YORUM | PROF. DR. MEHMET EFE ÇAMAN
Türkiye’de fikir ve düşünce, düşüncenin yazılı ve sözlü ifadesi, inanç ve kanaat, eleştiri özgürlüğü yoktur. Dikkatinizi çekerim, bu anayasal özgürlüklerin kısmen engellenmesinden bahsetmiyorum. Bütünüyle, tamamen, topyekûn bir “düşüncenin engellenmesi” politikası, mevcut devletin karakteristik bir özelliğidir. Son Merdan Yanardağ olayına bu şekilde bakılmalı. Elbette Yanardağ’ın düşüncelerine katılmayabilir bir hükümet. Zaten hiçbir zaman üyelerinin tüm düşüncelerinin aynı olduğu bir sosyal birliktelik olamaz. İnsanın olduğu yerde farklılıklar vardır ki zaten çoğulcu politik sistemlerin insanları daha fazla mutlu etmesinin de nedeni budur. İnsanlar birbirlerinden farklı düşünürler, aynı olayları birbirlerinden farklı yorumlarlar. Demokrasi ve çoğulculuk bu gerçeklikten dolayı doğmuştur zaten.
Düşünce ve fikir, düşüncenin ve fikirlerin ifadesi, inanç veya inanmama gibi özgürlükler, en temel düzeyde bu bireysel farklılıkların varlığına işaret eder. Baskılanarak susturulmaları mümkün de olsa, insanlar farklı düşünmekten ve farklı inanmaktan vazgeçmezler, geçmeyeceklerdir. İnsan olmanın en temel niteliklerinden birisi, özgün kimliklerimizdir. Düşünce, fikir ve inanç hürriyeti olmaksızın farklılıklarımızdan doğan kimliksel özelliklerimizi yaşayamayız. İnsanlar kimliklerini özgürce yaşayamadıklarında mutsuz olurlar. Farklılıklarımız bu nedenle en değerli varlıklarımız arasındadır. Bize özgü, bizi özgün kılan özelliklerimizi korumaya çabalarız. Bunu yapabilen, kendi olabilen, kolektifin başat ve etkili gücüne karşı koyabilen, mahalle baskısına direnç gösterebilen, ötekilerden farklı davranabilen bireylere genelde evrensel olarak, hangi topluma giderseniz gidin, şahsiyetli insan derler.
Türkiye, son 250 yıldan beri temel özgürlükleri ve hürriyetleri garanti altına alma mücadelesi veriyor. Osmanlı İmparatorluğu’nda başlayan bu serüven, uğradığı başarısızlıklardan sonra devletin yok oluşuna neden olan en başat faktörlerden biri oldu. Sıkışan havanın basıncın artmasıyla ısınması gibi, toplumun baskı altına alınması da sosyolojik, politik ve ekonomik dengeleri olumsuz etkiler, birleştirici değil, parçalayıcı bir dinamik oluşturur. Otoriterlik bir arada tutmaya yardımcı olmuyor, bilakis, santrifüj etkisiyle toplumu parçalarına ayrıştırıyor, aidiyetlerin altını oyuyor. Paradoksal bir şekilde, tersinden okuyacak olursak eğer, farklılıklara tolerans gösteren sistemler daha fazla bütünleşiyor, dayanıklılıkları artıyor.
Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan beri bir resmi ideolojiyle donatıldı. Bu ideolojiyi benimsetmeye çabaladı. Devlet, çocuklara, gençlere ve yetişkinlere bu resmi ideolojiyi dayattı. Mesele şuydu ki, gayet anlaşılır olarak, toplumun bir bölümü bu endoktrine edilen ideolojiyle kendini özdeşleştiremedi. İslamcılar, komünistler, liberaller, Kürtler, Ermeniler, Rumlar, Aleviler, birçok bakımlardan devletin kendilerine dayattığı ideolojiyi ve dünya görüşünü reddettiler.
Devlet, eğitim politikalarıyla, zorunlu askerlik uygulamasıyla, istihdam ve ekonomik bölüşüm mekanizmalarıyla, polisiyle, askeriyle, bürokrasisiyle, sürekli farklı düşünen vatandaşını ötekileştirdi. Anayasaya giren evrensel temel insan hak ve özgürlüklerine ilişkin maddeler, çoğu zaman uygulanmadı.
Türkiye’de her dönem birileri, bu nedenle hedef alındı. İnsanların başı kendi devletleriyle belaya girdi. Düşünün, devleti kendi vergileriyle finanse eden insanlar, o devletin kullandığı vergi paralarının kullanılmasından elde edilen fiziksel güçle baskı altına alındılar. Bu baskılama ve zulüm, çoğunlukla vatan-millet-Sakarya, Türk’e Türk propagandası, Türk üstünlükçülük, dış hortlaklarla korkutma gibi taktik ve stratejilerle yürütüldü. Solcular, sağcılar, İslamcılar, Ülkücüler, Komünistler, eşcinseller ve LGBTQ+, Gülen Cemaati, Kürt siyasi hareketi, KHK’lılar, 1402’likler, Aleviler, Hristiyanlar – kurbanlar değişti, ama zihniyet ve zulüm aynıydı hep.
Devletin bu genel özelliği yakın Türkiye tarihini bilen, onu okumuş veya onu yaşamış – ya da her ikisi birden! – herkesçe biliniyor. Fakat bir de şu var tespit edilmesi gereken, o da bu durumun dönemsel olarak artış ve azalış gösterdiğidir. Türkiye’de tüm hukuk devleti haline gelme çabalarını bu temel özgürlüklerin ne kadar sağlandığıyla veya uygulandığıyla ilintili olarak tespit etmek olanaklı. 1999-2010 yılları arasında AB standartlarına ulaşmaya çalışan, Kopenhag Ölçütleri’ni yerine getirmeye uğraşan Türkiye, görece en özgür dönemini yaşadı. Derken 2013’te Gezi ve 17 Aralık’la beraber bu gidişat sert şekilde sekteye uğradı, insan hakları karnesi bağlamında serbest düşüşe geçildi.
Gazetelere el konulması, televizyon kanallarının kapatılması, haber ajanslarına çökülmesi, üniversitelerin kapısına kilit vurulması ve ardından pencerelerine ve kara tahtalarına kadar devlet eliyle gündüz gözü yağmalamalarının gerçekleştirilmesi, okulların ve dershanelerin, sanayi tesislerinin ve üretim yerlerinin, firmaların ve şirketlerin üzerine çökülmesi, yeni bir devrin başladığına işaret etmekteydi. Ardından kitlesel takibat, gözaltılar ve tutuklamalar başladı. 15 Temmuz 2016 kontrollü darbe planları harfiyen işletildi. Devleti ele geçirdiler. Rejimlerini inşa ettiler.
Başından beri aklıselim insanlar yazdı, söyledi, ama kimse kulak asmadı. Ağır insan hakları ihlalleri daha da ağırlaştı, yaygınlaştı, sistematikleşti.
Temel özgürlükler sadece sistematik olarak ihlal edilmekle kalmadı, aynı zamanda onları garanti altına alan anayasa da rafa kaldırıldı.
Hapse atılan her bir gazeteci, aydın, akademisyen, sanatçı, siyasetçi, aktivist veya sade vatandaş, bu sistemi daha da fazla konsolide etti.
Her bir tutuklama veya gözaltı, ışığı biraz daha boğdu, karanlığı koyulaştırdı, özgürlükleri tırpanladı ve suçlu yöneticilere daha fazla cesaret verdi.
Toplumsa bu olanlara hep kendi klanının veya mahallesinin gözlükleriyle baktı. İnsanlar çoğunlukla kendilerinden olmayanların uğradığı hukuksuzluklara ve hak ihlallerine tepki göstermediler. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın tavrı aldılar. Böylece bu zafiyeti kullanan devlet aparatı, zulüm çemberini daha da genişletti.
Dikkat edin, Merdan Yanardağ ne dedi, ne demedi, bu konulara hiç girmiyorum bile. Çünkü bunların konuyla hiçbir alakası yok. Düşünce, fikir ve inanç özgürlüğü, her tür düşünceyi, fikri, inancı koruma altına alır. En uç, en provokatif, en aykırı olanları bile bu haktan yararlanır. İnsanların düşüncelerini, fikirlerini, inançlarını/inançsızlıklarını ifade etmelerine kısıtlamalar getiren bir ülke özgür olamaz. Bu ülkeden herkes gitmek ister, kurtulmak ister. Çünkü farklı olmak doğamızda var. Farklı olma hakkı, o hakkı kullanmasanız da doğanızdadır. Bunun kısıtlanması, mutsuzluk kaynağıdır. Özgür ülkelerde düşünce, fikir ve inanç özgürlüğü vardır ve bu özellikler daha fazla bütünleşme sağlar.
Yanardağ tutuklandı. Fakat bu münferit bir hadise değil ki! Düşünce suçlularının sayısını bilmiyorsanız ufak bir internet araştırması yapın ve uyduruk gerekçelerle hapishanelerde çürütülen farklı kesimlerden insanların dramlarını öğrenin. Teşhisi koymak gerekiyor: Türkiye özgür bir ülke değildir.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***