YORUM | M. NEDİM HAZAR
Dünkü yazı üzerine “Hocam otelde yaşamayı yüceltmişsiniz” türünden bir eleştiri aldım.
Sanırım otel kavramının algısındaki değişimden dolayı farklı mekanlar akla geliyor.
Şair; “Atıyor sızıların, çıplak duvarda nabzı / Çivi yaralarında, çivi yaralarında.” Şeklinde betimliyor dönemin otel odalarını.
Bahsini ettiğimiz günümüz 5 yıldızlı büyük şehir otelleri değil. Büyükşehirlerde bulunsa bile, son derece mütevazı, çoğuna “Han” denilen, insanların sadece gece konaklayabileceği son derece mütevazı mekanlar.
Hatta pek çok garibin kimseden habersiz şekilde yaşayıp, dünyadan göz ettiği izbe, köhne misafirhaneler.
Yine şair:
“Ağlayın, âşinasız, sessiz, can verenlere,
Otel odalarında, otel odalarında…” diyor.
Bu yazı serisinde de göreceğiniz gibi, dünyada hiç kimseye rahatsızlık vermek istemeyen, talebelerinin evlerinde bile kalmayı çok nadiren kabul eden Bediüzzaman, dünyada bir faninin yaşayabileceği en asgari insani şartlarda yaşamıştır.
Yani bir otel odaları derken, zihninizde beş yıldızlı lüks oteller gelmemeli…
Şimdi yine biraz eskiye dönelim.
İkinci Cihan Harbi’nin en ateşli zamanları.
Bediüzzaman, savaşa kalben dahi taraftar olmanın bir mesuliyet olduğunu söyleyecek kadar savaş karşıtıdır. Bu sebeple radyo bile dinlememektedir.
Bu kez durağımız Denizli…
Klasik bir Anadolu semti: Delikli Çınar.
Bediüzzaman buralara tatil ya da gezi amaçlı gitmemiştir. Dönemin muktediri sırf zulüm etmek adına neredeyse her şehirde aleyhine dava açmış, tutuklama yapmış, hapsetmiştir.
Denizli beraatından sonra bu şehir bu kutlu misafiri ağırlamıştır.
1943 Ekim’inden 1944 Haziran’ına kadar Denizli Hapishanesi’nde hapsedilir.
Denizli hapishanesinde Bediüzzaman, Risale-i Nur’u telife devam etmişti. Asa-yı Mûsa Mecmuasının bir parçası ve On Birinci Şua olan Meyve Risalesi, On İkinci ve On Üçüncü Şualar burada yazıldı.
Haziran 1944’te beraat eder etmesine ama rejim onun bir süre sürgünde, Denizli’de yaşamasına karar vermiştir.
Bediüzzaman’ı çok kısa süre misafir eden kutlu mekanlardan biri!
60 kadar talebesi de kendisiyle yargılandığı için bir yerde ikamet etmek büyük sıkıntıdır.
Hapishanede Ahmet Şerbetçioğlu isimli biriyle tanışmıştır. Sağlam bir dindar olan Şerbetçioğlu da rejimin gadrine uğrayan samimi Müslümanlardan biridir. Ancak Bediüzzaman ile tanışınca ufku muazzam genişler ve gelişir. Hapse niye girdiğinin hikmetini kavramıştır artık. Dolayısıyla hapisten çıkar çıkmaz (Bediüzzaman’dan çok kısa süre önce tahliye olmuştur) hemen Bediüzzaman ve talebelerinin ikamet etmesi için bir mekan hazırlamıştır.
Altıntop Camii’nin hemen yakınında bir evdir burası.
Bediüzzaman talebelerinin ısrarına dayanamaz ve çok kısa süre olarak Şerbetçioğlu’nun misafiri olur.
Bir süre sonra ise Şeytan Pazarı girişindeki Ahmet Çavuş’un hanına taşınmıştır.
Said Nursi asla istemeyip, tasvip etmese de nereye giderse gitsin ilgiye mazhar oluyor, dolayısıyla ziyaretçisi ziyade oluyordu.
Hz. Bediüzzaman, eserlerinin büyük kısmını çok zorlu şartlarda kaleme almıştır. Özellikle hapishaneyi adeta bir medrese olarak kullanmış ve eserlerindeki iç içeliği buralardaki duru bakışı sayesinde sağlamıştır.
Artık Risale-i Nurlara bütüncül bakabilmek mümkündür.
Hatta burada bir ziyaretçinin “Allah’a giden yol”u sorması üzerine şu enteresan cevabı verir:
“Allah’a giden 3 yol vardır. Felsefe, din ve iman. Birinci yol; yerin altından tünel kazarak gitmektir. İkinci yol; yerin üstünden yürümek gibidir. Üçüncü yol; en kısa ve süratlidir ki, uçarak gitmektir…”
İşte Bediüzzaman retoriği tam da böyle bir şeydir. Kullandığı metaforlar, meseleyi adeta çocuk algısının kavrayabileceği basitliğe dönüştürmekte ve çabucak ikna edebilmektedir.
Denizli Şehir Palas Oteli’nin üst katlarında yine mütevazı bir odada kalmaktadır.
Bediüzzaman’ın ıskalanan yönlerinden biri de onun muazzam bir gözlemci olduğudur.
Hz. Üstad’ın otel penceresinden baktığında gördüğü manzara.
Hangi şehirde bulursa bulunsun, mutlaka o beldenin en yüksek yerine geçer, şehri ve insanları temaşa eder, ibretlik çıkarımlar yapar.
Denizli Şehir Palas Oteli’nde de böyle yapar.
Neredeyse gün boyu pencereden sokağı ve şehri izler.
İhtiyarlık artık kapısına dayanmış, dünyada bir mülteci gibi hissetmekte bir de iktidarın baskısı ile dostlarından bile ayrı kalmıştır.
Otelin tam karşısında bir bahçe vardır.
Bir başka sırlı dost daha: Ağaçlar.
Hz. Bediüzzaman’ın ömür boyu dostları.
Dünyaya veda ederken pek çok kişiyle vedalaşır, bunlardan biri de ona kucak açan ağaçtır mesela.
Ağaçları sever, onlara dokunur, onlarla konuşur hatta.
Ağaç üzerinde uyuduğu zamanlar hiç de az değildir.
Denizli’de de karşı bahçedeki Kavak ağacı ile dost olur.
Bilen bilir, Denizli çoğu zaman esintili bir kenttir ve rüzgar açtıkça kavağın dal ve yaprakları öylesine salınır ve hışırdar ki, adeta ilahi bir şarkı terennüm ederler.
Yaprakların salınımındaki estetiği bin tane sanat gösterisine tercih edercesine hayranlıkla bakar.
Mevsim yazdır ama yakında sonbahar, ardından kış gelecektir…
Pencereden bakarken bir ara ağlamaya başladığı görülür.
Yanındaki birkaç talebesi hayretle ona bakmaktadır.
“Kışın yapraklarından ayrılacak, firak zamanı, elem zamanı” diye izah eder meseleyi.
Bediüzzaman’ın bir yönü daha çok önemlidir.
Hangi meseleyi ele alırsa alsın, hep pozitif yönden bakmayı, umudu asla yitirmemeyi önceler.
Tıpkı bu ağaç meselesinde olduğu gibi, olayı yine umuda ve bahara bağlar, çünkü o Bediüzzaman’dır bir ferah kapısı mutlaka bulacaktır: “Hz. Muhammed (a.s.m)’ın getirdiği nur, imdadımıza yetişiyor iyi ki. Bu nazenin ağaçlar ve kâinatta yok olmuş gibi görünen her şey esasen sadece görüntüyle zahiren yok oluyorlar. Bu firak geçicidir. Misal âleminde ebediyen yaşayacaklar…”
Ve şu muhteşem cümle dökülür dudaklarından; “Kimin için Allah var, ona her şey var. Ve kimin için yoksa, her şey ona yoktur, hiçtir…”
Bir ara ziyaretçisi o kadar çok olur ki, neredeyse kendine ayıracak bir tek saati bile kalmaz.
Talebelerinden Çelebi Selahaddin bu kısa süre içerisinde her gün yüzlerce insanın Bediüzzaman’a gelip sohbetinde bulunduğu kayıtlara geçmiştir.
Talebeleri ise misafirlere hizmet etmekten Risale tahrir etmeye fırsat bile bulamazlar.
Ve şöyle bir hatıra nakledeyim ki, otel denilince farklı şeyler düşünen arkadaşların zihnine daha iye otursun:
Selahaddin Çelebi bir gün yemek yapar…
Bediüzzaman’ın meşhur sepetindeki tahta kaşığı çıkardığı görülür. Fakat o da ne, kaşık kırıktır. Sapı başından ayrılmış, Bediüzzaman ya kendisi ya da bir talebesine tamir ettirmiştir. Minik bir çivi ile sap kaşığa tutturulmuştur.
Çelebi’nin içine oturur bu durum. Hemen yerinden fırlar ve çarşıdan güzelce bir kaşık alır. Ve maalesef daha fena bir şey yapar, kırık tahta kaşığı bir kağıda sarıp çöpe atar.
Başına geleceklerden habersizdir.
Akşam yemeğine oturulur. Bediüzzaman kaşığını arar. Ama nafile bulamayacaktır. Talebelerine sorar, belki yıkamak için almışlardır. Ancak kaşığı atan talebe; “Üstadım o çok eskimiş ve kırılmıştı, affınıza sığınarak yeni bir kaşık aldım, eskisini de attım” der.
“Attın mı?” diye sorar Bediüzzaman.
Talebeler adeta kaskatı kesilmiştir.
Öyle bir hiddetlenir ki, talebeleri şok olurlar. Ve şöyle der: “O kaşık benim 30 senelik arkadaşımdı. Ona kim paha biçebilirdi ki, sen atıyorsun!” diye çıkışır. Ve ekler, “Derhal çık git ve bulup geri getir kaşığı!”
Ahde vefanın şahikasıdır bu.
Mahcup talebe yerinden fırlar ve attığı kaşığı bulup gelir.
İyice suda kaynattıktan sonra iki dostu tekrar kavuşturur.
Denizli’de bir iki tane daha ilginç hatıra var. Onları ve diğer otelleri de bir sonraki yazıya..
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***