YORUM | VEYSEL AYHAN
İsrailiyat metinlerinde Firavun’la Şeytan’ın bir konuşması vardır. Şeytan, Firavun’a der ki: Yahu artık ihtiyarladın. Saçın-sakalın ağardı. Ama hala “Benden büyük tanrı yok!”, “Musa kim oluyor ki benimle boy ölçüşüyor!” falan diyorsun. Bu dediğin şeyleri bırak artık”. Firavun sinsice gülüyor: “Şimdi git, yarın geldiğinde görürsün!” diyor. Şeytan ertesi gün Fustat’a(Şimdi Kahire) gelince bir de ne görsün insanların kimisi dört ayağı üzerine inek gibi böğürüyor, bazıları eşek gibi anırıyor, bazıları koyun gibi meliyor, bazıları da köpek gibi havlıyor. Şeytan bu hale şaşırıp Firavun’a geliyor: “Nedir bu hal? Halk delirmiş, yollara dökülmüş…” Firavun kahkaha atıyor: “İşte bunlar benim halkım. Arkamdan gelen sürüler. Ben, “Benden büyük tanrı yok!” dediğimde bunlar da ‘Evet!’ diyerek sürüklendiler arkamdan.
Bir Firavun’un Firavunlaşmasındaki çevre faktörünü çok iyi anlatan bir hikâye. Aslı olup olmaması önemli değil. Tarih boyunca halkın ve insanın değişmeyen tabiatı bu…
TOGG’UN ÖNÜNE YATMAK
Ülkeyi 50 yıl geriye götüren, ekonomik olarak geçmiş ve geleceğini batıran, soyup soğana çeviren bir hırsız ve yalancının peşinde düşmüş yüzde elliden bahsediyorum.
Bunlara göre peşine düştüklerinin nitelikleri şöyle:
“Genel başkanımız ve başbakanımız bizim için adeta ikinci peygamberdir”
“Allahu tealanın bütün vasıflarını toplamış bir lider var!”
“Ona dokunmak bile ibadettir”
“Başbakanın sözü Peygamber sünnetidir.”
“Falan şekilde görsem bile suç karımdadır.”
“O bizim atamızdır.”
“Halife-i Ruyu zemin”
“O bizim anamız babamız, kocamızdır. Bunu iyi bilin.”
İthal bir otomobili yerli sanıp aç karnına “Beni çiğnesin!” diyerek önüne yatanlar…
Davul, zurna eşliğinde ilçe girişinde karşılayanlar…
Televizyon dizisini elinde kılıç kalkan izleyip hamle sırası bekleyenler…
Halk değişmiyor.
Peki bir halk nasıl bu hale gelir?
DEPREMZEDELERİN ŞÖLENİ
Kur’an’da “Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinde de kalın bir perde bulunmaktadır.” ayeti var. “Bunlar sağırdırlar, kördürler ve dilsizdirler” denir.
Bu ayet insanların iradelerini ellerinden almayı ifade etmez. Yapılan davranışlarla körleşmeyi, sağırlaşmayı ve kalpsizleşmeyi hak edişi anlatır.
Yaklaşık 10 yıldır korkunç bir zulüm yapılıyor. Bebekten yaşlıya; hastalardan, hamile kadınlara. Hitler dönemi hariç yüz bine yakın kadının gözaltına alındığı, tutuklandığı bir tarih dilimi yok. Farklı zamanlarda 1000’den fazla bebeğin zindan betonlarında büyüdüğü bir dönem olmadı. Zulüm kanser hastası çocuklara ulaşmış. Bu dönemin zalimleri mahşerde yargılandığında bu zulmün yapılmasına onay veren yani oy veren insanlar da yargılanacak. Zulmün aktörlerine yüzde elli oy veren bir halk var. Bu akıl almaz bir ekseriyet. Kur’ân’ın bu ayetlerini göz ardı ederseniz anlamak mümkün değil.
Ekonomik kriz ülkenin gelecek on yıllarını bile etkileyecek kadar vahim. Ailesini geçindiremediği için intihar edenler var. İnsanlar kar yağışında ucuz ekmek kuyruğunda. Kasaptan ancak 50 gram et alanlar var. Tepesinden en alttaki ilçe yöneticisine kadar tüm kadrolar boğazına kadar yolsuzluğa batmış. Depremde 3 gün yardım geciktiği için yakınları göz göre göre ölen on binlerce insan var. Binlerce cenaze enkazda. Tüm bunları unutup seçim gecesi havai fişekle sevinç gösterisi yapan depremzede bir halk var.
TWITTER GEZEGENİ
Siyaset bilimcilerin ve sosyologların pabucunu dama attıran bir halk. Rahmetli Süleyman Demirel’in “Boş tencerenin yıkamayacağı iktidar yoktur” sözünün ıskartaya çıkaran bir halk. Bu halkı ancak Kur’an’ın “körleşmiş, sağırlaşmış ve kalpsizleşmiş” sıfatlarıyla anlayabiliriz.
Bu halk, körleşmiş, önündeki lidere tapan Firavun halkından farklı bir halk değil. Böyle tarihi bir zulmü alkışlamış ve oy vermiş yüzde elliye yakın çoğunluk, bunlara aktif zalim diyebiliriz. Ve yapılanlara sessiz kalmış diğer yüzde elliye yakın topluluk, bunlara da pasif zalim diyebiliriz. Tüm bu kitlelerin bedel ödemeden, tövbe etmeden gözünün açılması mümkün değil.
Bir insan zalimse veya zulme seyirci olduysa öncelikle bunun bir zulüm olduğunu fark etmesi gerekir. Tövbe etmeden o insanların gözünün açılması mümkün değil. Tövbe ve pişmanlık affedilme belirtisidir. Peki o coğrafyada külliyet kesp etmiş bir pişmanlık belirtisi var mı? Yok. Pişmanlık bir lütuftur. Gözün açılmasını ve hakikati görmeyi ifade eder. Ama bu da liyakat ister. O insanların, hak ve hakikati görmeye liyakat kazandıklarını gösteren bir belirti var mı? Gözlerinin açılmasını, hatalarını fark etmeleri sağlayacak bir bedel mi ödediler? Bu olmadıysa kalplerdeki mühür nasıl çözülsün?
Bilakis zulüm fasılasız devam ediyor, halkın kahir ekseriyeti zulme suskunluğunu devam ettiriyor. Bu nedenle de körlük ve zulme payandalık aynı düzeyde sürüyor. Tüm bu realiteler ortada dururken Twitter gezegeninden dürbünle Türkiye ile ilgili analiz yapmak benim de içinde olduğum bazı insanları boş yere ümitlendirdi. Yanlış olan, zulmün bitişini pasif zalimden beklemek. Her şey acı sürprizlerle başladı. Düzelme de muhtemelen tatlı sürprizlerle olacak.
-Teşbihte hata olmasın- Size bir köpek saldırsa ne yaparsınız? Saldıran köpekle iletişim mi kurarsınız? Veya kenarda o saldırıyı izleyen diğer köpeklerden sizi kurtarmalarını mı beklersiniz? Doğru olan o köpeğin tasması elinde olan sahibine dönüp seslenmektir. Çünkü köpek köpektir. Sizi duymaz. Sizi anlamaz. Kalp taşımaz. Sahibi izin verdiği sürece sizi ısırmaya devam eder. Köpeğin sahibi dururken köpekle didişmek rasyonel değildir.
Önce coğrafya isimlendirmemizi tashih etmek lazım. Türkiye toprakları zulüm gören Uygurların topraklarından farklı değil. Yaşananlara baktığınızda Anadolu için şu an Çin tasallutundaki Uygur Özerk Bölgesi toprağı desek veya Kuzey Kore toprağı desek yanlış olmaz. Filistinliler, İsrail zulmü altında inliyor. Orada zulüm gören masum Filistinli bizden farklı değil. İğreti bir şekilde tutundukları o mazlum topraklar da bizim toprağımız gibi.
Anadolu’nun mazlum kısmı “Öz yurdunda garip, öz vatanında parya!” olan bir halk.
Yani Anadolu toprakları; vaktiyle Hitler zulmü altında inleyen Almanya, şu an Çin zulmü altında kıvranan Sincan’dan farksız.
ACI GERÇEĞİ FARK ETMEK
“Hizmet gönüllüsü” etiketi Türkiye’de artık yok edilmesi mubah, kırmızı boyayla işaretli bir düşman yaftasıdır. Bu ne zaman değişir bilmek mümkün değil. O nedenle bir Hizmet gönüllüsü Sincan’da bir Uygur, Filistin’deki bir Filistinlidir. O topraklarda yaşamak, kem gözlere ve yakışıksız sözlere sabretmek, başlı başına bir kahramanlıktır. O masumları boğmak için alesta bekleyen zalimlerin birer şirret Çinli polisten veya azgın bir İsrail askerinden farkı yok. Bu zulümleri kurgulayanları Müslüman sanmak, onların iman taşıdıklarını düşünmek bir naifliktir. Zulüm kapıdan girince iman bacadan çıkar. Zulüm, insana Allah’ın lütfu olan imanı alır götürür. “Öz vatanında parya” olarak yaşanılan o topraklarda yapılacak en önemli iş masum ve mağdurlara sahip çıkmaktır. “Zalim Allah’ın kılıcıdır, onunla intikam alır, sonra döner ondan intikam alır.” Siyasete kurtarıcı diye bel bağlamak Allah’a karşı saygısızlıktır. Zalim vakti gelince tuz buz olacak Allah’ın kılıcıdır.
PEKİ O ZAMAN NE YAPMAK LAZIM?
Gidişatı değiştirmek için siyasete mi girmek lazım?
Hizmet gönüllüleri tanımı gereği “Nübüvvete veraset” mesleğini temsil ediyor. Hz. Bediüzzaman’ın çizdiği yol, Hocaefendi’nin kitaplarında resmettiği aksiyon haritası bu yolun kırmızı çizgileri. Bir Hizmet gönüllüsü prensip olarak siyaset arenasından bir beklenti içine girmez. Girmemeli. Buna tenezzül etmemeli. “Şeytandan ve Siyasetten Allah’a sığınırım” vecizesi kalın bir kırmızı çizgi. Siyaset, dokunanı dönüştürücü ve çürütücü bir “şeytan”. Varsa bu dönüşüme meydan okuyan birileri onlar siyasete girebilir. Ama girmeden önce Hizmet gönüllüsü urbasını çıkardıklarını cümle aleme deklare etmeli. Çünkü bir Hizmet gönüllüsü muvafıkına ne kadar mesafedeyse muhalifine de aynı mesafede olmalı. Siyaset buna manidir. Teblig ve temsile engel olur. Siz siyasi iltisak içine girdiğinizde muhalif parti seçmeni sizi normal olarak düşman kabul eder. Siz kimseyi Hizmet’e, “Nübüvvete veraset” yoluna düşman edemezsiniz. Sizi düşman mevziinde gören, sizden siyasi hamle bekleyen insanlar kendilerini ister istemez dine karşı konumlandırmış olur. Kimsenin buna hakkı yok. Bir Hizmet gönüllüsü için siyaset sandık başında başlar, mühür basınca biter. “Sincan”dasın. Aktif zalime karşı mecburen pasif zalimi tercih sorumluluğunu yerine getiriyorsun. Ve getirmek zorundasın. Bunu yaparken de fazla ümit beslemezsin. Çünkü Allah’tan başkasına ümit bina edilmez.
Mesleği gereği siyasetle ilgilenen gazeteci ve siyaset bilimci bunun doğal istisnası. Ama bunun dışındaki insanların siyaset konuşması, saatlerce Twitter’da siyaset tartışması bence Kur’an’ın “lagviyat” tanımına giriyor. “Her birimizin yüz derece aklımız ziyade olsa da ancak bu vazifeye sarf etmek lâzımdır diye kanaatımız var.”(Dördüncü Mesele) Bizim seçimlerle veya siyasetle ilişkimiz bir Uygur’un Çin seçimleriyle ilgisi kadar veya bir Filistinli’nin İsrail Parlementosu ile ilgilenmesi kadar olmalı. Fazlası kendi işinde yoğunlaşmayı engeller.
MAZLUMLARLA EMPATİ
Çocuklarınız olsa. Sizin onlara olan merhamet ve şefkatinizi bir yabancının taşıması mümkün mü? Değil. Peki sizin yanınızda, sizin çocuklarınızın sahipsizliğine sürekli vurgu yapılması neye sebep olur? Öfkenizi celp eder. Mağdur veya mazlumlar yaşadıklarını Allah rızası için çıktıkları yolda yaşadı ve halen yaşıyor. Ne çekiyorlarsa Allah’tan dolayı çektiler. O yüzden Allah’ın teminatına namzet ve müştaklar. Allah’ın o mazlum ve mağdurlara kurbiyeti bir annenin evladına olan yakınlığından çok daha fazladır. Yıllardır hücrelerinde çile çeken kadınların sahibi Allah. Koğuşlarında ıstırapla inleyen hastaların vekili Allah. Altından kalkılmaz çilelerle elde edilen o kurbiyetin karşılığı her gözyaşı damlasına mukabil o firavun saraylarının zir-ü zeber olmasıdır. Bu, bugün olmuyorsa o gözyaşlarıyla binlerce mini Hz. Meryemler, Rabiat’ül Adeviyeler inşa edildiği içindir, binlerce küçük Hz. Yusuflar bina edildiğindendir. Mazlum ve mağdurların varlığı bizim için birer imtihan sorusu. Maddi imkânı olduğu halde gerekli yardımı yapmamak, maddi varlığının kendine ait olduğunu vehmine kapılmak imtihanı kaybediştir. Hukuki olarak yapılması gerekenleri ihmal etmek bir sorumsuzluktur. Ama bunun ötesinde “Eyvah eyvah” edebiyatı yapmak o mazlumların Rabbi’ne karşı saygısızlık olur. O, dilediği zaman zulüm mevsimini bitirir. Vakit geldiğinde en güçlü zalimler bile cehennem olur gider. Tıpkı önceki yüzlerce nemrudun gittiği gibi. Bize düşen o güne kadar tevekkül ve teslimiyetle Allah’ın kazasına sabretmek, hikmetini görmeye çalışmaktır.
Yazıyı Ahmet Altan’dan kısa bir alıntı ile bitireyim.
“Ey kavmim…
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin.
Dönüp de bakmazsın ölülerine…
Ağıtları sen yakarsın ama kendi kulakların duymaz kendi ağıdını.
Bir koyun sürüsünden çalar gibi çalarlar insanlarını ve sen bir koyun sürüsü gibi bakarsın çalınanlarına…
Her kuytulukta bir çocuğun vurulur, aldırmazsın…
Utancı bilir ama utanmazsın.
Bütün seslerin arasında yalnızca kırbaç sesini dinlersin sen.
Hazreti Hüseyin’in kellesini vurmaz, ama vuranı alkışlarsın…
Hazreti Ömer’i bıçaklayan ele sen bıçak olursun.
Ey kavmim…
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin, beni hiç dinlemezsin.
Tanrıya inanır ama firavunlara taparsın.”
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***