YORUM | Dr. TALİP AYDIN
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Kuruluşundan bu yana Avrupa’da demokratik toplum düzeninin inşası ve geliştirilmesinde çok önemli görevler icra etmiştir. Bu meyanda insan hakları alanında geliştirdiği sistemler ve kavramlar oldukça önemlidir.
Türkiye’de 17-25 Aralık 2013 soruşturmalarından ve özellikle 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden bu yana, ‘hukuk devleti’ kurumlarının, yapılarının ve kavramlarının ne denli erozyona uğradığı, bazılarının tamamen yıkıldığı aşikardır. Bu durum, yukarıda izah edildiği gibi pek çok uluslararası inceleme, istatistik ve raporla sabittir.
Bu durumda AİHM en azından bundan sonraki vereceği kararlarda, yerleşik içtihatlarına ve birikimine uygun şekilde, insan haklarına ve onuruna saygıyla yaklaşarak, demokratik toplum düzeni ve hukukun üstünlüğüne dayalı devlet yapısını destekleyen kararlar almalıdır.
Geçtiğimiz günlerde açıklanan Hidayet Karaca (25285/15) kararında AİHM, “Tutuklama veya tutukluluğun devamı kararını veren hakimlerin “bağımsız ve tarafsız” olduklarına dair yeterli güvence olmadığından AİHS 5/4’ün, yargılama öncesi tutukluluk süresinin aşırı uzun olması nedeniyle AİHS 5/3’ün ihlal edildiğine hükmetti.
Ancak Hidayet Karaca’nın, “tutuklama için yeterli makul şüphenin bulunmadığı”, “ifade hürriyetinin ihlal edildiği” ve “Suçta ve cezada kanunilik ilkesinin ihlal edildiği” şikayetlerini içeren taleplerini reddetti.
AİHM’in Karaca kararında ifade hürriyetinin ihlal edilmediğine karar vermesi hayal kırıklığına neden oldu. Çünkü ifade özgürlüğü demokratik toplum düzeninin temel taşıdır. Halk için en iyinin tespiti ve uygulanması, ancak bütün fikirlerin tam bir özgürlük ortamında ayrıntısıyla müzakeresi ve münazarası ile mümkündür. İfadenin önünün açılmasının yönü ve sonucu, demokrasi, gelişim, medeniyet ve ilerleme; kısıtlanmasının yönü de diktatörlüktür.
Basın da ifade özgürlüğünün en verimli gerçekleşebileceği yegane ortamdır. Bu yüzden kuruluşundan bu yana AİHM, içtihatlarında ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğünü en yüksek değer olarak kabul etmekte ve korumaktadır. Çünkü kişi ancak basın sayesinde etrafında olup bitenlerden haberdar olabilir. Ayrıca kendi fikirlerini yine basın sayesinde başkalarına aktarabilir; keza başka fikirleri, yorumları edinebilir, tartışabilir, kendi yorum ve kanaatlerini başkalarına iletebilir.
Basının çok önemli başka bir fonksiyonu da yolsuzluk ve usulsüzlüklere halk adına gözcülük yapmasıdır. AİHM’nin basın için betimlemesi ve tanımlaması manidardır: “Basın toplumun bekçi köpeğidir (Public Watchdog)”. HUDOC arama bölümüne bu kavramı yazdığınızda yüzlerce karar çıkmaktadır. Çünkü AİHM haklı ve isabetli olarak ilgili her uyuşmazlığı irdelerken, basının bu rolüne ve önemine dikkat çekerek uyuşmazlığı tahlil etmektedir.
Bundan dolayıdır ki AİHM nezdinde basın mensuplarının ifade özgürlüğü bakımından farklı bir ayrıcalığı, özel bir koruması ve kalkanı vardır. Mesela şunlar AİHM in bu konuda geliştirdiği kavramlar ve ilkelerden bazılarıdır;
- Basın haber veya yazının konusunu çekici kılmak için abartarak sunabilir,
- Gazeteci okuyucunun dikkatini çekmek için teknik imkanları, edebiyatın, bilhassa karikatür, mizah ve hiciv sanatının imkanlarını kullanabilir,
- Basın faaliyetlerinin icrası için başta edebiyat olmak üzere sanatın bütün dalları ve imkanları seferber edilebilir,
- Birbirinin rakibi, muhalifi ve düşmanı olan kesimlerin fikir tartışmasında, olabildiğince hoşgörülü olmak gerekir
FETHULLAH GÜLEN’İN KONUŞMASI
Fethullah Gülen 6 Nisan 2009 tarihli konuşmasında bir soru üzerine ‘irtica’ ve ‘mürteci’ kavramlarını manalarını, çıkış süreçleri ve kullanım alanlarını izah ettikten sonra; öteden beri Müslümanlara karşı bir grubun, Meşrutiyet’ten başlayarak 28 Şubat Süreci’ne kadar devam edegelen süreçte, toplumu bölmek ve parçalamak maksadıyla provokasyonlar yaptıklarını; Müslüman kılığına bürünen provokatörlerin toplum içine girerek değişik eylemler gerçekleştirdikleri, böylece güvenlik güçlerini inançlı insanlar aleyhine harekete sevk ettiklerini somut örnekleriyle anlatmakta ve izah etmektedir. Sonrasında da o günlerde gündemde olan ve yine toplumu kamplara bölmeye matuf provokatif eylemlere yönelik duyumlardan bahsetmektedir. Uyuşmazlığın çekirdeği, AİHM’nin odaklandığı yer de burasıdır.
Dikkat edilirse Fethullah Gülen bahsi geçen konuşmasında tam da bu noktaya dikkat çekmekte, gizli ve karanlık odakların bu türden provokasyonlarından sakınmak gerektiğini belirtmektedir. Dahası insanın şeref ve onuruna vurgu yapmakta, barış içerisinde bir arada yaşamanın parametrelerini sıralamaktadır. Ayrıca doğrudan somut bir ithamda bulunmamakta, işlenmiş bir eylemden söz etmemekte, muhtemel planlardan ve tehlikelerden bahsetmektedir. Geniş bir kitlenin kanaat önderi olarak provokasyonlar gerçekleşmeden toplumu uyarmak ve önlem almak istediği anlaşılmaktadır.
İddiaya ve AİHM’nin kabulüne göre, sonrasında Hidayet KARACA, Fethullah GÜLEN ile telefonda görüşmüş, sonrasında Samanyolu Televizyonu’nda yayınlanan dizinin bir bölümünde, Bamteli sohbetindeki açıklamalara benzer şekilde, başlangıçta senaryoda olmayan eklemeler yapılmıştır.
KONTRGERİLLA FAALİYETLERİ VE AK KARARI
Her şeyden önce Gladio, Kontrgerilla, Özel Harp Dairesi, Seferberlik Tetkik Kurulu gibi zaman zaman kılık ve unvan değiştiren, fakat demokratik sistemin ve hukuk düzenin dışında yer alan yapıların faaliyetleri herkesin malumudur. Neredeyse Cumhuriyetin tarihi kadar eskiye dayanan bu yapıların karıştıkları suçlar, işledikleri cinayetler, sebep oldukları ve yönlendirdikleri toplumsal olaylar ve kalkışmalar hemen herkes tarafından bilinmektedir. Somut örneklerini, bizzat planlayıcıların itiraflarını anlatmak bu yazının konusu değil. Sadece Beyaz Toroslar, şimdilerde Siyah Transporterlar, asit kuyuları, özellikle Güneydoğu bölgesinden adam kaçırma faaliyetleri, sokaktaki vatandaşın dahi vakıf olduğu gerçeklerdir. Üstelik AİHM ve bilhassa işbu kararı veren 2. Dairenin son 40 yıllık arşivi, bu karanlık odakların cinayet, provokasyon, adam kaçırma, öldürme gibi eylemlerinin ayrıntılarıyla doludur. Dolayısıyla AİHM’nin değerli hakimleri özellikle Güneydoğu’da olmak üzere bilhassa son 40 yılda olup bitenlerden haberlerinin olmadığını iddia edemezler.
Bu noktada bahsi geçen Gladio kavramı ve gerçekliğinin NATO ülkeleri ve Avrupa eksenindeki gelişmelerinden bahsetmekte yarar var. Bilindiği üzere 1990’ların başlarında Berlin Duvarı ile birlikte Demir Perde de yıkılınca, NATO ülkeleri içerisinde ABD merkezli kayıt ve kontrol dışı paramiliter yapıların hukuk dışı icraatları, suçları, cinayetleri ortaya saçılmıştı. O dönemde Avrupa kamuoyundan haklı olarak şaşırtıcı ve sert tepkiler gelmişti. Bunun üzerine Avrupa Parlamentosu 22 Kasım 1990’da kayıt ve kontrol dışı istihbarat ve operasyon örgütlerinin derhal tasfiyesi yönünde karar aldı (European Parliament resolution on Gladio). Bahsi geçen kararda tam da konumuz açısından oldukça dikkat çekici ifadeler vardır:
“C. Söz konusu gizli örgütün üye devletlerin iç siyasi işlerine yasadışı müdahale etmiş olabileceği ve hala müdahalesinin sürüyor olabileceği korkusu ile,
Muhtelif yargı araştırmalarıyla da ispatlandığı üzere, belli üye devletlerde, askeri istihbarat teşkilatlarının (ya da bunların kontrol edilmeyen birimlerinin) ciddi terör ve suç olaylarına karıştığı hususu çerçevesinde,
Bu örgütlerin, herhangi bir parlamento içi kontrole tabi olmadıkları için, tamamen hukuka aykırı olarak faaliyet gösterdikleri ve göstermeye devam ettikleri ve devlet daireleri ile anayasal kuruluşlarda en yüksek görevlerde bulunan kişilerin bu konularda aydınlatılmadığı hususu çerçevesinde,
…
Üye devletlerin hükümetlerine tüm gizli askeri ve milis örgütlerinin lağvedilmesi çağrısında bulunmaktadır,
Söz konusu askeri örgütlerin mevcudiyetinin belirlenmiş olduğu ülkelerin yargı makamlarına, bunların içeriklerinin ve faaliyet şekillerinin tamamen aydınlığa çıkarılması ve keza bunların, üye devletlerin demokratik yapısını istikrarsız hale getirmek için yapmış olabilecekleri eylemlerin de ortaya çıkarılması çağrısında bulunmaktadır.
…”
Bu arada, yukarıdaki karar sonrası, Türkiye hariç, bütün NATO ülkelerinden bahsi geçen paramiliter yapıların tasfiye edildiğini hatırlatalım.
Konumuza dönersek. Dikkat edilirse Fethullah Gülen bahsi geçen konuşmasında tam da bu noktaya dikkat çekmekte, gizli ve karanlık odakların bu türden provokasyonlarından sakınmak gerektiğini belirtmektedir. Dahası insanın şeref ve onuruna vurgu yapmakta, barış içerisinde bir arada yaşamanın parametrelerini sıralamaktadır. Ayrıca doğrudan somut bir ithamda bulunmamakta, işlenmiş bir eylemden söz etmemekte, muhtemel planlardan ve tehlikelerden bahsetmektedir. Geniş bir kitlenin kanaat önderi olarak provokasyonlar gerçekleşmeden toplumu uyarmak ve önlem almak istediği anlaşılmaktadır.
Bu durumda böyle bir görüşme olmuşsa Fethullah Gülen’in isnada konu konuşmasının suç unsuru olarak görmeyi, tam aksine takdire şayan bir davranış olarak görülmesi yerinde olacaktır.
Ayrıca, AİHM’nin telefon görüşmesine atıfta bulunması ve hükme dayanak yapmasında esaslı bir usul sorunu vardır. Çünkü telefon görüşmesi usulsüz dinlenmiş ve kayda alınmıştır. Anlaşılan istihbarat birimleri tarafından dinlenen kayıtlar basına ve kamuoyuna sızdırılmış, sonrasında Türk Mahkemeleri ve AİHM ‘açık kaynak bilgisi’ unvanıyla bu konuşma içeriklerini, başvurucu aleyhine hükme dayanak olarak kullanmıştır. Ceza yargılamasında usulüne uygun elde edilmeyen delillerin yok sayılması ve dosyadan çıkarılması gerektiği, tartışmasız bir zorunluluktur. Dolayısıyla bu telefon görüşmelerine dayanılması açıkça hukuka aykırıdır. Ancak bir an için bu telefon görüşmelerinin hukuka uygun ve hakim kararına istinaden elde edildiği var sayılsa bile, yukarıda açıklanan nedenlerle hukuken bir sorun yoktur.
17-25 ARALIK 2013 SORUŞTURMALARI VE PROJE MAHKEMELER
Türkiye’de Gülen Cemaati ile Hükümet, daha doğrusu Erdoğan arasında çatışma 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonları ile başlamış ve Erdoğan’ın tabiriyle “cadı avı” giderek artan bir ivme ile bugüne değin devam edegelmiştir. Erdoğan’ın ve Hükümetin husumetini çeken husus, soruşturmalarda bazı hükümet üyelerinin ve aile yakınlarının adının geçmesi nedeniyledir.
Erdoğan yapılan soruşturma ve operasyonların, seçilmiş hükümete karşı yargı yoluyla bir darbe girişimi olduğunu iddia ederek geniş çaplı bir tasfiye sürecine girmiştir. Bu süreç bugüne dek hep artarak devam edegelmiştir. Yaklaşık 6.000 hakim-savcı, 10.000 akademisyen, 200.000 kamu görevlisi bu süreçte görevlerinden uzaklaştırılmıştır.
Sürecin başlarında Erdoğan “bir proje üzerinde çalıştıklarını” belirterek “sonrasında bunların canlarına okuyacağız” demiştir. Kastettiği işbu başvurunun da sebebini teşkil eden Sulh Ceza Hakimlikleri’dir (SCH). Nitekim bundan sonra bu mahkemeler kamuoyunda ‘Proje Mahkemeler’ olarak anılır olmuştur. Önceleri arama, yakalama, tutuklama gibi hazırlık soruşturması safhasındaki kararlara, mesai dışı da hesaba katıldığında, örneğin uyuşmazlık konusu kararların verildiği İstanbul’da 100’den fazla hakim bakarken, SCH kurulduktan sonra toplamda 10 hakim tarafından verilir hale gelmiştir. Bu durum, ceza yargılamasında hazırlık soruşturması safhası işlemlerini ve kararlarını kapalı devre bir sisteme dönüştürdüğünden ve ‘yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı’ ilkesini ihlal ettiğinden, başka Venedik Komisyonu ve Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri olmak üzere pek çok uluslararası kuruluşun raporuna ve eleştirisine konu olmuştur.
Gerçekten de ‘Proje Mahkemelerinin’ göreve başlamasından sonra Türkiye’de hızla iki şey gerçekleşti. Bir: Erdoğan ve yakınları ile iktidar partisine (AKP) yakın kişiler hakkındaki neredeyse bütün soruşturmalar ve kovuşturmalar takipsizlikle veya beraatla sonuçlandı. İki: Başta ‘yargının bağımsızlığı’ olmak üzere, hukuk devletinin hemen bütün kurumları ve kavramları işlevsiz hale geldi. Nitekim hukuk devletinin parametreleri olarak bilinen, ‘Hukukun Üstünlüğü Endeksi’, ‘Yargı Bağımsızlığı Endeksi’ gibi Dünya çapındaki bütün istatistiklerde ve raporlarda, deyimin tam anlamıyla Türkiye dibe çakıldı. SCH öncesinde Türkiye, Dünya sıralamasında 50-60 arasında yer alırken ve istikrarla durumu her geçen yıl iyiye doğru seyir halindeyken; SCH sonrası birkaç yıl içinde en sonlara geriledi. Avrupa Yargı Teşkilatları Ağı, HSK yı ‘bağımsız ve tarafsız olmadığı’ gerekçesiyle üyeliğe kabul etmedi. Benzeri örnekleri ve gerçekleri çoğaltmak mümkün.
Diğer taraftan hükümetin 17-25 Aralık soruşturmaları hakkındaki argümanları ve paradigması da problemlidir. Şöyle ki: Hükümet bu operasyonların hükümete karşı bir yargı darbesine teşebbüs olduğunu iddia etmektedir. Nitekim 7 yıldır ve halen, resmi açıklamalara göre iki milyonu bulan soruşturma ve kovuşturmalarda, iddianame ve gerekçeli kararlarda bu iddia ve kabulle dava açılmakta veya mahkumiyet hükmü kurulmaktadır.
Ancak bu soruşturmaların, uluslararası kara para aklama, silah ve altın kaçakçılığı, İran’a karşı ambargonun delinmesi, uluslararası bankacılık mevzuatının ihlali gibi ağır ve büyük çaplı suçlamaların iki önemli sanıklarından Reza Zarrab ABD’ye gidip teslim olmuş, Halk Bankası Genel Müdür Yardımcısı Hakan Atilla da ABD de yakalanmış ve tutuklanmıştır. Reza Zarrab yargılama sırasında savcılık ve mahkeme ile anlaşarak, Erdoğan ve diğer hükümet yetkililerine verdiği rüşvetleri, yolsuzluk çarkı ve düzenini, işlenen suçları bütün çıplaklığı ve detaylarıyla anlatmıştır. Her iki sanık ABD yargısı tarafından mahkum edilmiştir. Diğer bir tabirle, Erdoğan ve Türk Hükümetinin ‘yargı darbesi’ olarak yaftaladığı soruşturmalar, bağımsız ABD yargısı tarafından doğrulanmış ve teyit edilmiştir. Üstelik ABD de bu soruşturmalarda görev alan güvenlik görevlileri başarılarından ötürü ödüllendirilmiştir. Bu kararlar kesinleşip infaz de edildiğinden, 17-25 Aralık soruşturmalarının isabeti ve hükümetin iddia ve isnatlarının doğru olmadığı kaziyye-i muhkeme haline gelmiştir. Buradaki şartların elverdiği ölçüde kısmen ayrıntısıyla izah edilen bütün bu süreçleri ve olguları, kararı veren AİHM 2. Dairesi’nin üyeleri de elbette çok iyi bilmekte ve yakından takip etmektedirler.
Basın ve ifade özgürlüğü hakkında bir kısmını yukarıda sıraladık. Bunların haricinde, belki en başa yerleştirilmesi gereken başka bir kavram ve ilke ise “insan haklarına saygıyla yaklaşmak” kavramı ve ilkesidir. Buna göre uyuşmazlıklar çözülürken daima insanın şeref ve onuru ön planda tutulmalı, tereddütlü ve muğlak durumlarda yorum insanın şerefi lehine yapılmalıdır.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***