların bütünlüğü bozmadan aktarabilmek için böyle dilimlemem gerekiyor.
Çünkü meşhur 31 Mart Vakası’na gelmiş bulunuyoruz…
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***